TOPLUM, DEĞİŞİM VE BİLİMİN EGEMEN İLETİŞİMİ

İrfan erdoğan

 Sosyal bilimlerle uğraşanların önemli bir bölümü kendini toplumdan bağımsız gözlemci olarak sunar ya da öyle sanır. Bu yolla bilimsel açıklamamalarını nesnelleştirirler. Bu bilimsel açıklamaların bir grubu da toplumsal değişim, ulusal kalkınma, gelişme, modernleşme, postmodernizm, postendüstriyalizm ve postemperyalizm adlarıyla adlandırılan toplum içi ve toplumlar arası ilişkiler üzerinedir.

Toplulukta yaşayan insan, sadece kendi varlığının neden ve amacını değil, aynı zamanda yaşadığı grubun, toplumun ve dünyanın varlık nedenini ve amacını düşünür; ve kendince bazı cevaplarla gelir; günlük yaşamdaki üretim ilişkileriyle bu neden ve amaçların devamı ve/veya değiştirilmesine katkıda bulunur. Profesyoneller tarafından bu düşünce ve cevapların sistemli ve tutarlı bir biçimde açıklanması, en geniş anlamıyla, teori olarak nitelenir. Teoriler sistemli bir şekilde açıklamaya çalıştıkları ilişkiler dünyasına belirli biçimlerde bağlıdırlar. Bu bağ, açıkladığının evrenselleştirilip meşrulaştırılma- sından eleştirel soruşturmasına kadar çeşitlilik gösterir: Hiç bir açıklama açıkladığından bağımsız, açıkladığının üzerinde, ötesinde ve dışında değildir. Açıklamalar, açıklananın simgesel anlatımıdır. Yunan kölelik sistemini evrensel doğa ile açıklayan o zamanın filozofları ve çağımızın bazı bilim adamlarıyla, bu doğallığın mülkiyet ilişkilerinin yapay dünyasının yapay bir gerçeği olduğunu belirten bilim adamlarının arasında epey fark bulunmaktadır. Bu fark bizi bilimin tarafsızlığı ve taraflılığı, bilimin nesnelliği ve ideolojisi, egemenlik ve mücadele, tarihin nasıl ve kimler tarafından yazıldığı konularına götürür.

Bilim nesnel midir? Daha doğrusu, bilim siyasal ve ekonomik amaçlardan bağımsız mıdır? Amacı sadece “bilmek” olan bilme girişiminin başından sonuna kadar nesnel ölçekler mi kullanıyor ve buna nesnel olarak mı açıklamalar getiriyor? Orta çağlarda feodalizmin egemenliğindeki bilimsel gerçeğe göre dünya düzdü; aydınlar bu düzlük varsayımına destek olan bilimsel açıklamalar getiriyordu ve karşı gelenler veya aksini iddia edenler çeşitli tanrısal ve feodal mekanizmalarla düzeltiliyordu! Şimdi dünya yuvarlak; bu yuvarlaklığa bakıp “Amazon ormanlarına en kısa yoldan nasıl televizyon götürerek ilkel kavimleri kalkındırırız” diye bilimsel araştırma yapan ve önerilerle gelenler ödüllendirilirken, “belli bir egemen azınlığın çıkarı uğruna dünya tahrip ve talan ediliyor; Amazon’u kalkındırma ideolojisiyle beyin yıkayanlar aslında kendilerini kalkındırıyor” diye sonuç çıkaranlar ise cebinden veya kafasından vurularak cezalandırılıyor. Özlüce, nesnellik genellikle çoğunluk tarafından benimsenen egemen bir yönelimin tanımladığı öznelliktir. Buna genelleştirilmiş öznellik diyebiliriz. Genelleştirmeyi yapan çoğunluk, ne halk ne de evrensel doğrular peşinde canla başla koşan bilim adamlarıdır: Genelleştirilmiş öznellik, belli bir zamanda ve belli koşullar altında bilimdeki egemenlik ve mücadeleyi yansıtan dinamik durumun gerçeğidir. Bu gerçek, Orta Çağ'da, “dünya düz” diyen kilise ve aydınların egemenliğinde nesnelleştirildi. Bugün ise kapitalist egemenlikte bu gerçeği belirleyen kapitalizmin üretim yapısı ve ilişkileridir. Kapitalist bilimin araştırma, değerlendirme, sonuç ve kullanımdaki nesnelliği sermayenin gereksinmelerinin ifadeleridir.

