GLOBAL SOSYAL EVRİM VE İLETİŞİM

irfan erdogan 

Toplum değişiminin anlamı ve iletişimin bu değişimdeki yeri konusunda, başlangıç, gidiş, ulaşılan yer ve sonuçlar oldukça farklıdır. Günümüzde egemen pozitivist okulun verdiği cevapların sistemli başlangıcını 18. ve 19. yüzyılın klasik evrim kuramcıları oluştururlar.

Klasik gelişme teorileri, global evrimci şemalardır ve insanlık tarihini başından sonuna kadar açıklamaya, anlamaya çalışmışlardır. İlk evrimciler, Comte ve Spencer, evrimin genel kanunlarını ortaya koyan paradigmalar ortaya attılar. Önce, konuyu anlamak için evrimci teorinin kavramlarının anlamını açıklamakla işe başlayalım.

    1. EVRİMCİ SÖZLÜK

    2. Pozitivizm: Kavram özlüce deneysel yolla pozitif bilginin elde edilmesini anlatır. Düşünce ve analiz yöntemi olarak Saint Simon ve özellikle Comte tarafından ortaya atılmıştır. “Pozitif” kavramı bu aydınlar tarafından iki temel anlamda kullanılmıştır. Birincisi, bilmenin bilimsel yolu, kesin bilgiyi anlamadır. İkincisi ise, pozitif, negatifin (yani, Fransız Devrimi'nin ve aydınlarının yıkıcılığının ve eleştiriciliğinin) karşıtıdır. Pozitivizmin, ideolojik çeşitliliği ve inanç farklarını ortadan kaldıracağı düşünülür. Pozitivizm; sistemde, kural ve değerlerde iyilik yattığını belirtir ve toplumsal yapının “sisteme faydalı ve görevsel” taraflarına eğilir. Comte'cu pozitivizm, bu “faydalı-görevsellik” kadar, toplumsal birlik ve bağlılık kavramlarına da aynı hayranlıkla yaklaşmıştır. Bu görüş, R. Brown, Shils, Parsons ve Merton gibi fonksiyonalistlerden geçerek günümüzün sosyal bilimlerindeki anayol (mainstream) yaklaşımlarına temel olmuştur.

      Pozitivizm koyduğu mekaniksel nesnelleştirme süreçleriyle bilim adamını belli bir kalıp içinde çalışmaya yöneltir. Bunun yanında, bu süreçlerle bilim adamının girişimi ve ürünündeki ideolojik yan nesnel yapılarak saklanır. Bu yönlendirme işi, sadece 20. yüzyılın bilimine ait değildir. Klasik ve yeni-klasik ekonomi katı yasalara bağlılıkla zamanı dondurmuş; statik ve tek-zaman kesitli bir bilim yaratmış; insanın ekonomik faaliyetlerindeki tarihsel dinamikliği gözardı etmiş; insanı anlamaya çalışırken insanı anlama süreci dışına itmiştir (Erdoğan, 1998; Yerxa, 1994; Babe, 1993; Gandy, 1993). Sosyoloji ve siyasal bilimde, özellikle Durkheim geleneğine bağlı kalarak, pozitivizm “sosyal verisel-gerçeklerin” toplanarak değerlendirilmesine yönelir; bu yönelimle elde edilen sonuç sürekli değişme ve çelişkidir. Örneğin bu nedenle Amerikan pozitivist sosyolojisi, siyaset bilimi ve sosyal-psikolojisinde yapılan araştırmalar ortak anlamlandırma getirecek sonuçlar sunmaz.

      Sapma: Bu kavramın, pozitivist okulda kullanılan anlamı, bizim günlük kullanımımızda “yoldan çıkma, yoldan ayrılma, sapık davranış” anlamındadır. Sosyal kaidelere, egemen gelenek ve göreneklere uymanın aksi olarak kullanılır. Kavram, kişilerin meşru sosyal rolleri yerine getirmesindeki bireysel başarısızlık anlamındadır. Dolayısıyla, sapmada hem bilinçli olarak ayrı yolu seçme ve karşıtlık, hem de başarısızlık sonucu uyamamak, uymamak, uymayı reddetmek vardır. 1960’ların sonunda Chicago’daki öğrenci ve öğrencilere katılanların protestoları sırasında sosyologlar ve sosyal psikologlar soruna çare ararken, bilinçli başkaldırıyı “tedavisi gereken psikolojik hastalık” olarak nitelemişlerdir. Sapma, sapanı topluma ve egemen yapıya ayarlamayı, bu da sapmayla mücadele politikalarını getirmektedir. Bu politikalar arasında lobodomi denen beyin ameliyatı ile bireyi işlevsizleştirme- yoluyla “sapanları tedavi” de vardır.

