Uluslararası İletişim kitabımdan

irfan erdogan

ULUSLARARASI ÖRGÜTSEL İLİŞKİLER: TRANSFER VE İDEOLOJİSİ

 

              ÖRGÜTSEL TRANSFERİN İŞLEYİŞİ

    Dünya'daki iletişim araçlarının teknolojik biçimi, Amerika, İngiltere, Fransa ve Almanya, kısaca gelişmiş kapitalist dünya tarafından, kendi dünyalarının gereksinmelerine cevap olarak geliştirilmiş ve şekillendirilmiştir. Diğer ülkelerin iletişim sistemleri bu geliştirilenin takliti veya kopyesidir. Bu ülkeler iletişim sisteminde de gelişmenin gerisinde bırakılan ülkelerdir. Kendilerine özgü gelişme ve geliştirme girişimleri yerine, ya tercihen ya da baskıyla bu var olan biçimleri kendileri için benimsemişlerdir. "Kopyeleme" veya "uyma-benzeme\uydurma-benzetme" süreci, böylece, güçlü gelişmiş ülkelerin ihracatı ve diğerlerinin ise ithalatı üzerine kurulmuştur.

    Örgütsel transferde, eski kolonistler (özellikle Fransa ve Ingiltere) ve yeni-imperyalist Amerika kendi  örgütlenme biçimini diğer ülkelere yerleştirdiler.  İngilizlerin eski-kolonileri, Örneğin BBC modelini benimsediler. Meslek adı, bürokratik ünvanlardan program stiline kadar herşey Ingiliz sistemi kopyelendi. Örgütsel amaçlar, biçimler, varsayımlar ve içeriklerin hepsi İngilizdi. Fransız kolonileri de Fransayı taklit etti. Ne de olsa efendiler yabancı değildi.  Amerikalılar ise, iki Amerika kıtasındaki ve uzak doğudaki egemenlikleri yanında dünya egemenliği elde etme peşinde epey ter döktü ve bunun da meyvasını toplamaktadır.

    İletişim teknolojisinin fiziki biçiminin ardında (televizyonun ve radyonun fiziksel şekli, sadece alıcı olarak kullanılabilmesi gibi), aynı şekilde ihraç edilen ve yayılan, örgütlenme şekli ve finansmanı yatar. Teknolojinin biçiminin getirdiği örgütlenme modelleri de kopye edildi. Örneğin, ilk  egemen uluslararası haber ajanslarının örgütlenme ve çalışma biçimi sonrakiler ve şimdikiler için egemen bir model oldu. Hollywood pazar gereksinmeleri tarafından saptanan bir yapısal biçim aldı. Hollywood endüstrisi stüdyodan üretim, dağıtım ve gösteriye (sinemalarda ki gösterilmesine) kadar dikey bir şekilde birbirine bağlı bir yapı oluşturdu. Geniş bir halkla ilişkiler ve satış çarkı kurdu. Beş altı filmi gösteren "Showcase" sinemalardan küçük kasabalara kadar yaygın bir dağıtım sistemi geliştirdi. Film üretiminden dağıtımına kadar yüksek derecede profesyonelleşmiş ve özelleşmiş iş bölümü oluşturdu. [1]  Bu endüstriyel yapıyı diğer ülkeler çoğunlukla gıptayla kopyelemeye çalıştılar. Yani, Hollywood film endüstrisinin aldığı şekil dünya'daki diğer küçük  Hollywood taslakları tarafından taklit edildi.  Bu taklit de kendiliğinden oluşmadı; Uluslarası ihracat pazarında  Amerikan film endüstrisinin egemenliğinin bir neticesidir. Fakat, film endüstrisinde, birçok diğer endüstrilerde olduğu gibi, bağımsız küçük Hollywood yaratma çabaları çoğunlukla fiayaskolarla neticelendi: Diğer ülkelerin film endüstrileri uluslararası media düzeninin dikey entegtrasyonunda alt kademede kopyeci ve\veya dağıtıcı rol içinde hapsedildiler. Kendilerine özgü gelişme olanakları pazar gerçeklerinin ve ideolojik egemenliğin saptayıcılığı karşısında büyük ölçüde sınırlandı.

    Endüsriyel media örgütü modelinin ihracatı ve yayılmasında ve örgütsel yapının kontrolunda illeki ihraç edenin sahipliği gerekmez.  Ortaklık olmadan da  finansman ve "yardım" yapılır. Sömürgecilerin eski  kolonilerinin media sistemlerini donatması buna en açık bir örnektir. BBC (Ingiltere) ve ORTF (Fransa) eski kolonilerinde media sistemlerini kurmada büyük ölçüde "yardımcıydılar." Reuters Orta doğuda, Afrika'da, Güney Amerika'da ve Caribbean adalarında birçok milli haber ajanslarının kuruluşu finansmanında yardım etti, örgütsel ve personel konularında destek verdi. Bu donatmayla sağlanan servis ve yardım,  danışmana\yardım edene birkaç yolla hizmet eder: Bu yeni sistem kendini sürdürmek için yardımcının (a) teknolojisine ve (b) bilgi ürünlerine müşteri olur, ve  (c) (haber, kağıt, kağıt hamuru gibi) media teknolojisinin ihtiyacı olan ham madde için ucuz ham madde kaynağı haline gelir (veya öyle olmaya devam eder.)

 

    REKLAM ENDÜSTRİSİNİN OYUNU

    Türkiye'de Colgate diş macununun iki küçük çocuğu kullanarak yaptığı Colgate reklamını gördüm. Çocuğun Amerikadan gelen Colgate diş macununu Amerikalıya taş çıkartacak güzellikte telaffuz ediyor. Ah, ne güzel, colgate'deki fluoride dişi  bembeyaz ediyor. Başka birşey yapıyor mu? Diş macununun tadını çekici yapmak için kullanılan chloroform kansere sebep olabilmektedir. Fluoride da... Fluroide enzyme zehir olarak bilinir ve thyroid problemleri olanlar, allergileri olanlar, şeker hastaları için çok tehlikelidir. Suyun fluoridation'ı Amerikada her yıl 50,000 kişinin kanserden ölmesine neden olmaktadır. Fluoridation alergilere, böbrek tahrişine, erkenden yaşlanmaya, kansere, ve kalp hastalıklarına ve diğer hastalıklara neden olmaktadır. 

    Dünya pazarında sistem ve örgüt biçiminin ihracatı ve yapılmasında, olanın tutulmasında reklam endüstrisinin etkenlik bakımından çok önemli bir yeri vardır. Bu endüstrinin  etkisi media imperyalizmini yansıtır: Bu endüstrinin en önde gelen dev firmaları Amerikan veya Amerikan sermayesinin ortak olduğu İngiliz firmalarıdır. Bu reklam firmaları gelirlerinin büyük kısmını büyük uluslararası firmalardan elde ederler, yani onların ürün ve dünya görüşünü satarlar. Avrupa'da reklamcılık basınla kımıldanıp gelişmişti. Fransız koloniciliğin temsilcisi Havas kuruluşundan hemen sonra reklamcılık bölümünü de açtı. Fransız gazetelerinin reklam ayırımında tekelini kurdu. Reklamcılığın gelişmesi iletişimdeki gelişmeyle birlikte gitti: iletişim şebekeleri kurulduğunda, reklam şebekeleri de kuruldu. İletişim firmaları ve kitle tüketim firmaları dünyaya hücum edince, reklam firmaları da bu hücumun amacını gerçekleştirmek için dünyaya açıldı. Amerikan reklam firmaları ikinci dünya savaşından sonraki Amerikan imperyalizminin okyanus ötesine yayılmasıyla yayılmaya başladılar. Her gittikleri yerde yerel firmaları ortadan kaldırdılar veya kendilerinin uydusu yaptılar. 1970'lerdeki Amerikan imperyalizmine karşı direnişlerin artması, ve ardından Amerikan ekonomisinin durumunun kaymaya başlaması ve Avrupa ve Japonya kapitalistlerinin kendi ve yakın çevrelerindeki pazarlarda başarılı olmaya başlaması, reklamcılıkta da Avrupa'da güçlü firmaların çıkmasıyla sonuçlandı. Uluslararası reklamcılıkta Amerika'nın yediği pastaya Japonya, Fransa ve İngiltere firmaları ortak olmaya başladı.  Amerikan sermayesi Ingiliz reklam firmalarını ele geçirdi. Rekabet, herzaman olduğu gibi, pazarlar üzerinde anlaşma girişimlerini de getirdi.

    Reklam örgütleri, uluslararası sermaye ile kitle iletişim örgütlerini arasındaki pazarlama ilişkisini düzenler ve yürütür.

 

    ÖZELİN KAMUYA SALDIRISI: DEREGULASYON?