Bilim, kapitalist üretim ilişkilerinde hem “ekmek parasını kazanma” çabasındaki insanların faaliyet alanıdır, hem belli güçlerin egemenliklerini korumak için araştırma ve geliştirme faaliyetlerini doğrudan yöneterek ve/veya üniversite çevrelerine yaptıkları “yardım ve teşviklerle” yönlendirilen bir alandır. Tarihi yazan ve her gün gündemi düzenleyen, egemen ilişkilerin ve mücadelenin önemli bir parçası olan, bilimdeki “genelleştirilmiş öznellik” nesnellik değildir; bilimsel ilişkiler içinde öznelliğin, (örneğin, araştırmacılar arasında egemen olarak belirlenmiş, mekaniksel ve standartlaşmış kurallar içinde karşılıklı desteklenerek, sürdürüle gelen ilişkilerin) nesnel olarak benimsenmesidir. Eğer bu nesnelleştirme, kuram tartışması yapmayan veya araştırmasında kurama yer vermeyen, modern iletişim teknolojisine ve global teknolojilere sorgusuzca kurtarıcı olarak sarılan, amacı araca göre ayarlayan “ gerçek görünen sahte bilimsel” (pseudo-scientific) incelemelerle de desteklenirse, hem bilim hem de bilimin ve ürünlerinin uygulandığı insan topluluğu acı çeker. Örneğin belli tanımlamalarla çerçevelenen “modernleşme ve iletişim” konusuna yaklaşımda, “hangi örgütlü kim, hangi kimi, ne yolla, ne şekillerde ve nasıl ekonomik bakımdan sömürüyor, siyasal bakımdan eziyor, kültürel pratikler bakımından köleleştiriyor?” sorusu değiştirilmiş ve “kim, kimi, hangi kanalla, neyi, ne etkiyle kalkındırmaya çalışıyor; geleneksel kimlikler, modern kanala, iletişimciye, metotlara ve teknolojiye nasıl direniyor?” şekline sokulmuştur.

Egemen iletişim biliminde çatışma yönetimi dahil, ana ilgi etki üzerine, yani “daha etkin olarak nasıl sömürülebilir, yönetilebilir ve yönlendirilebilir” üzerine eğilir. Bu ilgi de, davranış psikolojisinden, faşist kalıtım psikolojisinin “iletişimin becerisi, motor beceri, içsel yeterlilik, rol yeterliliği, mesaj yeterliliği, yorum yeterliliği” gibi inceleme ve sunumlarına kadar çeşitlenen, bireyi egemen topluma hazırlama, bu hazırlananı inceleyerek ölçme ve gerekirse hazırlama ve yönetmeyi ona göre ayarlama girişimlerini egemen kılmıştır. 1980’lerde çatışma yönetimine, yeni bir öğe katıldı: Barış! Çatışma yönetimi ideolojisi barışın bir türlü olmayışını, kişisel davranışlara ve çatışmada “vazgeçememeye, isteklerinde direnmeye, azıcık bile geri vermemeye” bağladı; bu çerçeve içinde “barış iletişimi” çözümleri sunmaya başladı. Bu “iletişim bilimindeki” yaklaşım, şu sorulara ya yetersizce yaklaştı ya da onları yok saydı: Barışın anlamı nedir? Barışa konu olan tarafların güçleri ve güç pozisyonları nedir? Bu güçlerini (ya da güçsüzlüklerini) oluşturan nedenler nedir? Çatışmayı belirleyen ve zorlayan etkenler nelerdir ve nasıl çalışmaktadır? Barış durumunu belirleyen ve bozan koşullar nelerdir? Barışla tarafların kazandıkları ve kaybettiklerinin anlamları nedir? Özel mülkiyetin yoksullaştırma ve yoksunlaştırmaya dayanan ilişkiler sisteminde yoksun bırakanlarla yoksul kılınanlar arasındaki çatışmayı, algı, tutum, bilinç ve davranışlara indirgemenin anlamı nedir? Az gelişmişin neden “az gelişmiş” olduğu sorusuna cevap olarak “geleneksellikten” diye neden göstermenin tabanında yatan ırkçılığın ve bağnazlığın ekonomik, kültürel ve siyasal anlamları nedir? “Kalkınmış ülkeler” neden “kalkınmakta” ve neden medya üreten teknolojilere sahip olmaktadır? Az gelişmiş ülkeler “kalkınma” denilince neden kapitalist ülkeler gibi olmayı amaçlamaktadır? İletişimle ikna ederek, basit tutum ve inançlardan taviz vermek gibi, materyal ilişkiler tabanından soyutlanmış çürük ve geçersiz bir tabana oturtulmanın getirdiği sonuçlar nelerdir?