      Tek yönlü gelişme veya tekli doğrusal/çizgisel model: Bu tür modelde hareket belirli bir noktada veya herhangi bir noktada başlar ve tek bir yönde, tek rotada hareket ederek, belli tek bir sonuca varır. Batı'nın klasik sosyal değişim teorileri bu temele dayanmıştır.

      Organizma: Toplum biliminde, toplumu yaşayan bir organizma gibi görmedir. Toplumsal “organizma” modeli evrimci biyolojiden değil, embriyolojiden gelir ve bunun sosyolojide toplum yapısının, denge arayan ve dengedeki karmaşık biyolojik organizmaya benzeyen şekilde kullanılması, yanlış uygulanan bir kıyaslamadır. Bu yanlış kıyaslamayı evrim teorisinin modern çeşitlerinde de görürüz. Şüphesiz bazı toplumlar diğerlerinden daha geniş ve güçlü duruma gelmişlerdir, bazıları tamamıyla ortadan yok olmuş veya yok edilmişlerdir. Gelişmiş veya gelişmemiş, basit veya karmaşık olsun fark etmez, her sosyal örgütlenme, bu örgütlenme biçimini tutan koşulların değişmesiyle değişir ve onu oluşturan koşulların ortadan kalkmasıyla ortadan kalkar. Bu koşullar, sadece örgütlenmenin kendi başına biçimini değil, aynı zamanda, diğer toplumsal örgütlenmelerle --kavimler, kabileler, devletlerle-- olan ilişkisel koşullarını da içerir.

      Denge: Pozitivist okul, toplumu (ve insanı) normal halinde, parçalarıyla birlikte bütünleşik bir tümü yaratan (tümleşik) bir organizma gibi görür. Dolayısıyla dengesizlik, görevselliğin karşıtıdır ve denge, parçaların görevsel işlemelerinin sonucu elde edilen “normal ve sağlıklı” bir durumdur.

    3. EVRİM VE MODERNLİK: UYGARLIGIN GÖTÜRÜLÜŞÜ VE GETİRİLİŞİ?

    4. Evrim teorileri oldukça masum bilimsel açıklamalar olarak görünür. Fakat teoriyi, teoriyi sunan ve uygulayan insanları, onun uygulanış amaç ve sonuçları incelenirse, kısaca teori insan koşullarıyla ilişkilendirilirse, oldukça farklı görünümler ortaya çıkar: Evrim teorileri, insan organizması gibi bir bütün olarak kabul edilen bir düzeni tutma, koruma ve geliştirmeyi amaçlayan sistemin egemen ilişkilerinin ve amaçlarının açıklanması ve meşrulaştırılmasıdır. Bu teoriler dogrudan sömürgeciliğin hunharlığını ve sömürüsünü “medeniyeti götürme” olarak sunarlar. Bu teori Amerikan yerlilerinin (Kızılderililer ve Meksikalılar'ın) öldürülmesi, topraklarının ellerinden alınıp toplama kamplarına gönderilmesini “alın yazısı” (manifest destiny) denilen ırkçı bir açıklamayla meşrulaştırır.

      Evrimciler modern öncesi toplumlardan modern topluma geçişi, her ikisinin birbirinden ayrı karakteriyle izah ederler. Bunun en önde gelen klasik savunucuları A. Comte, F. Tönnies, E. Durkheim ve M. Weber olmuştur.

      Pozitivist okulun babası A. Comte'a göre, “ilerleme, düzenin kalkınmasıdır”. “Pozitivist Cathecism” yapıtındaki bu ilerleme görüşü, gerçekte günümüzdeki egemen siyasal düzenlerin ve gelişme ideolojilerinin amacının özetidir. Bu tür ilerleme için, Latin Amerika'dan Türkiye, Afrika ve diğer bütün dünya ülkelerine kadar her yerde, 20. yüzyılda kentlerde ve tarım alanlarında çalışan insanlar ezilmiş, sömürülmüş, başkaldıran gençlik katledilmiştir.