    Örgüt transferinde, oynanan önemli bir pazar oyunu da, süper kar yapma olanakları olan alanlardaki büyük kamu kurumlarının kefenlerinin hazırlanıp, bu alanın örgütlenme biçiminin yeniden düzenlenip özelleştirilmesidir. Buna da birkaç isim verilir: Özelleştirme, deregulasyon, liberalleşme gibi. Kamu kurumlarının korunan ve yaşatılan bürokratik adiliği, iş görmezliği, çay, kahve, dedikodu, rüşvet kumkuması haline dönüştürülmesi, siyasal politikalara alet olması, verimsiz ve sürekli zarar eden  örgütler haline getirilmesi, birkaç ana amaca hizmet eder: (a) Bazılarının bu düzenbaz düzende soygun yapmasına; (b) Gizli işsizliğe ve siyasal kayırmacılığa ve üçkağıtçılığa;  (c) Kapitalist ideolojinin savunduğu devletciliğin asla çalışmayacağı iddiasını kanıtlayan bir örnek olarak verilmesine, dolayısıyla kapitalist ideolojinin desteklenmesine; (d) Sadece bazı özel kişilerin değil, aynı zamanda firmaların rüşvet yoluyla bu kurumlarla iş yapıp milletin cebinden vurgun vurmasına... Son yıllarda, İletişimin her alanı ( telekommunikasyon dahil),  iç ve dış sermayenin ağızlarının suyu akarak tümüyle eline geçirmek istediği yer olmuştur. Örneğin Türk Elektrik kurumu gibi bir kamu kurumu  uzun yıllar boyu halkın parasıyla alt yapıyı yapar. (Elektrik olmasa, bugünkü modern iletişim hikaye olur. dolayısıyle, elektrik iletişim teknolojisinin en gerekli bir aracıdır.) Alt yapıyı yapma büyük sermaye ve harcama isteyen ve bu yapım sırasında kar getirme olanağı çok sınırlı olan ve hatta zarar edebilecek bir girişimdir. Bu altyapı girişimi sırasında büyük küçük firmalar kontratlarla iş alarak ve alt yapı teknolojisi araçları, donatım ve bakım aletleri satarak risksiz bir şekilde para yaparlar. Bu paralar da halkın cebinden çıkar. Uluslararası firmaların içtek ortaklarıyla PTT sistemimizi moderleştirdileri gibi... Uluslararası firmalar ve ortakları da bu işten epey kar ederler. Devlet bu firmalara büyük kolaylıklar sağlar. TEK gibi bir kamu kurumunun servisten elde edeceği akıl almayacak miktardaki kar yapımı bu alt yapı kurulduktan sonra büyük ölçüde gerçekleşmeye başlar. Büyük kapitalist tilkiler salyaları aka aka bu anı beklerler. Beklerken de hazırlıklarını yaparlar. Kurumun sürekli kuyusunu kazarlar. Ele geçirme yolunda ideolojik alt-yapısını ve rüşvet politikasını   uygularlar: Hem kamu sektörünü yolarlar, hem de çalışmayan bir sektör olarak nitelerler. Adamlar haklı değil mi: Düşün TRT'ye git odalar bir sürü TRT elemanlarıyla dolu. Yaptıkları ne: Büyük çoğunlukla dedikodu, çekiştirme, memleket ve dünya sorunlarını tartışarak çözme, çay, kahve ve sigara ile günleri, ayları ve yılları geçirme. Bu durum kendiliğinden olan bir durum değildir, yaratılmıştır. Ama kapitalist ideolojinin yayıcıları ve taşıyıcıları böyle düşünmez: TEK ve kamu kurumları köhnemiş, zarar eden, ekonomimizi mahveden, verimsiz kurumlardır. Devlet iş bilmez, eline yüzüne bulaştırır. Büyük sahtekarlıklar döner. Özelleştirilmelidir. Kamu kurumlarına karşı yöneltilen  bu hücumlar ve eleştiriler uydurma değildir, görünen gerçeklerin ifadesidir: Sadece gerçeklerin görüntüsü görünen gerçeklerin... Ggürünen gerçekleri anlatırken kamu sektörlerinin evrensel olarak beceriksiz ve işbilmez olduğunu ve tek çarenin özelleştirme olduğunu öne sürerken, görünen gerçeklerin görünümünün ifadesinde kapitalist ideoloji yalan söylemez, fakat neden ve çare konusunda, kendi için doğru olanı herkes için de doğru olarak sunup, daleveracılık yapar. Kamu kurumlarının bugünkü durumu bu kurumların evrensel yapısının getirdiği bir sonuç değildir. Bu kurumlar siyasal oyunlar, kurum politikası ve bu politikanın işlemesi nedeniyle içinde bulundukları duruma SOKULMUŞLARDIR, GETİRİLMİŞLERDİR. O kamu kurumunun adi yapısını ve işleyiş şeklini değiştirip verimli bir hale getirecek birçok insan vardır.  Fakat kurulu düzenin kamu sektörünün bu durumundaki işleyişinden çıkar sağlayan çirkefleri güçlerini kullanıp değişimi engellerler. Bu, bize bir diğer gerçeği gösterir: Kamu kurumlarının rezil durumu sadece kurumun kendi iç yapısından ve kurum içi iş yapma ve yapmama biçiminden değil, aynı zamanda, çıkar çevrelerinin çıkar hesaplarındandır (ideolojik propaganda dahil).  Kısaca kamu kurumlarının "çalışmaması"  kurumun kendine özgü yapısından çok, güç ve çıkar mücadelelerinin kurduğu ilişkiler düzenindendir. Bu düzen de, bugünkü şartlarda ancak uluslararası firmaların ve işbirlikçilerin işine gelirse, güçlerini kullanarak değiştirilebilir. Bu değişim de genellikle, eski düzendeki eski hırsızların birkaçı harcanarak, fakat çoğu satın alınarak veya kendini bu değişime çaresiz ayak uydurup birkaç çalımda kendini daha da zenginleştirici bir duruma getirerek olur. Harcananlar tabi, her zaman harcananlardır. Halkın parasıyla ve emeğiyle kurulan bir kurum, geniş alt yapıyı tamamlayıp, olgunluğa ulaşma olanaklarını elde etmeye başladığında,  uluslararası sermayeyle ortaklaşa çalışan yönetici sınıfların eline geçer. Uzun senelerin yatırım ve emeğinin sağladığı ürünü baba malı gibi, özgürlük, serbest ticaret, demokrasi martavalları atarak, boğazlarına geçirirler. Bu kadar şeyi nasıl boğazlarına geçirecekler ki, boğazlarına da durmaz mı? Durmaz. Tanrı onlara yardım eder. Kapitalist düzenin insan haklarına ve insanlığa aykırılığına en güzel gösterge burda da ortaya çıkar: Yiyemeyeceği ve kullanamayacağının milyonlarca kat ötesinde zenginliğin belli azınlığın elinde toplanması, ve çoğunluğun muhtaç durumda bırakılması... Ve bunun da, hayatın evrensel cilvesi olarak benimsenmesi ve benimsetilmesi... Düşün Koç'a sorarsan sana 39,000 işçiyi beslediğini söyler. Bu otuzdokuz bin kişi 1991'de on milyar dolara yakın üretim yaptı. Koç 1993'de 2.5 milyar dolarla dünya milyarderleri arasında. Üretimi 39,000 aile yapıyor, ve bir aile milyarden oluyor! Böyle bir ekonomik örgütlenmeyi normal ve modern insanlık düzeni olarak kabul etmek için miğde değil şirdan ister. Pepsi içer misin üzerine, hazma iyi gelir diyor reklamlar?

Çeşitli derecede güce ve ideolojik, askeri, eğitim ve öğretim, din ve kültürel aparatusa sahip milli devletler, yapıların birbirine bağımlı olduğu pazarda,  egemenlik sürerek veya egemenlik altında geleneksel alışılagelmiş politikalarını sağlamaya çalışırlar. Almanya, Fransa ve diğer Kuzey Avrupa gibi milli burjuvazinin iletişimde kamu servisi anlayışı kültürünün yerleşik olduğu ülkelerde, kamu sektörü iletişim bakanlığına benzer bir devlet kurumuyla iletişim politikasını yürütür. Bu tür devletler ve burjuvazileri iletişimde dış sermayeye karşı oldukça negatif anlamda duyarlıdırlar: Milli kültürlerini ve kendi çıkarlarını ön planda tutarlar. Fakat bu güçlü ülkelerin bile bütün çabalarına, aldıkları bütün yasal tedbirlere, Ortak Pazar yoluyla koydukları kaideler ve engellere rağmen, 1980'den beri hızla yoğunlaşan uluslararası pazarın, özellikle Amerikan imperyalizminin baskısından ve penetrasyonundan kendilerini koruyamamışlardır. Bu sırada, Avrupada iki önemli gelişme olmuştur: Kamu iletişim sistemleri kendilerini korumak için örgüt ve faaliyetlerini yeniden düzenlemeye gitmişlerdir. Kamunun yanında özel ticari iletişim örgütleri büyük güç kazanmış ve Avrupa'da iletişim konglomerateleri ortaya çıkmıştır.