Egemen modernleşme, bilimi, kapitalist düzenin meşrulaştırılmış örgütleniş biçimini, teknolojik yapısını, iletişim kanallarını ve tecrübesini kullanmayı; onlara dayanmayı ve bağlanmayı zorunlu kılar. Böylece, hem gelişmiş ülkedeki hem de az gelişmiş ülkedeki bilim yapanları egemen politikaların bir parçası yapar. Egemen bilimdeki “nesnelleştirilmiş öznellik” nedeniyle iletişim, iletişim teknolojisine, iletişim ilişkileri ve yapılarına; modernleşmede medyanın rolü ile ilgili bilimsel açıklamalara, ileri kapitalist ülkelerin uluslararası ekonomik, siyasal ve kültürel çıkar politikalarını yaymaya, meşrulaştırmaya, egemen yapıya destek olmaya ve teşvike indirgenmiştir.

Pozitivist anlamda bilimsel incelemenin ilk adımlarını bir sorunu seçmek, tanımlamalar yapmak, hipotez şekillendirmek ve test metotlarını belirlemek safhası içerir. Bu safha karşılıklı öznellikte en saptayıcı ön girişimlerden biridir. Her tanım belli değer yargılarına, bu değer yargılarının geldiği belli fikirler toplamının oluşturduğu bir ideolojiye ve bu ideolojinin çerçevelediği veya etkilediği belli bir bilimsel kurama bağlıdır. Diğer bir deyişle, tanım, belli bir bilimsel kuramın ve bu kuramın ideolojisinin bir ifadesidir. Modernleşme kuramının “kalkınma, geleneksel ve modern toplum” tanımı bunun en açık örneğidir. (Örneğin Weber'in ideal tipinin modern/ileri/gelişmiş ve Türkiye'deki kültürün geleneksel ve geri olarak tasarlanması gibi.)

Tanım ile birlikte, çoğunlukla, o tanıma bağlı olarak, o tanımın sınırladığı sorun çözme yaklaşımları (sorun tespiti, hipotez formüle etme, açık ve kapalı uçlu sorular hazırlama, alan ve laboratuar testleri kurma, araç kullanım biçimini belirleme, daha önce yapılmış incelemeler ile yapıtları bulma ve okuma) gelir. Bu safha incelemenin, tanımayla gelen öznel çerçeve içinde, mekaniksel çözümlerle ve belli kaideler ve basamaklarla elde edilen en objektif safhasıdır. Nesnelleştirilmiş öznelliğin en “bilimsel” yanı burada gizlidir. Örneğin istatistiksel ön ölçmeler ve sonradan ölçmeler, hakemler kullanarak test etmelerle sağlanan bir ölçeğin geçerlilik ve güvenirliliği, objektiflikten çok “çoğunluğun fikir birliğine” dayanan öznelliktir. Bu nedenle, güvenirliliği ve geçerliliği tespit edilmiş standart testler objektiflikten çok kültür bağımlı ideolojik çerçeveleme karakterini taşır.

Modernleşme ve iletişim konusunda yaklaşım çokluğu vardır. Üniversitelerin ekonomi, siyasal bilimler, sosyal psikoloji, iletişim, sosyoloji, antropoloji bölümlerinin hepsinde toplum kalkınması ve modernleşmesi üzerinde durulduğunu görürüz. Her biri içinde soruna yaklaşım çokluğu vardır. Aslında bu çokluk “bilimde demokratik çoğulculuğun yansıması” değil, aynı ideolojik çerçeve içindeki çeşitli pozisyonlar ve pozisyonlandırmalardır. Bu çokluğa bağlı olarak, üzerinde anlaşılan tek bir tanım yerine birbirine paralel, birbirini tamamlayıcı, birbirine kuramsal bakımdan benzeyen veya birbiriyle rekabet içinde egemenlik mücadelesi veren tanımlamalar vardır.