      Comte'culara göre, gelişme veya sosyal evrim entelektüel evrimin, özellikle insan düşüncesinin birbirini takip eden akılcılığının ve birikerek artan gelişmesinin birer ürünüdür. Özlüce, Comte, evrim anlayışını insan beyin fonksiyonunun (düşüncesinin) gelişmesiyle anlatmaktadır. İnsan gerçeklerini saptırarak düşünceden başlayan bu dünya görüşü, kendi gibi düşünmeyeni dışlamış ve bu dışladıklarının tehlikeli olmaya başladığına karar verince de dışlananların düşüncelerini kontrol etmek ve kontrol edemediklerini de mahkum etmek, hapsetmek ve yok etmek için her türlü yola başvurmuştur.

      Spencer ise, sosyal evrimi biyolojik organizmaların evrimine benzetmiştir. Evrimi büyüme, farklılaşma ve yeniden bütünleşmeyle açıklamıştır. Spencer'in organizmacı görüşü, Amerikan düşünçe tarzında 1960'ların sonuna kadar egemendi. Modernleşme teorileri, evrimin içsel (toprak, iklim, nüfus miktarı ve sıklığı, teknoloji, ekonomik faktörler) ve dışsal (savaş ve ticari ilişkiler) nedenlerle oluştuğunu savundu.

      Tönnies, sosyal değişimi cemaatten topluma geçişle açıklar. Cemaat üyeleri arasında, yakın ve kapsamlı hissi bağlar, dayanışma, uyum ve karşılıklı güven özellikleri egemendir. Toplum ise, Amerika’nın bazı dükkanlarında asılı levhalardaki mesajlarla açıklanabilir: “Tanrıya güveniriz; Tanrıdan başkası peşin öder!” “Kredi sadece 90 yaşından fazla olanlara, eğer anne ve babalarının refakatinde gelirlerse verilir”. Veya bir İngiliz politikacısının dediği gibi; “İngiltere için ebedi dostluk değil, ebedi çıkarlar söz konusudur.” Toplumda geçiş için, kişisel olmayan ticari ilişkiler karakteri egemendir ve her kişi diğerinin sırtından avantaj sağlamaya çalışır.

      Durkheim toplumsal farklılaşmanın sosyal sonuçlarıyla ilgilenmiş; global bir evrim teorisi yerine, basit veya eski toplumlarla yeni-modern toplumların karakteri üzerinde durmuş ve değişimi, Tönnies gibi, evrimi karakterlerin birinden diğerine geçişle açıklamıştır.