    Amerika Dünyaya 1970'lerin sonundan beri deregulasyon dersi vermeye başladı. Hemencecik gençler, ellerinde Coke, ağızlarında Marlboro, "özel televizyonumu, FM'imi, Madonnamı isterim" demeyi öğrendi. Bu sırada Madonna da New York'un köşe sokaklarında genç oğlan peşindeymiş...  Deragulasyonun ve liberalleşmenin ne olduğunu bir iki cümleyle tanımlama yerine, Amerika'da ve diğer ülkelerde olanların tartışmasıyla deragulasyonun birkaç anlamını anlatmaya çalışalım: Deragulasyon havadan şıp diye düşmemiştir. Ne de genel özgürlük ve demokrasi arayışının bir sonucudur. Amerika'da deragulasyon iletişim pazarının gelişimi ve gelişmelerle gelen çıkar-kar alanlarındaki rekabetin neticesi ve bu neticenin ideolojik alanda yasasal ifadesidir. Bu ideolojik ifade kendini olduğu gibi sunma yerine, devlet ile özel teşebbüs arasındaki çekişme olarak, devletin yasalarla\regulasyonlarla iletişim işine pis burnunu sokması\pis burnunu çekmesi olarak sunar. Regulasyon burnunun sokup düzenlemeler yapması, deragülasyon da bu düzenlemeleri çöpe atması oluyor. Bu tür anlatım hem aldatıcı hem de yanlış yöne sürükleyicidir. Amerika'da regulasyon hiçbir zaman özel teşebbüsün dışında ve özel teşebbüse karşı olmamıştır. Deragulasyon, regulasyonda olduğu gibi, Amerika'da, yeni teknolojileri kontrol etme ve pazarı paylaşma yarışının önemli bir parçasıdır.  Hızla değişen pazar ortamında, kurulu yasal egemenliklerin değişen şartlar karşısında (örneğin kablo tv, satellite yayını, fax-modem, fiber-optiks ve bunların sahipliği ve pazarlardaki durumu gibi) kendini koruma, yeni şartlara uydurma ve egemenliği yeni şartları da içine alarak yeniden-düzenlemelerle yeniden sağlamadır. IBM'e birşey olmadı, hala egemen. AT&T hala dünyayı sömürüyor. ANA BELL'in bebeleri imparatorluğu devam ettiriyorlar. Warner ve Time imparatorluklarını birleşerek daha da genişlettiler.  Hollywood dünyadaki egemenliğini hollyweed (esrar\marihuana) çekerekten kutlamaya devam ediyor.  Madison Avenue (reklamcılığın merkezi) dünya'da satışların yapılıp milyarlarca milyarların toplanmasında baş rolü oynamaya devam ediyor. Deregulasyonla düzensizlik gelmedi, düzen ortadan kaldırılmadı, yeniden paylaşmalar oldu, yeniden düzenlemeler yapıldı. Bunu da devlet yapmadı, aktif pazar güçleri yaptı. Amerikada deragulasyon (veya regulasyon) için lobbying ve yasal mücadele devlet ile özel teşebbüs ikilisi arasında olmaz, özel teşebbüslerle özel teşebbüs arasında olur. Mahkemeye verenler ve verilenler, yasa değişikliği arayanlar ve karşı gelenler, anti-tröst davaları açanlar, saldıran ve savunanlar özel teşebbüstür. Devlet sadece mahkemelerinde hakim rolünü oynar.  Deregulasyon "bırak yapsınlar, bırak çarpsınlar, özgürlük var, First Amendment var (Anayasadaki özgürlüklerin kısıtlanmaması eki)"  asla değildir. Sunuş gerçekleri yansıtmıyor: Amerika'da üniversitede bile bana böyle benim dediğim gibi öğretmediler tabi. Böyle öğretmiyorlar. Egemen sistemin egemen eğitim düzeninde egemen kitaplar ve öğretmenler egemenin borusunu öttürürler. Biz de, çaresiz, kuzu kuzu dinleriz. Sınav yaparlar, "öğrendiklerimizi" geriye kağıtlar üzerine kusarız. Hocalar da " öğrettiğimiz, vatanın ve milletin yurttaşlık bilgisine uyuyor mu" diye, tadına bakar ve not verir.

    Deregulasyon sayesinde yasaların teknolojiyi takibi durumunun  ortaya çıkarıldığı ve böylece teknolojik gelişmelerin önünden köstekleyici engellemeler kalktığını ileri sürmek de tabansızdır. Sanki teknolojik düzen ve yasal düzen birbirinden ayrı ve özellikle birbirini engelleyen iki şey, ve ikisi birbirine zıd olarak görev görmekte... Eğer zıtlaşma varsa, zıtlaşan teknoloji ve yasal düzen arasındaki ilişki değil, teknoloji ve yasal alanlardaki çıkar mücadelelerinin zıdlaşmasıdır. Teknolojik araç toplum dışında, toplumdan soyutlanmış olarak, nesnel ve bağımsız bir yaratık değildir. Tam aksine sosyal örgütlenmenin bir parçasıdır ve bu örgütlenmedeki ilişki ve ihtiyaç düzenine verilen bir cevaptır. Örgütlenmede ve örgüt pratiğindeki yasal ilişki düzeni, var olan meşruluğun ifadesidir. Yeni araç bu meşruluğun içinde anlam bulur. Bu anlam bulmada değişim sistemin meşruluğunun değişimi değil, yeninin egemene entegrasyonudur. Dolayısıyla, deregulasyon, T. Parson'un pozitivist ifadesiyle, "sistemin uyumla kendini yükseltmesine" bir örnektir. Burda uyum yapan sistem değil, subsistemdir: FCC'nin bazı kuralları sistemdeki fonksiyonel görevlerini yitirdikleri için yerlerini başkasına bırakıyorlar. Bu başkası da de-regulasyon olarak çağrılıyor. Tabi gerçekte, deregulasyon sub-sub-sistemde, bal gibi, bir başka yeniden-düzenlemedir. Ne özgürlükle, ne demokrasiyle, ne çoğulculukla pozitif anlamda ilişkisi vardır.

    Televizyon programcılığında profesyonelleşmeyle ulaşılan, kamu servisini PBS'e yükleyen  ideolojik ortam, artık, "eşit zaman", adillik doktrini, nesnellik, tarafsızlık gibi tedbirleri geçersiz hale getirdi. Profesyonalizm o denli gelişti ki ideolojik kontrola gerek kalmadı. Peki gelişmiş profesyonalizm ne demek? Görevde yüksek derecede standartlaşma demektir. Standartlaşmış profesyonel pratikler günlük iş görmede egemen ideolojik içeriği beraberinde getirir ve böylece meşruluğunu  tartışılmaz yapar. Tartışılmaz, çünkü standart pratiklerle elde edilen adillik, tarafsızlık, nesnellik tartışma götürmez olarak benimsenir. O zaman regulasyona gerek kalmaz. Böylece, adillik doktrini gibi Tv profesyonel pratiklerinin düzenlenmesinin de-regulasyonu, zaten işlemeyen ve zaten gerek duyulmayan kuralların, kamu servisi savunucularının güçsüz seslerini duymamazlıktan gelerek,  kaldırılmasıdır. Deragulasyon nedeniyle, CBS, NBC veya ABC'nin adillik doktrini, nesnellik ve tarafsızlıkla ilgili pratiklerinde bir değişme olmadı. Olamaz da, çünkü profesyonel pratikler iletişim endüstrisinde standartlaşmıştır.

    Regulasyon\düzenleme anlaşmazlıkların bir çözüme bağlanmasıdır. De-regulasyon, bu anlamda, egemen pratikleri düzenleyen bazı yasal kuralların kaldırılmasıdır. Bunu biraz daha açıklayalım: Regulasyon sanki "devletten" kaynaklanan bir oluşum gibi sunulur.  Deragulasyona uğrayan FCC regulasyonları kamu hizmetini sağlamak, kamu çıkarını korumak için kurulmuş, özel teşebbüsü kontrol eden, engelleyen bir yapıya asla sahip değildi, ve değildir. FCC yapısı ve uygulamalarıyla,  özel teşebbüsün pazar politikasını ve paylaşımını ve faaliyetlerinin özel teşebbüs tarafından rekabetle saptanmış kurulu düzeninin bir parçasıdır. Anti-trust yasaları bir diğer parçası. Eğer böyle olmasaydı, örneğin Hutchinson komisyonun Raporu hasır altı edilmezdi. Radyo Yasası, frekansların düzenlenmesi, FCC ve FCC'deki değişiklikler ve deregulasyon pazar mücadelesinde paylaşmanın düzenlenmesidir. İletişim pazarı statik bir pazar olmadığı için, aksine sürekli yeniliklerle dolu oldukça dinamik bir pazar olduğu için, Pazar mücadelesi aynı zamanda kendini yasal alanda da gösterir.

    Amerika dışında deragulasyon, aynen Amerika'da olduğu gibi, yanlış yansıtılmaktadır: Liberalleşme, çok-seslilik\çoğulculuk, devletin baskıcı ve gelişmeyi engelleyici kontrolundan çıkma gibi... Gerçekte deregülasyon dünyanın Amerikanlaştırılmasında imperyalist ideolojinin Krala giydirdiği bir başka giysidir.