Bilimin sorunu, tanımlamanın, hipotez testinin ve indirgemeciliğin çok ötesindedir. Sorun; (a) tanımlamanın ve hipotezlerin dayandığı kuramsal çerçeve ve beraberinde getirdiği belli düşünce tarzı, (b) bu tarzın belirlediği (daha doğrusu belirler göründüğü, fakat gerçekte desteklediği) bilimsel ve sosyal politika, (c) soruna ve sorun çözümüne yaklaşım biçimi ve (d) bunların insanın bugününe ve geleceğine yaptığı katkılar sorunudur.

Kapitalist bilim, kapitalizmin sorunlarına çözüm arar ve sunarken, insanlığın kapitalizmin egemenliği altındaki durumunun perçinleyicisi rolünu oynar. Kapitalizmin insanlığa aykırılığının ve yarattığı ciddi insanlık sorunlarının çözümleyici değil; yaratıcı ve destekleyici bir parçasıdır. Bilimin getirdiği çözümler, sorunları yaratan üretim düzenindeki değişikliğin değil, düzenin bazı istenmeyen, tepkilere neden olan, zararlı olan sonuçlarının kapatılmasıdır. "Örneğin atık depolama sorununa “sıhhi depolama” çözümü; zehirli gaza filtre çözümü; zararlı atık suya, arıtma çözümü..." Bu çözümler çözüm mü? Çevrenin durumuna bakılırsa, yeni teknolojilerin pazarlamasından öte, çözüm olmadıkları kolayca anlaşılır.

Modernleşme/kalkınma ve iletişim tanımlamaları ve sorunları, belli bir yerden bir diğerine yol alma, geçme, gitme ve yükselme olarak mekaniksel bir biçimde sunulur. Modernleşme/kalkınma ve iletişim sorunları teknik bir sorun olarak belirlenir. Modernleşmenin kapitalist deneyimin başarıya ulaştığı yöntem ve araçlarla gerçekleşeceği ana teması işlenir. “Bu yöntem ve teknolojiler yayılmalı, kullanılmalı ve geliştirilmelidir” şeklindeki düşünce tarzı egemenlik kazanır. Buna bağlı olarak gelen sonuç-öneriler daha çok gelişmeyi, teknolojilerin yaptığı makinelerin, aletlerin, medyaların, onların ürünlerinin ve “nasıl çalıştırılacağı ve kullanılacağı” hakkında bilgileri içine hapseden tüketim gelişmesinin sunumudur. Gerçekte teknolojiye bağımlılık biçiminde yönetme ve engellemeler söz konusudur. Böylece hem kapitalist teknoloji düzeni kendi yapısını korur; hem sorun bu yapının benimsettiği, “meşruluğu ve geçerliliği önceden kabul edilmiş” çerçeve içinde tanımlanır; hem de çözümler, bu teknolojik yapıya olan etkiyi, etkenliği, barışı ve kalkınmayı sağlama ve sorunları giderme politikalarıyla aranır. İşte bu, egemen pozitivist bilimin görevselci-ampirik yaklaşımın ana özelliklerindendir.

Egemen bilim faaliyetlerinin altında, gerçekte, bir teknolojik ve ideolojik egemenliğin, bu egemenliğin sağladığı çıkarlar düzeninin korunması ve gelişmesi çabası yatar. Bugün gelişmiş ülkelerde özelleştirme ve deregülasyon gündemdeyse ve egemenlik kazanmışsa; bu, kamu sisteminin ve destekleyenlerin siyasal ve ekonomik pazardaki görece egemenliğinin oldukça zayıfladığına, egemenliği özel teşebbüse devretmek zorunda bırakıldıklarına işaret eder. Nesnel gerçeklerin, doğruluğun, yanlışlığın, haksızlığın farkına varılmasını ve bu nedenle en doğruyu seçmeyi anlatmaz; özel teşebbüsün, ekonomik ve ideolojik bir gücü kendi kontrolü altına almasını anlatır. Güç ilişkileriyle baskınlığı belirlenen, sürdürülen ve ideolojik pratiklerle nesnelleştirilen öznel çıkarlar, toplumda doğruyu tanımlar ve kurumlaştırır. Yani, doğruyu ve haklıyı saptayan nesnel ölçütler değil, belli güçlerin nesnelleştirilmiş öznel çıkarının ölçekleridir. Bunun belli yansımalarını bilimsel yaklaşımlarda görürüz.