      Max Weber de evrimi, benzer şekilde, modernlik öncesi toplumdan modern topluma geçişle tanımlamıştır. Weber, Batı toplumlarının genel yapısını incelemiş ve bu yapıyı “ideal tip” olarak belirlemiştir. Weber'e göre modernleşme; mit, efsane, büyü ve gelenek üzerine ağırlık verme yerine, akılcılığa, başarı kazanmaya ve gelişmeye eğilmeye geçiştir. Weber'in ideal tipi, 1950 ve 1960'lardaki kalkınma teorileri, iletişim ve yeniliklerin yayılması yaklaşımları tarafından temel yapı olarak ele alınır. Weber kapitalizmin yükselişini kapital birikimi, değerlerin ve fikirlerin, özellikle Protestan ahlakının egemenliğiyle izah eder. Böylece Weber, sadece kendi çıkarı, yatırım ve kar ve daha çok kar peşinde koşan kapitalisti, 16. yüzyılın Calvinist doktrini ve 17. yüzyılın İngiliz ahlaksal-arınmışlığıyla (puritanizm) kutsamıştır: Tanrı kendine yardım edenlere yardım eder... Bu çok önceden Müslümanlıkta “deveni önce sağlam kazığa bağla, sonra Allah’a emanet et” olarak belirlenmişti. (bu sonradan uydurulmuş bir söz değilse tabi). İngiliz sömürgecileri dünyayı soyma işini kıtadan kıtaya koşarak gerçekleştirirken ve taşımayı ve ulaşımı kolaylaştırmak için raylar döşerken; Tanrı ve Tanrı'nın temsilcileri kutsal giysileriyle her zaman orada yer almışlardır. Hatta çoğu kez önceden oraya gidip yerleşmiş ve düşünsel alt yapının hazırlanmasına yardım etmişlerdir. Örneğin, Tanrı dün İngiliz kraliçesini “takdis” ediyordu; Bugün Amerikan sermayesini emperyalist sömürü serüvenlerinde “takdis” etmektedir. Osmanlı İmparatorluğu'nun yükseliş devrinde cihatlarla ordunun köle-emekçileri Allah yolunda şehit olur ve padişah için şan alırken, Osmanlı yönetici sınıfı da materyal ganimetleri paylaşmaktaydı. New York'un gökdelenlerinin muhteşem toplantı odalarında süper-kar planları görüşülür ve “Tanrı Amerika'yı kutsar” (God bless Amerika) diye kadehler tokuşturulurken; aynı binanın hemen dibinden veya temelinin altından geçen metrolarda aç, işsiz ve evsiz insanlar, nedense, Tanrı tarafından yoksunluk ve yoksullukla kutsanmaktadır. Weber, “Toplumsal etkinliğin yönü, ussal olarak güdülenen çıkarlar arasındaki bir uzlaşma, ya da yine bu biçimde güdülenen çıkarlar arasındaki eşgüdüm üzerine dayalı ve dayalı olduğu ölçüde de toplumsallaşmıştır” ifadesiyle ilişkilerin içeriğini gizlemektedir (Weber, 1995:72). Weberci düşünüye göre, kendini işe adamak, zenginlik elde etmek, zaman ve para biriktirmek yolunda gidildi mi toplum kalkınır. Bu nedenle, bir ülkenin az gelişmişliği bu insanların aylaklığına, tembelliğine atfedilir ve iletişimde, Türkiye'de bazı iletişim profesörleri tarafından meşhur edilen Wilbur Schramm, Daniel Lerner, J. Fiske ve D. McQuail gibiler anlatılır ve aktarılır. Eğer halk kemerleri sıkar ve aylaklığı bırakıp hızlı çalışmaya girerse, kalkınmamaları için hiç bir neden olmadığı anlatılır.

      19. yüzyılın yayılmacılığı, medeniyeti götürme diye alkışlanmıştır. Medeniyeti götürme işinde, ikna işini misyonerler ve istilacı/ silahlı güçler; medeniyetin ürünlerini taşıma işini ise tüccarlar üstlenmiştir. Medeniyet adına birçok insan grubu ve ülkeler kendilerini kendi istedikleri biçimde yönetme haklarından mahrum edilmiştir. I. Dünya Savaşı'nın bitiminde kurulan Milletler Cemiyeti'nin egemen güçlerinin amacı, ABD Başkanı Wilson'un belirttiği gibi, “kendilerini yönetme gücünden yoksun ülkelerin insanlarının kalkınmasının sağlanması, medeniyetin kutsal işi” olarak sunulmuştur. ABD yönetimince Temmuz 1919’da Anadolu’ya gönderilen heyetin raporu; “ABD, insaniyet duygularıyla Türkiye mandasını kabul edecektir. Rumeli ve Anadolu Türkiyesi’ni medeni hale getirmek için yüzbin Amerikan askeri yeterlidir.” şeklindedir. Böylece, emperyalizmin ve koloniciliğin adı “medeniyeti götürme” olmaya devam etmiştir.

    5. DEĞİŞİM VE KİTLELERE DÜŞMANLIK

Değişim korkusuyla gelen düşmanlık, özellikle, toplum içinde kapladığı yeri ve bu yerdeki ilişkiler yapısını kaybetme korkusu, belli kişileri daima tedirgin etmiştir. Bu tedirgin kişilere bilim adamları ve filozoflar da, yani bilim yapanlar da dahildir.