    Avrupada ve Türkiye'de deregulasyonun anlamı gerçekte Amerikadakinden servis ve örgütlenme anlayışının ve kültürünün  özelliği nedeniyle farklıdır. Amerika'da deregulasyon (ve regulasyon)  özel firmaların yeni teknolojileri ve pazar-gelirlerini paylaşma mücadeleleriyle gelen özel teşebbüs arasındaki bir savaşın ifadesidir. Avrupa'da ve Türkiye'de deregulasyon özel teşebbüsün (yerli ve uluslararası sermayenin) kamu sistemine karşı açtığı savaşın ifadesidir. Savaş Amerikadakinin aksine "sistem" savaşıdır. Kapitalistin kapitalist sistemdeki kapitalist çıkar düzenine kendi arzu ettiği ölçüde ve biçimde uymayanı uydurmaya çalışmasıdır. Milliyetçi devlet ideolojisinin formal ileticisi ve yücelticisi olan kamu servisi olarak sunulmuş ve yerleşmiş kitle yayın araçlarının, artık, kapitalist çıkarlara yeterince hizmet edememesi ve büyük bir gelir alanı şekline dönüşmesi ve kapitalistin "liberalizm" sloganlarıyla bu pazara el atmasıdır. Düzen kapitalistin düzeni, ve kapitalist düzen bu düzende kendisi  çin çok daha yararlı ve karlı bir iletişim sistemi arar ve bu yolda önüne gelen her engeli tepelemeye çalışır. Bu anlatımımızı biraz tarihselleştirelim: Avrupada kapitalist düzenlerinin iletişim sistemleri, özellikle televizyonun sahipliği ve örgütlenmesi, Amerika'dan farklı olarak kamu sistemi şeklinde biçimlenmişti. Kamu yayın sistemleri son onbeş yıl içinde  Amerikan ticari sisteminin rekabeti ve ideolojik hücumu karşısında kendilerini savunma durumuyla yüzyüze gelmiştir. Avrupa'nın ve Türkiye gibi ülkelerin özel-teşebbüsün saldırısı karşısında düştüğü durum Amerika'da görülmemiştir. Çünkü Amerikan iletişimi sistemi ta başından beri özel-satış sistemi, ticari sistem, olarak kurulmuştur. Bu özel teşebbüs sisteminin yanında kamu sistemi dilenci gibi ona buna el açarak yoksulluk içinde yaşama mahkum edilmiştir. Avrupa ve diğer yerlerde saldırı altında kalan ülkeler uzun senelerin kamu servisi anlayışı ve kültürüyle yetiştiği, profesyonel anlayışları o şekilde biçimlendiği için, saldırı karşısında hepside büyük bocalama ve şaşkınlık geçirmiş ve kendilerini koruma yolları aramışlardır. Bu saldırı neticesi olarak, İtalya gibi güçsüzler önce duraklama sonra gerileme devrine girdiler. Kamu hizmeti karakterini korumaya çalışarak, İngiltere, Almanya, ve Fransa gibi güçlüler de, zorunlu olarak kanal ve program çokluğu\çeşitliliği ve örgütsel revizyonlarla kendilerini yenileme ve güçlerini koruma mücadele yolunu seçtiler. Fakat bu mücadeleleri özel televizyonların ve özel iletişim endüstrisi sermayelerinin kurulmasını ve dev firmalar haline gelmesini önleyemedi. Italyan medya mogolu Silvio Berlusconi italyan kamu televizyonu RAI'ye rakip olarak çıktı ve sadece Italyan değil Avrupa pazarında güçlü söz sahibi oldu. Fransa'da Canal Plus ve TF-1 fransız pazarından başlayıp genişlediler. Karlarının yarısından çoğunu uluslararası pazardan elde eden Hachette 1990'da La Cinq'in hisselerini de alarak televizyon alanına da atılarak daha da büyüdü. Hachette Jean-Luc Lagardere tarafından idare edilmektedir. Lagardere  Matra adlı elektronic ve silah araçları firmasının da hissesinin çoğuna sahiptir ve Hachette ile Matra'yı birleştirme niyetinde. Almanya'da Bertelsmann (aile firması) büyüyerek uluslararası bir konglomerate haline geldi: Girişimlerinin % 54'ü basılı-yayında ve % 18'i radyo, tv ve sinema alanındadır. Japonya'da bile Amerikan ideolojisinin hücumu hissedildi. Fakat Japon kamu iletişim kurumu NKH'nin gücünü ile özel yıkabilecek durumda değil, onun yanında başarı mücadelesi vermekteler. Avrupada bu değişimler olurken, Türkiye'ye ve benzeri ülkelere sıra sonradan geldi. Türkiye iletişim düzeninde 1990'lardan beri olanlar bazı kapitalist savunucuların dediği gibi "sihir" gibi havadan inmedi. Balyoz gibi indirildi. TRT özel teşebbüsün dünyadaki saldırısına karşı, Avrupalılar gibi, ilk tepki olarak örgütsel görev ve kanal çeşitliliğini artırdı. TRT 1989'da üç renkli kanala sahipken bu sayı 1992'de altıya çıktı. Örgütsel servisini yeniden düzenlerken program politikası da kamu servisinden çok, Batı güçlerinin ürünlerini daha da çok sergileme haline dönüştü. (Bunun bir anlamı da TRT'nin program politikasının geri ve modası geçmiş olduğu, halkın ihtiyaçlarını hiçe saydığı gerekçesiyle, özel teşebbüsü savunmanın uydurma ve tabansız olduğudur.) Fakat, tabi bu, diğer ülkelerde de olduğu gibi özel teşebbüsün ve çanak yalayıcı entellektüellerinin saldırılarını durdurmadı. Çünkü saldırıda iddia edilenin aksine, amaç herkes için özgürlük, çoğulculuk, çok seslilik değil, özelleştirme yoluyla iletişim alanındaki yüksel gelir ve ideolojik propaganda\satış kaynağını ele geçirmedir. Çoğulculuk, çok seslilik, özgürlük mavalları tabansızdır: TRT'nin altı kanalının yayınladığı ile şimdi havayı daha da kirleten altı özel kanal arasında program tür ve kalitesi bakımından önemli farklar yoktur. Fark: Özel teşebbüs çok seslilik veya çoğulculuk değil, ticari sahtekarlıklar ve dolandırıcılık getirdi. Bunu anlamak için araştırma yapmaya gerek yok: Birkaç gün Televizyonları seyret görürsün. Özel kanallar tv yoluyla daleveracılık, 900-numara gibi dolandırıcılık, ve dışarının en adi-popüler mallarını sunma dışında, alternatif olacak hiçbirşey sunmaz. Türkiye'de yayın yapan kanalların hiçbiri, program politikası açısından, belli bir ölçüye kadar TRT dahil, birbirine alternatif değildir. Radyolar da aynı şekilde... Fakat özel radyoların hiçbiri TRT radyoculuğunun ayağına su dökemez.

    Saldırının çok önemli bir özelliğini vurgulamak gerekir: Deregulasyon veya özelleştirme, yerel girişim ötesinde uluslararası boyutlara sahiptir. Olay, tek tek ülkelerdeki yerel özelleştirme kapsamı ötesindedir: Yerele uluslararası firmaların çeşitli biçimlerde girmesi ve yerelin uluslararasılaşmasıdır. Bu uluslararasılaşma sadece özel teşebbüsün karakterini değiştirmez, aynı zamanda kamu servisi örgütlerinin de yeni ilişkilere girerek kendilerini yeniden tanımlamalarına neden olur. 

    Saldırıya, heryerde,  uluslararası ve yerli işbirlikçilerinin kurduğu özel iletişim cemiyetleri ve araştırma firmaları da katılır. Örneğin TRT'nin % 70 seyircisini kaybettiğini "istatistiklerle" iddia eden ve sürekli izleyici istatistikleri sunan AGB gibi örgütler, "en çok izlenen programlar" saptanmasında ne tür ölçü, ölçek kullanıyor, nasıl saptıyor? Aldıkları "örnekler" neyi, kimi ve ne türlü ve ne yöne kaymayı (skew) temsil ediyor? Bu araştırma firmaları (Gallup, Nielsen dahil) faaliyetlerinde, gerçekte, kendilerine bağlı bir düzen kurma ve böylece kendi çıkarlarını sağlama için çalışırlar. Yani, bunlar kendi çıkarları  ç n kendi faaliyetlerini geçerli kılan ve kendilerinin propagandasını yapan bir endüstridir. Bu firmalar TRT'ye karşı girişilen saldırının bir parçasıdır ve güvenirliliği şüphelidir. Elbette TRT  sadece bu saldırılar nedeniyle değil, sermayenin aralarındaki işbirliği nedeniyle bazı reklamcıları kaybedecek. Dikkat edersek, özel teşebbüs Tv'lerinin reklamlarının hemen hepsi firmaların ve onların Türkiye'deki ortaklarının ürünlerini içerir, hepside yabancı-kaynaklı tüketim mallarıdır. "Reklam kaybetmesi" propagandasının sistem tartışmasındaki yeri, TRT sistemini gelir kaynaksız bırakarak veya olanı haddinden fazla abartarak yıkıma yardım etmedir.