Kapitalist ideolojide kamu kurumlarına karşı, “kar etmez, çalışmaz, yeteneksizdir, elitisttir” şeklinde yaklaşan düşünce tarzı egemendir. Bu nedenle kamu politikaları sürekli eleştirilir ve düzeltilmesi gerektiği savunulur. Bu düşünce tarzı, örneğin kitle iletişimi araştırmalarının yapısına da yansır. Bu tarz, araştırmacının kuramsal ve işlevsel tanımlaması yanında hipotezlerine ve araştırma sorularına da yansır. Bu araştırmacılar, en iyi yorumlarında, TRT uygulamalarının yanlışlığını ve yetersizliğini eleştirir ve özelleştirmeci iletişim politikası önerileri öne sürerler: Kamu iletişimi geçmişin tarzıdır; özelleştirme ise çağdaşlığı ve modernliği anlatır. Kamu sektörünün uygulama politikasını eleştiri, aslında ilericiliğin, gelişmeciliğin, uzak görüşlülüğün ifadesi değildir. Bilim adamlarının ve politika saptayanların önerileri, belli bir ölçüde psikolojik doyum sağlaması yanında, büyük oranda kamu sektörüne karşı yöneltilen (beceriksizlik, rüşvet, düzensizlik, iş bilmeme, kârdan çok zarar yapma, kaynakları ve olanakları etkin bir şekilde kullanamama gibi) ideolojik anlam yüklemeleri ve bu anlamlandırmaların çıktığı yapıyı destekler. Böylece herhangi bir noktadan başlayan çıkış, dönüp dolaşıp o çıkışla bütünleşen bitişe ulaşır. Bunun temel nedeni mikro seviyedeki incelemelere saplanma ve makro incelemelerde sistemin kendisini soruşturmamaktır. Örneğin TRT, kamu kurumu olarak kamunun yeteneksizliğinden çok, sistemin kamuyu bu durumda biçimlendiren yapısının ana bir özelliğini yansıtır.

Egemen ölçekleri ve kuramsal yaklaşımı kullanan araştırmacı, istemese bile, toplumdaki teknolojik üretim ilişkileri düzenini “doğru” olarak kabul eder. İletişim sorunları, bu “doğrunun” uygulanması sırasında çıkan alt sistem (örneğin kamu yönetiminin iletişim ve eğitim politikasındaki) veya daha alt sistemlerdeki (örneğin bireylerin tutum ve davranışlarındaki) “arazlar, engeller, yetersizlikler, uyumsuzluklar, düzensizlikler” olarak nitelenir. Bu da, ancak bu “doğru düzenin” ilgili parçalarının düzeltilmesi yolundaki girişimlerle çözümlenebilir. Bu girişimlerle egemen sistem hem kendi dengesini sağlar, hem de girişimler sonucu iletişim okulları, araştırma firmaları, ilgili teknolojiler tarafından geliştirilen yeni bulgular, devrimler, süreçler, metotlar sayesinde büyür, kendi bütünlüğü içinde farklılaşır, çeşitlenir ve mükemmelleşir. Bu yorum iktisadi klasik denge kuramının bu alandaki yansımasıdır. Modernleşme kuramcıları da yapılarını aynı anlayış üzerine kurar ve ihraç ederler.