19. yüzyıl ve 20. yüzyılın başları, kapitalist ülkelerde işçi sınıfımücadelelerinin yoğunlaştığı zamanlardı. Avrupa ve Amerikan kapitalizmi oldukça zor zamanlar yaşıyordu. Bilim normal olarak bu durumla ilgili ortaya çıkan sorunlara cevap verme çabasına girmişti. Aristokratların kendilerini surlarla çevrili şatolarına hapsetmeleri ve şatoların içinde, zenginlikleri paylaşan asalak yönetici gruplarla birlikte bu surlar içinde yaşamaları, dışarı çıktıklarında silahlı şövalyeleriyle birlikte olmaları, sadece “dış istilalar” korkusundan değil, sömürdüğü insanlara yönelik korkusundandır. Benzer şekilde, günümüzün zenginlerinin ve yönetici sınıfın koruyucu denen kiralık kalkanları veya saldırgan örgütlü güçleri olması da aynı nedendendir. Bu korku tarih boyu egemenliğin hizmetindeki bilim adamlarını “tedbirler” önermeye itmiştir. 18. yüzyıl sonunda R. Malthus, İngiltere’de toprak ağalarının egemenliğini azınlıkta olan burjuvalarla paylaşarak sürdürdükleri düzende, topraklı asillerin sınıf çıkarlarını korumayı amaçlayan “nüfus teorisini” ortaya atmıştır. Malthus’un 1798'de yayınlanan “Essay on Principle of Population” yapıtı, William Godwin'in sosyalist teorisine tepkiydi ve toprak ağalarının sınıf çıkarlarının bir manifestosuydu. Malthus, “aşağı sınıfların” ve halkın sefilliğinin ve umutsuzluğunun “doğa kanunlarının bir sonucu” olduğunu belirterek, yoksunluğu ve yoksulluğu evrensel bir doğal kaideye yüklemiştir. Bu yoksulluk durumundan kurtulmalarının tek yolu olarak da bu insanların çoğalmalarında azaltmayı (nüfus kontrolünü) önermiştir. Malthus'un zamanında burjuvazi hızla güçleniyordu ve bunu sadece ekonomik alanda zenginlikle değil, örneğin serbest ticaret gibi feodal yasal değişiklikle de kazanmaktaydı. Malthus bu gelişmeye ses çıkarmadı. Malthus'un bu teorisi hem kapitalist sosyal bilimlerin bütün dallarında benimsendi (ve hala benimsenmektedir), hem de İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki “modernleşme” adı altında sürdürülen yeni sömürgeciliğe geçişte “az gelişmişliğe neden ve çareler” içinde başta gelen öneri olarak sunuldu. Bu da seçilen teorilerin kazara seçilmediğini ve sınıf çıkarlarını yansıttığını işaret etmektedir.

Bu yansıma, kapitalizmde 19. yüzyılda artan işçi hareketlerine karşı kışkırtılan teorilerle de devam etmiştir. Günümüzün teorilerinin temelini kuran bu ilk teoriler başkaldırıların nedenini araştırır, başkaldırıya karşı korkuyu içerir ve kontrol etme zorunluluğu ve yollarını getirir. 1895'de Gustave Le Bon'un “Kalabalıkların Psikolojisi” başlıklı çalışması, bu sınıf korkusu ve nefret duygusunun bir ifadesidir: Le Bon çalışan insanları “çılgın kalabalık” ve “zihni bakımdan bulaşıcı hastalıklı” olarak niteler. Bu insanları kitle toplumu tarafından üretilen “kendi arzularıyla hareket etmeyen otomatlar” olarak tanımlar. Le Bon, milli gelenekleri kapitalist kentleşmeyle gelen kozmopolitanlığa karşı savunur. Eşitlik prensibine düşmandır. Kitle toplumunun ortaya çıkmasının ve “tehlikeli sınıfların” kentleri doldurmasının, elitlere ve mülkiyet sahiplerine karşı tehlike olduğunu belirtir. Bu durum karşısında, “bir mühendisin bir seli kontrol ettiği gibi” kitlelerin yönlendirilmesi zorunluluğunu savunur. Le Bon'un etkisini, propaganda incelemelerinde, Lasswell’in kitle anlayışında; propaganda tekniklerinde; iletişimin kişisel psikolojisine ve laboratuar araştırmalarına eğilen L. Festinger'in yaklaşımında buluruz.