    Saldırıya daha başkaları da katılır: Osmanlı sarayının çanakçı ülemeları ve uşakları. Saldırıyı liberalleşme olarak niteleyen bu kişiler, saldırılarında  (örneğin Gülizar, Şahin ve benzerleri) TRT'nin şebekelerinin Ankara'dan yürütüldüğünü ve TRT'nin yerel ihtiyaç ve beklentilere kulak asmadığını ve önem vermediğini ileri sürerler. Bu iddianın doğru olup olmadığı (a) yerel ihtiyacın ve beklentilerin ne olduğunu ve (b) tv ve radyonun ne sunduğunu öğrendikten sonra ortaya çıkar. Ayrıca, özelleşmenin anlamı özel teşebbüsün Tv ve radyolarının "yerel ihtiyaç ve beklentilere" kendini adadığını, çatal dilli yılan bile çok edepsiz bulup, iddia etmeye yanaşmaz. Yerel ihtiyaç ve beklentiler, milyonlarca kişinin telefona sarılıp 900-araba-kazan numarasını çevirerek PTT ve işbirlikçilerini zenginletip bir iki arabayla dolandırılmaları mı demektir?  Eşcinsellerin, lezbiyanların, fanatik feministlerin anlayış ve yaşam tarzlarını öğrenmek arzusuyla yanıp tutuşmaları mıdır?  Michael Jakson, Madonna  veya Diana Ross'u seyrederek sermayenin milyonlar vurması nasıl oluyor da yerel veya genel halkın ihtiyaç ve beklentileri oluyor? Millet Cuma geceleri "korku ve dehşet" filmlerini görme arzusuyla mı yanıyordu da özel teşebbüs bu filmleri sunuyor halka?  Eğer "yerel ihtiyaç ve beklentileri" yerel tüccarın ve uluslararası sermayenin "ihtiyaç ve beklentileri" açısından tanımlarsak, o zaman bu ve benzeri sorulara cevap "evet" olur. Ve şimdi yaşadığımız özel teşebbüs iletişim biçimi "BİZİM" olur. Hangi BİZ? Çuvaldızı yiyip, okşandığını sanarak hangırdayan BİZ. Özel teşebbüsün yerel ihtiyaçlar ve beklentiler umurunda bile değildir: Kapitalist özel iletişimciler yerel ihtiyaç ve beklentileri çekici eğlence ve tüketim olarak tanımlar, gündemi öyle hazırlar, politikasını ona göre çizer, ve sunumunu ona göre yaparlar: Satmak! Para yapmak!. Amaç kendini besleyene, yani reklamcıya, yani endüstrinin satış çabalarına, yardım etmektir.

    Türkiye'de iletişim düzeninin son senelerde yaşadığı durumu Amerika'da eğitim ve öğretim yapmış Haluk Şahin ve benzerlerinin  hikayelemesi ile, örneğin, Korkmaz Alemdar ve Raşit Kaya'nın Odalar ve Borsalar Birliği tarafından "gaflete gelip" basılmış ve basıldıktan sonra "uyanaraktan" hasır altı edilmiş, "Radyo Televizyonda Yeni Düzen"  adlı kitaplarında sundukları açıklama arasındaki fark, tatlı peri masalıyla gerçekçi-açıklayıcı-aydınlatıcılık farkıdır. (Ben peri masalını severim. Diğeri kafa yoruyor.) Şahin gibilerinki uymaca, uydurmaca, uyutmaca, yalamaca ve yutmacadır. Alemdar ve Kaya gibilerinki ise olanı sahte örtülerinde sıyırıp ortaya koyma çabasının bir ürünüdür. Dünya bu. Bazıları düzene nankörlük yapmayıp, kendilerini besleyen elin attığı kemiği yalayaraktan minnettarlıklarını araştırmalarında ve yazılarında belirtirler. Korkmaz ve Kaya'lar da kapitaliste nankörlük yaparak kamu servisi, doğru yansıtma, gerçek anlamda demokratlaştırma ve özgürleştirme gibi akan suları bulandırıcı bir yaklaşımla gelirler. Korkmazlarınki de kendi-çıkarının bilincinde olmamak yani: Dünya pazarını anladıklarını söyleyip dünya pazarının fırsatlarını kullanmayı bilmemek... Bu bilmemezliğin neticesi olaraktan, Korkmaz TRT'ye falan nah genel müdür olur. Diğer bazıları olur ama. Şu son şartlarda, olmak için epey kredi toplamak gerek: Voice of Amerika'da çalışacaksın, Radyo Free Europe'da gezinti yapacaksın, Dünya Bankasında ilişkilerin olacak, Brookings Enstütüde tanınman gerek veya hiç değilse sevildiğin hakkında bir kayıtın olmalı, CIA'de falan "bizdendir, temizdir, PALMOLIVE ve Colgate kullanır" diye kayıtın olmalı, bu kayıt olmadan Voice of Amerika'nın kapısının önünden bile geçemezsin.  

    TRT şimdiye kadar çoktan tepelenirdi. Tepelenmemesinin nedeni yerleşmiş kamu servisi kültürü yanında, daha önemli olarak, Anayasayı tepeleyecek politikayı (örneğin Kemalizme karşı saldırısını) uygulayacak meşru güce henüz sahip olunmamasındandır. Anayasanın 133'üncü maddesini değiştirmek için 2/3 bir çoğunluk gerekir. Bu çoğunluğu da ideoloji ve parayla satın almak biraz zaman ve yatırım ister. Bu alandaki saldırıda, Türkiye'de dünyanın hiçbir yerinde olmayan birşey oldu (Gırgır geçiyorum, Meksika'da ve benzeri ülkelerde olan birşey oldu): Bir devlet başkanı kendi ailesini zenginletmek için Anayasayı çiğneyen gayri-meşruluğu "dışardan yayın yapılabilir" diye destekledi. Demokratik bir ülkede olsa "suça teşvik" diye bu devlet başkanı mahkemeye verilir, ayağı kaydırılırdı. Tam aksi oldu. Suç işleniyor diyenlerin ya ayağı kaydı, ya kazaya uğradı, ya da hırsızlıkla-kola-altın-düzme kültürünün kıskanç gıptalı süzüşüyle karşılaştı. Sevindi. Swiss firmasının sahip olduğu Magic Box, Bilmemne Gözal adında birini satın alarak, Almanya'dan, STAR-1 adıyla, EUTELSAT F-10'i kullanarak, Türkiye'ye korsan yayına başladı. Dıştan gelen bu korsan saldırısı karşısında, Devlet başkanının bedduasını almamak için sesler çıkmadı, çıkan sesler de özgürlük adına boğuldu. Bir korsan başarılı olunca, ardından diğer korsanlar gelir: Show Tv, kanal 5, Flash TV, HBB, ve Magic Box'ın ikinci istasyonu Teleon... Türk basın sermayesi ve Koç bile saldırıdan pay almak için atılışlar yaptılar. İmparatorun ülemalarına göre, bu özel istasyonlar her gün millete kuru soğan ve bakla sunan TRT'ye  alternatiftir, ve alternatif olaraktan, TRT'nin "elitizmini" ortadan kaldırıp, Türk halkına, TRT'nin yaptığı zulme son verip, Türk halkının istediğini verecekler: Ulan, istasyonların isimleri bile Türkçe değil be! Türk halkına istediğini verecekmiş, sen ne diyorsun!. Bir zenci-kadının yakından çekilmiş dudakları İstanbullulara ingilizce bilmemne FM radyosunun reklamını yapıyor!! istanbullunun beklentisi bu mu? Türk halkı ben Madonna'yı, Michael Jackson'ı, Hollywood'un dışlıklarını, Madison Avenue'nun reklamını yaptığı malları ve anlayış şeklini mi isterim diyor?. Düşün,  Haluk Şahin gibi kapitalistin entellektüelleri çıkıyor Türkiye'deki bu saldırıyı, özel teşebbüsün kendi çıkarlarının kamu çıkarları üzerinde egemenlik kurmasını, "yayınının liberalleştirilmesi" olarak sunuyorlar. Bu sunuşu yutturabilmek için, yani, özel teşebbüsün çıkarlarının egemen olduğu bir sistemi özgür ve "liberal" olarak satabilmek için, önce, özgürlüğü ve liberalleşmeyi  kapitalist çıkarların gerçekleşmesi olarak tanımlamak gerekir. Yani, ancak,  kapitalistin çıkarlarının halkın çıkarları olarak yutturulmasıyla bu "liberalleşme" mavalı miğdeye gider. Yuttunuz mu? Miğdeniz nasıl? Pepto Bismol alın, geçer.