Egemen anlayışta sorun çözümü, yeni teknolojilerle sunulan mekaniksel çareler ve kamu sektörünün uygulama politikasını eleştirme biçimindedir. Aynı zamanda bu anlayış, davranışçı psikolojiye sarılarak, sorunu kişisel tutumlar ve değerler konusuna da indirger. Tutumlar elbette önemlidir. Fakat tutumları, bunların oluşumunu ve bunlara bağlı davranışları, bireyle özdeşleştirmek bilimi kısıtlayan diğer bir soyutlamadır. Bir toplumda bilinç, tutum ve davranış gibi kavramlar “bireye göreli” görünümündedir; çünkü bunları taşıyan ve uygulayan bireylerdir. Fakat bireyi bu tür biçimlendiren bireyin kendisini içinde bulduğu egemen kültür, eğitim, günlük ilişkilerin temel karakterleri, kısaca, “sosyalleştirme süreci” ve bu süreçte egemen olan dünya görüşüdür. Bu dünya görüşünün biçimini belirleyen de “bireyin özgür düşüncesi” değil, hem bu egemen düşünceyi hem de değişim gerektiği düşüncesini oluşturan örgütlenmiş egemen iş görme biçimidir (materyal üretim ilişkileri düzenidir).

Günümüzde egemen olan pozitivist bilimde, toplumdaki üretim biçimlerinin sonuçları bağımsız değişken olarak ele alınır ve bu sorunlara çare arama yoluna gidilir. Örneğin, 1995 sonbaharında Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi’nde düzenlenen Ulusal Çevre ve Biyoloji Kongresi’nde, oturumlardaki araştırmaların hemen hepsinde bu yönelim egemendi. Daha kötüsü, bu araştırmalarda genellikle istatistiksel ölçme metotlarının en sınırlı ölçekleri kullanılmakta ve bu ölçeklerin izin verdiği yorum ötesinde genelleştirmeler yapılıp, yorumlar sunulmaktaydı. Kısaca, kongrede sadece pozitivizmin egemenliği değil, aynı zamanda pozitivist süreçlerin ve istatistik biliminin yanlış kullanımı vardı. Sonuçların bağımsız değişken olarak alınması, bilimsel yaklaşımda toplumsal güç ilişkilerinin getirdiği ideolojik kör nokta olarak nitelenebilir. Ara nedeni veya sonucu bağımsız değişken olarak almak, eğer bilinçli olarak yapılıyorsa, bilimde kasıtlı taraflılıktır; eğer bilinçsiz olarak yapılıyorsa, çare bulamama çıkmazına düşen ve sonunda ne yapacağını bilemeyerek halkı, köylüyü bilinçsizlikle suçlayan bilimsel ilkelliği ifade eder. Bunun aksi bir metotla, “bilinen” oluşum kaynağının tespiti yapılır ve bu pozisyonlandırma üretim biçimine kaydırılırsa, o zaman, çözümlerde de yeni yerleştirmeler ortaya çıkar. Sonuçta, egemen güç ilişkileri yapısı içinde gerçekleşme olasılığı az olsa bile, bilimsel cambazlık ve ilkellik ötesine geçilerek; hiç değilse, bilimsel bakımdan çok daha anlamlı çözüm yolu alternatifleri oluşturulur. Çaresizliğin nedenlerini, soyulan doğaya ve köylüye veya tüketiciye yüklemek ve yeni çaresizlikler getiren “eğitmek gerek” ideolojik kandırmacası yerine; egemen üretim biçimi, teknolojisi ve ilişkilerinin soruşturulması ve değiştirilmesi yönüne kayılırsa, en azından bilimin, bilinçli veya bilinçsiz olarak, sermayenin hizmetinde olmadığını gösteren bir adım atılmış olunur.

Deneyciliği (amprisizm) reddedip geçersiz saymak da hatalıdır. Deneycilik “çoğunluğun” veya “egemen bir yönelimin” saptanmasında ve makro incelemeyi tamamlayan mikro seviyedeki incelemelerde geçerli bir metot olarak kullanılırsa daha da sağlıklı sonuçlar verebilir. Deneyciliğin “egemen yönelimlere, normal dağılıma ve merkeziliğe” göre meşruluk elde etmesi, maksimum % 5 gibi “yanılma oranı” ile bu meşruluğu geçerli sayması (örneğin belli azınlıkların, evsizlerin, gecekonduda yaşayanların, önemsizliği gibi) kapitalist sistemin ideolojisine uygunluğunu gösterir. Diğer bir deyişle deneycilik, kapitalist ideolojinin ve işlev tarzının bütünleşik bir parçasıdır. Genellikle ortodoks Marksistler deneyci metodu, sosyal gerçekleri anlama incelemesinde yanıltıcı ve yetersiz olarak niteleyip reddederler. Gerçi deneycilik bir fenomeni açıklamada kendi başına yetersizdir, fakat bilimsel araştırma çabalarında, niteliksel ve makro yaklaşımlarla birleştirilerek, bilgiye yeni boyutlar ekleyecek kapasiteye sahiptir.