    Dolayısıyle, dünya çapında yapılan hücum neticesi olarak, Amerikan ticari media örgütlenme sistemi ve materyalleri, kitleleri çekme açışından, kamu sistemini geride bırakmaktadır. Kamu sistemi, program içeriği ve pratikleriyle, Amerikan özel sisteminin pratikleriyle aynı bir duruma gelmesine rağmen, saldırı devam etmektedir. Çünkü amaç program politikası değil, sistemi Amerika'daki PBS gibi dilenci durumuna düşürmekdir. bu saldırıya karşı, kamu sistemleri PBS gibi olma yerine, kendini korumak için, programcılıkta ticari örgüt gibi davranmaya başlamıştır. 1980'lerden beri Avrupa'da hızlanan ve bütün dünyaya hızla yayılan Amerikan örgütlenme sistemi deregulasyon, liberalleşme, özgürlük, sloganlarıyla, ve örgüt ve pazarda globalleşme, entegrasyon, birleşme, gruplaşma ve ortak girişimlerle  gittikçe güçlenmektedir. Avrupa'da kamu servisi sistemi gittikçe ikinci plana düşmektedir. Türkiye gibi kamu servisinin yaşam mücadelesi verdiği ülkelerde ve sovyetlerin çöküşüyle yeni kurulan rejimlerde, Amerikan medya örgütlenme sisteminin hücumu, bu ülkelerin bağımsızlığını ve yasalarını hiçe sayacak bir şekilde devam etmektedir. Korsan radyo ve televizyonlar kurulmakta ve yayın yapmaktadır. Kamu servisi iletişim örgütleri politikası kargaşalıklar ve çıkmaz içine bırakılmaktadır. Bu örgütlerin yönetimine Amerikan sisteminin yetiştirdiği kişiler getirilerek servis yozlaştırılmaktadır. Bugün İtalyan RAI'nin başında Amerika'da okumuş, Amerikan sisteminin hayranı, kamu sistemini demode olarak gören biri var. TRT'nin program politikasını çizenler liberalleşme ideolojisinin taşıyıcıları değil mi?. RAI, ve TRT'nin program politikası bakımından ticari sistemden farkı yoktur. Kamu hizmeti örgütlenmesi biçimindeki bir kurum ticari sistemin ideoloji ve satışını yapmaktadır. Peki kamu sistemini yıkmakla istenen, aranan ne?  Gayet basit, daha evvelce de dediğim gibi, özel teşebbüsün "modası geçmiş, sansürcü, devletçi, tekelci" kamu sisteminden kurtularak kendi tekelini kurma arzusu... İletişimdeki ticari ve ideolojik çıkar akıl almayacak kadar büyüktür. Sermaye de buna konmaya hakkı olduğunu iddia etmektedir. Hakkıdır hakka tapan...gerisini biliyorsunuz. İstiklal onların istiklaliymiş!. Bunun neticesi olarak, pazarda hakim iki tercihi bile ortadan kaldırma savaşı veriliyor: Ya Amerikan olanı (veya Amerikan taklitlerini) alırsın, ya da Amerikan biçimini seçersin tercihi... Birinci seçenek bütün dünyaya hakim durumda. Şimdi ikinci seçeneği yerleştirme kalıyor geriye. Bizde ve Avrupa ülkelerinde yayında, özellikle TRT'de şu an birincisi hakimdir, yani biz Amerikan şeyini yemekten hoşlanıyoruz, ya da Amerikan şeyini yemeden hoşlananlar ağızlarını şapırdatarak bize "bak ne tatlı"" diyorlar. Televizyon ve radyonun örgütlenme sistemi, ticari sistemle uyuşmuyor, fakat TRT Batı kültürünü içlerinde taşıyanların karar verici durumda olmaları ve bundan daha etken olarak, çıkar hesapları nedeniyle, Amerikan olanı sunuyor ve onu taklit ediyor.

    Kamu servisi kapitalistin elinde tarihe karışıyor. Başka yolu var mı? Başka yol ne? gericilik falan mı? Neden ayrı yollar gericilikle veya kötülenerek sunulmaktadır? Gericilik ve ilericilik ne? Batının örgütlenme biçimi ileriyi doğununki geriyi mi temsil ediyor? Takunyanın şıkırtısı, Kowboyun çizmesinden daha tatlı ve çekici ses vermiyor mu? Bu sorulara cevabı, medya profesyonellerinin biçimlenmesinde ve günlük pratiklerinde sunduklarında buluruz. Bu profesyonellik biçimi bize her gün önümüze pişmiş aş gibi sunulanın ne olacağını tesbitte ana rolü oynar.

    Bizim gibi ülkelerde, kamu sektörünün yasasal hakimiyetine rağmen, fiilen sağlanmış olan Amerikan şekline benzer özel teşebbüs biçiminin hakimiyeti, Tv ve radyoda bir toplumu tarihi içinde çok kısa bir dönemde sağlanır. Bu da tabi özel teşebbüsün o pazardaki çıkarının tavlı olup olmamasına bağlıdır. Özel teşebbüs bedavaya kürek sallamadan hoşlanmaz. Bedavaya kürek sallıyor göründüğünde bile, ya spor yapıyordur ya da  en azından ideolojik alt yapıyı hazırlıyor veya destekliyordur.

 

    SERMAYENİN ULUSLARARASILAŞMASI

    Sermayenin uluslararasılaşması iki anlama gelir: Birinci anlamda, uluslararası ticari örgütlerin iş-sermayesi uluslararası karaktere sahiptir, yani firmada önemli hisseleri olan kapitalistler tek bir ülkenin değil, çeşitli ülkelerin kapitalistleridir. İkinci anlamda, firmanın sermayesi millidir ve uluslararası pazarda iş yaparak gelir sağlamaktadır. Seksenlere kadar ikinci tip sermayenin hakimiyeti vardı. Yönelim birinci türe doğru olmaktadır. Uluslararası pazarın artan egemenliği sonucu, kitle iletişim sermayesi milli karakterini birçok ülkede kaybetmiş durumdadır. Sadece medianın örgütünün kendisinde değil, üretim ve dağıtımında da uluslararası sermaye ile iç-sermaye rakip veya ortak olarak birlikte girişimde bulunmaktalar. Bizdeki media, özellikle televizyon, buna en açık bir örnektir. Aynı şey Avrupa'da da olmaktadır: Avrupadaki media finansı ve yatırımı uluslararası sermayenin, özellikle dev firmaların ve milyarder ailelerin elindedir.

    Belli güçlü grupların dışında, media finansı birçok ülkelerde enteresan bir biçim almaktadır: Amerikan, Japon ve Avrupanın dev firmaları diğer ülkelerde "abonelere\şubelere," "temsilciliklere" veya "hisseli ortaklıklara" ve dağıtımcılara sahiptir. Bunun o ülkenin kendi üretim faaliyetlerini baltalayıcı yönde çalıştığı savunulur. İç sermayenin dış sermayeyle rekabetini sağlamak için, devlet kredi, destek, teşvik parası verir, bu paralar bile gerçekte dış sermayenin temsilcilerine gider.

    Hollywood'da finansman sadece Amerikan sermayesi tarafından yapılır. Japonların media alanındaki yatırımları ve girişimleri sonucu bu alanda da Japonya Amerika'ya rakip olmaya başlamıştır. Amerika özellikle latin Amerikan ülkelerindeki medianın sahiplik ve finansında egemen rol oynarlar.

     1970'lerde geleneksel milli firmalar dünya pazarlarını paylaşıyordu: Amerika'nın CBS, ABC ve NBC firmaları, Almanyanın ARD'si, İngiltere'nin BBC, Thames ve Granada firmaları, Fransa'nın ZDF'i ve Lüksemburg'un CLT'si dünyanın önde gelen firmalarıydı. 1980'lerin gruplaşmaları, birleşmeleri, satın almaları sonucu bugün dünya iletişim pazarlarında yarışan firmalar tek-uluslu uluslararası firmalar olmadan çok, çok-uluslu uluslararası firmalardır ve tek bir alanda iş yapan firma değil çok alanda iş yapan firmalardır. Kapitalist medya sahipliği karmaşık bir şema olarak kendini sunar. Dev iletişim örgütleri büyük çoğunlukla kapitalist dünyanın zengin kişileri ve aileleri tarafından kontrol edilir. Bu örgütler birbirleriyle sürekli "rekabet içinde uzlaşıcı" iletişim içindedirler:  Pazarları paylaşırlar ve kurdukları bu pazar düzeninin korunması üzerinde anlaşırlar. Gerektiğinde birbirini satın alırlar ve birleşirler. Şebekeleşmeler, gruplaşmalar, birleşmeler ve satın almalar daha çok büyümeyi ve dev konglomerate firma yapısını ortaya çıkarmıştır. Bunlara birkaç örnek verelim: Telecommunication Inc. ile Bell Atlantik (1993), Time İnc. ile Warner Brothers (1989), Gulf Oil ile Chevron (1984), Standart Oil ile British Petrol (1989), MCA ile Matsushia (1990), RCA ile GE (1986), ABC ile Capital Cities (1985), Viacom ile National Amusements (1987), Mac Millan ile Maxwell Comm (1988. Örneğin Time ve Warner'in 1989'da birleşmesiyle ortaya çıkan iletişim conglomerate firması (a) Time magazin yayınlarını (Time, Sports Illustrated, Life, Fortune gibi), televizyon ve kablo istasyonlarını (HBO, Cinemax), müzik üretimini (Warner, Atlantic, Electra), film endüstrisi (Warner Bros, Lorimer), kitap yayınları gibi iletişimin her alanını kaplar. Sadece Amerika içinde değil bütün dünyada satış ve ortaklıklar kurmuştur. Faaliyetlerinin % 44'ü radyo, tv ve sinema, ve % 56'sı yazılı basını kapsar.  Yeni Avrupa ülkelerinde pazarları ele geçirme girişimini de sürdürmektedir. Time Warner gerçek anlamıyla uluslararası iletişim konglomerate'idir. Aynı karakterde olan ve dünya pazarında egemen kurmuş diğer konglomerateler: Walt Disney, Paramount, COX, Capital Cities\ABC, CBS, NBC, MCA, Fininvest, Lorimar, Viacom, Bertelsmann, News Corp (Murdoch). Satın alma ile olan büyümeye örnek olarak SONY'nin CBS plak ve Columbia Picture firmasını, Murdoch'un 20 Century Fox'ı satın almasını verebiliriz. Bu satın alan firmalar dikkat edersek Amerikan firmaları değil. Satın alınanlar Amerikanın önemli firmaları. Ortak girişimler ise yaygınlaşmaktadır. 