Siyasal, sosyal, ekonomik ve iletişim bilimlerinde “modernleşme ve iletişim” incelemelerine bakarsak, davranışçı psikolojinin egemen- liğini görürüz. Bu incelemeler bazen bir adım daha ileri gidilerek, makro incelemelere de uzatılır ve iletişim politikalarındaki eleştirilere uygulanır: Politika eleştirişinde, politikayı saptayan güç ilişkilerini tartışma yerine, sorun tekrar bireye indirgenerek, politikaları saptayan ve uygulayan bireylerin (örneğin bir teknokrat veya bürokratın) tutum ve davranışları, politikadaki durumu ortaya çıkaran bağımsız değişken olarak ele alınır. (Yani eğer TRT'de bir iletişim politikası sorunu varsa, bunun sorumlusu, TRT Genel Müdürü’dür.) Bu tür yaklaşımın varacağı tek sonuç ve öneri işten atmak ve “bireysel veya grup içi davranış modifikasyonu”dur. Bu da tutumlardaki değişiklikleri gerektirir. Tutumlardaki değişiklikler de düşünce ve fikirlerdeki değişiklikleri, özellikle eğitimle, bilgilendirmeyle ve enformasyonla sağlamayı gerektirir. Bu da neticede, idealist felsefenin ana kuramlarından biri olan fikirlerin yaratıcılığı görüşüne ve toplumdaki üretim ilişkilerinde etkiyi/değişimi ortaya çıkaran ve tarihi yapan egemen gücün düşünce olduğu varsayımına gider. Böylece düşünceler, kendini yaratan koşulları tutmak ve/veya değiştirmek için tepki gösteren “sonuç” olma yerine, üretimi belirleyen “etken” olarak dönüşüme uğratılır.

Günümüzde dünyada Amerika kökenli egemen bilimsel yaklaşım, toplumsal üretim biçimi ve ilişkilerinin yarattığı sorunlara anlamlı çözümler bulma yerine yeni çarelerle yeni sorunların yaratılmasına ve dolayısıyla, belli baskın teknolojik yapıların tutulması, sürdürülmesi ve yaygınlaşmasına yol açar. Ancak kişileri ve kamu politikasını kaynak olarak göstermenin ötesine giderek, üretim teknolojisi ve ilişkisini temel olarak ele alan bir yaklaşımla iletişim konusu ve sorunlarına gerçekçi bir yaklaşım elde edilmiş olunur. Bu da nesnel veya nesnele daha yakın doğrularla öznel çıkarların her gün sürekli çarpıştığı güç ilişkileri konusunu ve bu konuya eğilmeyi gündeme getirir. Bilim, güç ilişkileri düzeninin ne dışındadır ne de ondan bağımsızdır. Bilim adamının/kadınının toplumdan kendini ayırması, kullandığı yöntemde uyguladığı mekaniksel süreçler sonucu nesnellik sağladığını sanması ve bilimsel objektiflik iddia etmesi, bilimde belli bir ideolojinin egemenliğinin ifadesidir. Eğer yaşanan toplumda bilim alanılarıyla ilgili sorunlara ve bilim dalının bu sorunlar içinde aldığı yere dikkatle bakılırsa, bilimin çözümler kadar, belki de çözümlerden daha çok, sorunların önemli bir parçası olduğu görülür. Bu durum da evrensel bir kaçınılmazlığı değil, yapısal gerçeklerle gelen ve ancak bu yapısal faaliyetlerin değişimiyle değişebilecek bir olguyu ifade eder.


irfan erdogan (200) Kapitalism Kalkınma Postmodernism ve iletişim (Ankara:erk) S. 5-15

Bir
geriye

Ana
sayfaya