    1980'den beri Avrupalı kapitalistler Amerikan örgütlenme biçimini kopye ederek Amerikayla mücadeleye girdiler. Avrupa ve diğer kıtaların iletişim konglomerate'leri ve grupları (Fransız Hachette, Alman Bertelsmann, Avusturalya'lı Murdoch'un News Corp., Italyan Berlusconi imparatorluğunun Fininvest, Ingiliz Maxwell ve Saatchi & Saatchi, japonların Asahi, Nippon, Fuji Telecasting gibi), dünya pazarında Amerikanın payını dişlemeye başladılar. Bu firmaların bazıları iletişimin her alanında iş gören concentric konglomerate (Thomson, Colombia\Sony, Fuji, Ingiliz BT, Alman Beta-Taurus) yapısındadırlar, ve diğerleri çeşitli alanlarda iş yapan   diversified konglomerate (Siemens, Hitachi, ve Hong Hong tycoon Li Ka Shing ailesinin sahip olduğu STAR-TV, Finninvest) biçimindedirler. Hong Hong'da Li Ka Shing ailesi İngiliz'lerin ticaretteki egemenliğini kıran yerli Tycoon'dur. STAR-Tv (Satellite Tv Asian Region Television) milletlerarası beş kanala sahiptir, 40 ülkeye, dünya nüfusunun yarışından çoğuna ulaşır. Bütün Güney Doğu Asya, Orta Doğu ülkelerine kadar ulaşmaktadır. Gerçi Star program politikasını 1/3 Asya, 1/3 Avrupa ve 1/3 Amerika olarak saptamaya çalışmaktadır, fakat eğlence ve müzikte MTV ve Amerikan ürünleri, ve haberde BBC World News hakimdir. Star'ın en büyük özelliği, yayını tüketiciye bedavadan vermesidir. Star'da China Int. Trade & Investment Co. yoluyla Çin devletinin ve İngilizlerin Telco Cable & Wireless firmasının hisseleri vardır. Star grubu eczanelere, süpermarketlara, mobil telefon firmasına sahiptir, elektrik, petrol, otel (Hilton ve Sheraton), ve Honghong International Terminalde önemli hisseleri vardır. Li ailesi Kanada, İngiltere ve Amerika'da da yatırımlara sahiptir. Firmalar kardeşler tarafından yürütülür. Murdoch'un News Corporasyonu İngiltere'de, Amerika'da ve Hong hong'da gazetelere, Fox broadcasting tv firmasına, Avrupa'da SKY TV'ye, 20 Century Fox film stüdyosuna, ve Harper Collins yayınevi yoluyla çeşitli ülkelerde yayınevlerine sahiptir. Firmada Murdoch'un % 45 hissesi vardır.

    Avrupa'da Tv kanallarının sermayeleri ve sahipliği  gittikçe 'yerellik" karakterini yitirmektedir ve uluslararasılaşmaktadır. Bu durum kamu kanallarını da diğer ülkelerdeki kendileri gibilerlerle ortak girişimlere sürüklemektedir. Bunu daha açık göstermek için aşağıdaki tabloya bir göz atmak yeterlidir:


Tablo 5: Önemli Avrupa Tv kanallarının finans ve sahipliği

Kanal adı

Dili

Finansı

Sahipliği

SAT-3

Alman

reklam

ZDF\ORF\SRG (alman, Austria, İsveç)(Kamu

EINS PLUS

Alman

Lisans

ARD (kamu)

TV 5

Fransız

devlet

Fransız,Belçika,İsveç(kamu)

WORLDNET

İngiliz

devlet

USIS (Amerikan Info Servis)

SUPERKANAL

Ingiliz

reklam

ITV ve Virgin (İngiliz)

SAT 1

Alman

reklam

yayıncılar(Springer, Kirch)

RTL-PLUS

Alman

reklam

CLT, Bertelsmann

PRO_7

Alman

reklam

Thomas Kirch

TELE 5

Alman

reklam

KMP, Berlusconi

La Cinque

Fransız

reklam

Berlusconi, Hersant

M-6

Fransız

reklam

CLT, Lyonaise des Eaux

Arts Channel

Ingiliz

reklam

çeşitli sahipler

Children's

Ingiliz

reklam

Thames, Thomsom (ingiliz)

Lifestyle

ingiliz

reklam

Yorkshire TV,TVS,Thomson

Priemiere

İngiliz

üye aidatı

Maxwell, Columbia, Fox, HBO,  Showtime

Screen Sport

ingiliz

reklam ve üye

ABC, RCA, ESP

CNN

Ingiliz

reklam

Ted Turner

SKY TV

Ingiliz

reklam ve üye

Murdoch

 

Japon sermayesinin (Sony gibi)  Amerikan rekord ve film endüstrisine girip kurulu dev firmaları satın almaları (Colombia, CBS records) Amerikan egemenliğinin salt bir egemenlik olmadığının ve uluslararası konglomerate sermayesinin Amerikan sermayesi olmaktan yavaş yavaş çıktığını işaret eder. Dünya Amerikan firmalarının hakimiyeti paylaştığı ve gittikçe kaybettiği bir dünyadır. Amerikan olmak artık prestij değil, tam aksi anlama geliyor: Seville EXPO 1992'de, Time\Warner, CNN ve DoPont gibi firmalar kendilerini Amerikan değil, uluslararası firma olarak görülmesini istemektedirler, çünkü Amerikan firması olarak görününce sattıkları mal yüksek kaliteli olarak kabul edilmiyor. New York Times (Şubat 4, 1992) "World Class Flop in Seville" başlığı altında bir eleştirici-editorial ile bunu kınıyor.

     Sermayenin uluslararasılaşmasının ortaya çıkardığı önemli bir netice de firmaların çıkarlarının "milli çıkar propagandasıyla" çatıştığında, firmaların çıkarı galip gelmektedir. Bunun bir yansımasını da devletin diş rekabete karşı iç endüstriyi korumak için düzenlemeler (çoğunlukla gümrük vergisi koyarak) getirmesiydi. Bu "düzenlemeler" tamamiyle çıkar çatışmalarının bir yansıması olarak kendini göstermektedir: Dev firmalar dış rekabete karşı korunma istediklerinde (ve karşılarında diğer dev firmaları görmediklerinde), arzularına erişmektedirler. Fakat kompütür iletişiminde ve ileri silah sistemlerinde önemli bir teknolojik parçayı yapan Amerikan firması Japon firması Kyocera Inc. karşısında yok olma durumuna gelince hemen devlete korunmak için başvurdu. Karşısında bu firmayı değil I.B.M ve Aerospace Industries Association'ı buldu. Amerika'da yabancı firmalar en etken lobbying'i Amerikan firmalarından geçerek yapmaktadır.  

 

 

 

     HABERCİLİK İLİŞKİSİ

     Milletlerarası haber toplama ve yayma örgütlenmesinde, birkaç kapitalist haber örgütlerinin sadece örgütsel yapı olarak değil, aynı zamanda fiilen dünya pazarlarındaki egemenliği, ve diğer ülkelerin onların yapısını taklit etmesi ve köşeye sıkışmış bir durumda bağımlı olarak bırakılması uluslarası iletişim düzeninin ve ilişkilerinin en belirgin karakterlerinden biridir. Haber toplama ve iletmede, dünyada birkaç dev örgütün dışında hiçbir media sistemi dış muhabirler tutmaya finansman bakımından yeterli değildir. Amerikanın etki bölgelerindeki haberlerin % 70'i Amerikan haber ajansları, İngiliz eski-kolonilerindeki haberlerin % 50'si İngiliz ajanslarından ve Fransızların eski-kolonilerindeki haberlerin % 45'i Fransız ajansının servisinden sağlanmaktadır. Direk sömürgecilikteki yapı yeni-sömürgecilikte\imperyalizmde büyük ölçüde yansımaktadır.[2] Bu nedenle dünya AP, UPI, Reuters, AFP, CNN gibi birkaç dev örgüte bağımlıdır. Önce bugün dünya egemenliğini süren haber ajanslarına özlü bir göz atalım:

     REUTER: Reuter kurucusu Paul Julius Reuter'dan adını alır. Reuter 1850'de taşıyıcı-güvercinle işe başladı. İngiliz kanalının altına ilk kablo döşendiğinde (1851) Londra'ya göç etti. Paris ile Londra arasında borsa-informasyonunu finans-örgütlerine satmaya başladı.

     Reuters Holdings PLC 130 ülkede 200,000 terminalde (yani pazar haberi veren kompütür-monitörüne) milyonlarca işadamı ve yatırımcı profesyoneller tarafından izlenmektedir. Reuters  kompütürleşmiş-finans informasyonu dağıtma yanında, 1992'de  uluslararası Tv haber ajansı VISNEWS'ün de kontrolunu % 51 hisseyle eline aldı. Reuters informasyonda "Decision 2000, Equities 2000, Money 2000, Reuter Company Newsyear (haber database), Reuter technical Analyst (securities software), reuterscoop(japonca), Triarch 2000, UK Equities Focus finans servislerini verir. Visnews yanında, European Community Report ve Reuters News graphics Service araçlarına da sahiptir.  Reuters'da 1940'dan beri "kurucu hissesini" elinde tutan gazete-basımcıları egemenliğe sahiptirler. Arzu etmedikleri bir değişimi kolayca veto edebilecek bir güçtedirler. Gerçi, İngiltere'nin bütün basını, Avusturalya'nın, Yeni Zelanda'nın  ve İrlanda'nın basın birlikleri tarafından trust-sahipliği nedeniyle İngiliz olarak nitelenir, Fakat Reuters % 36 Amerikan sahipliğindedir. Reuters 1991'deki 2.7 milyar dolarlık satışlarının % 77'sini informasyon ürünlerinden, % 7'sini medya ve % 16'sını da transaction ürünlerinden elde etmiştir. Gelirlerini elde ettiği yerler bakımından REUTERS gerçek anlamıyla uluslararası bir firmadır. Bugünkü ajans haberciliğinin biçimlenmesinde ve profesyonellik tarzının bu şekilde olmasında baş rolü oynayan ajanstır. Aşağıdaki tablo Reuters'ın bu gelirlerini aldığı pazarların dağılımını gösterir:

Tablo 6 Reuters'ın gelir pazarları dağılımı

Bölge

Satışı (Milyon dolar)

Yüzdesi

Avrupa, Ortadoğu ve Afrika

1,682

61

Pasifik ve Asya

522

19

Amerika kıtası

427

16

Visnews

411

4

 

Associated Press (AP): New York AP olarak 1948'de kuruldu. Kooperatiftir ve üyeleri ise Amerikan basın ve yayın araçlarıdır. Gelirinin  % 80'i Amerikan radyo, tv ve basınından sağlar. AP şebeke haberleri yayın bölümü haber ve programlar yapar, AP Broadcaster Inc. tv ve radyo bölümlerine sahiptir. 100'den fazla ülkeye haber satar, 2500 kadar muhabiri vardır, bunun 560 kadarı Amerikanın dışında 50 kadar büroda çalışır.

    UPI: 1958'de 1907'de Scripps tarafından kurulan UPA ve 1908'de Hearst tarafından kurulan International News Services'ın birleşmesiyle ortaya çıktı. AP'den farklı olarak kar yapma amacıyla kurulmuş özel bir firmadır.  1982'de News Media Corporation UPI'ı Scripps'den satın aldı. Ekonomik durum pek iyi değil. Hasta fena halde. Scripps Company sahiptir. UPI ülke çapında yayın ve radyo şebekesine sahiptir. 1907'de UPA olarak kuruldu ve 1958'de UPI adını aldı.

    AFP: (Fransız): 1835'de Charles Havas Tarafında Agence Havas olarak kuruldu. 1860'a ulaşıldığında Avrupanın her yerinde aboneye sahipti. Alman Wolff ve Ingiliz Reutors ile dünya pazarlarını paylaştılar. Ikinci dünya savaşında işgali Almanlar Havas'ı nazi haber ajansı yaptılar. Savaş sonrası diğer Fransız savaş ajanslarıyla birleşerek AFP oldu. 1957'ye kadar devlet yardımıyla ayakta durdu.  Yapısal bakımdan hükümetten bağımsızdır. 15 tane idari konsül tarafından yürütülür. Bu konsül Fransız radyo tv, basın, kamu servisleri ve çalışanlardan oluşur. Geliri üyelikten ve devlet örgütlerindendir. AFP 3000 çalışana ve bir o kadar da dünya çapında müşteriye sahiptir. Fransa'da 20 ve dışarda 70 bürosu vardır. Gunlük haberlerinin yarısı dünya haberidir.

    CNN (Cable Network News): (Amerikan, Ted Turner). Sahneye son yıllarda geldi, ve özellikle Irak savaşı sırasında resimli haber ile ününü daha da artırdı. Şimdi Tv-haberciliğinde dünya egemenliğini sürdürmektedir. Ted Turner bugün dünyanın en büyük Tv haber örgütüne sahiptir ve geleceğin Amerikan başkanı olma niyetinde.

    Dünya iletişim düzeninde, geri bırakılmış ülkeler sadece haberin ham maddesini sağlarlar. Haber toplayan ve paketleyen iletişim firmaları dünya üzerinde monopolilerini kurmuşlardır. Bu egemenlik düzeninin kuruluşu ve pazarın paylaşılması üzerindeki anlaşmanın tarihi 1800'ün ortalarına kadar gider. Reuters (1851), Havas (1853) ve Wolff (Alman, 1849), ajansları 1859'da  imperyalistlerin paylaştıları dünyanın iletişim yanını da üçe ayırma üzerinde anlaşmaya vardılar. Bu anlaşmaya gitme masa başında olmaz, pazar mücadelesinin bir sonucudur. Pazarda zaten paylaşılmış olan üzerinde anlaşmaya varırlar. Benzer şekilde, ticari iletişim örgüt biçiminin Türkiye'de egemenlik kurması da masa başında gerçekleşecek birşey değildir, Egemenlik mücadelesi her gün iletişim pazarında sürmektedir.

     Avrupalılar Amerikan imperyalist yayılmacılığının Kımıldanışını 1800'ün sonlarına doğru hissetmeye başladılar. Sonunda, Amerikan  Associated Press, bu üç güçle, 1875'de iş ilişkisi anlaşmasına girdi. Bu üçlünün imtiyazlarını kabul etti, Avrupa ve Güney Amerika'da kendi haberlerini yaymıyacağını belirtti, ve bu üçlünün haberlerini Amerika'da yayıp dağıtan bir ajans olarak çalışmaya başladı. Amerikanın gücü arttıkça ve eski sömürgecilerin güçleri yittikçe, AP'de, UPA (bugünkü UPI) ile birlikte, palazlanmaya başladı ve güçlendi. Fakat dünya egemenliğinin paylaşılmasında anlamlı değişiklik Birinci Dünya savaşından sonra geldi ve Amerikan ajansları  total egemenliği 1940'ların ortasında eline geçirdi. Yani Amerikan iletişimcileri 1850'lerden 1945'lere kadar, bağımsızlık ve egemenlik mücadelesi verdi. Bugün egemenlik altındaki ülkelerin bazılarının yaptığı aynı şikayetleri bu yüz sene süresince Amerika yaptı. O zaman, Avrupa sömürgecileri de buna normal olarak kulaklarını tıkadılar. Örneğin, 1930'da  AP'nin yönetim menejeri Kent Kooper Havas ve Reuters'ın Amerikadan alıp dünyaya dağıttığı  haberlerin sadece felaket, cinayet, linç yasaları ve olayları, siyasal problemler gibi negatif bir alana sıkıştırıldığından şikayet ediyordu. Bugün dünyanın her köşesindeki  habercilerinin topladığı ve AP'nin yaydığı haberlerin büyük çoğunluğunu kendilerinin bir zamanlar şikayet ettiği tip haberler oluşturur. Yani,  dün kendine yapılanı bugün başkalarına yapıyor. Bugün AP, UPI, Reuter ve AFP ve televizyonda CNN haberde dünya üzerinde egemenliklerini sürdürmektedir. Yerleşmiş profesyonel haber toplama ve hazırlama tekniğinin ideolojik çerçevesi içinde, sistematik bir şekilde, haberler paketlenir ve dağıtılır. Bu paketlemede profesyonelliğin ve ajansın politikasının çerçevesinin izin verdiği özgürlük sınırları içinde, gerçekte belli bir siyasal ölçüye uyarak haber toplama, üretme ve dağıtma yapılır.

    Haber ajansı profesyonel ideolojisinde örgütün merkezindeki  olaylar, merkez dışındaki (geri bırakılmış ülkelerdeki) olaylardan daha önemlidir. Çevredeki bir olayın haber olabilmesi için belli ölçüler içine girmesi gerekir. Bu ölçüler de belli bir dünya görüşünün ve politikanın ifadesidir.



[1] Wasko (1981) Hollywood film endüstrisinin siyasal ekonomisini inceleyen değerli bir yapıt.

[2] Meyer (1988)