Üç bin küsür yaşındaki

  Kendim Hakkında

 

 Ben bir zamanlar bir yerde doğdum. Benim de annem ve babam vardı. Beni büyüttüler. Okullara gittim. Birkaçı gaddar fakat çoğu iyi olan öğretmenlerden ders aldım. Futbol oynadım. Futbol benim kaçıştaki sığınağım oldu hep. Bazen okulu asıp sinemaya gittim. Hep istemeden kavga ettim: delikanlı olmak kolay değildi eski Ankara'da. Küçük yaştan beri epey aşık oldum. Mutluluk ve mutsuzlukları tattım. Mutlu ve (farkında olmadan) mutsuz ettim. Diplomalar aldım: Kaliteli köleliğimin kanıtı kağıt parçaları. Çerçeveleyip asmadım bile. Akademik ciddiyet bana daima gülünç ve yapay geldi. Sosyal bilimlerdeki "akademik dil kullanma baskısı ve arzusu" da ayrımcılığın, özentinin ve mistikleştirmenin göstergesi olarak midemi bulandırdı hep: Düşünsel ve materyal zenginliklerden yoksun bırakılmış ve değersizleştirilmiş insanın, "maddeye sahiplikten ve statüden geçerek kendi gibilere üstünlük taslayan hastalığı... Kendini özgür sanan serbest kölenin değersizliğinde değer arayışına bulduğu yanıt...

Bir sürü yerde ve türde işler yaptım. Çok az kişinin yaşamadığı güzellik ve çirkinlikleri yaşadım. Ben sermayenin özgürlük uydurularıyla anne ve babalara küfreden müziklerin yüceltildiğini gördüm. Bir hastahanenin soğuk odasında biri doğarken ölümle karşılaşınca “neden ben?” diye Tanrıya isyan ettim. Evlendim. Baba oldum. Çocuğuma şekerli ve yağlı zehirleri yedirtmeyecek, Pepsi ve Coca Cola gibi zararlı şeyleri içirtmeyecektim. Çocuğumu toplumu soyarak ve başkalarını yoksun bırakarak kendini zenginleştirmeyi düşünen şekilde bir bireysel ve sosyal bilince sahip insan olarak değil, toplum içinde ve toplumdan geçerek insana karşı sorumlu bir bireysel ve sosyal bilince sahip insan olarak yetiştirecektim. Asla yetiştiremeyeceğimi biliyorum artık. Televizyon denen ve evimin en gözde yerini işgal eden biliş ve bilinç biçimlendirme aletiyle çocuklarımız daha konuşmayı bile öğrenmeden bizim elimizden alınmakta. Bana düşman olan her şey sanki dost gibi benim içime işlenmiş ve evimin her yerinde. Duamda o var, laikliğimde, iyiliğimde ve kötülüğümde de. Hiç değilse ölüm saçan endüstrilerin modern kimyasal zehirlerini evimde barındırmayacaktım. Olmadı; çünkü benden olan ve ben diyen ben, kendine ve kendinin olana düşman bir ben. Daha fecisi bu ben kendinden olmayana ve kendini köleleştirene kılınan ve öykünen bir ben. Bu ben kölelik koşullarında ancak böyle nefes almaya izin verilen ve ancak böylece kendine yaşatılan yaşamdan ve kendinden intikam alan bir ben.

Evimdeki televizyonla, süpermarketteki çekici paketlerle, okulda "hazır ol! rahat" komutuyla, eğitim bakanlığının bağımsız-sömürgede öğretmeyerek öğretme politikalarıyla. özel dershanelerde testlerle, bireycilik ve özgürlük diye sürüleştirmeyi satan moda, cola ve kozmetik endüstrileriyle sürekli geri zekalılaştırılan bilincin bilgiçlik taslamasına karşı durabilen var mı? Modernlik, gelişmişlik, insanlık, demokratiklik ve özgürlük taslayan "bilmiş-cahil pazar bilinciyle" kim başedebilir? Güzelliği kendi vücudunda ve kendi varlığında bulamayan; onun yerine satın aldıklarıyla, orasına burasına taktıklarıyla, kravatı dahil giydikleriyle, yedikleri ve içtikleriyle değer bulan ve güzel olduğunu sanan pazar maymununa dönüştürülmüş insandan "zincirlerinin halkalarını her gün üretirken efendilik taslayarak ve efendilerini savunarak" kölelik koşullarını korumasından öte ne beklenebilir ki? Baskı, terör ve ücret politikalarıyla çıkmaza sokulan insanın baskıyı, terörü ve politikaları belirleyen ve ona "istediğini veren" yılanına sarılışı denir buna...     Ben birkaç bin yılın sonunda erişilen en yüksek seviyedeki alçalmışlık, hipokrasi ve gaddarlık çağının yoğun çabalara rağmen ortaya çıkan yan ürünlerindenim. Ben bu çağın sahte insanlık, demokrasi ve özgürlük satışının da bir kanıtıyım ne yazık ki. Ben, birkaç bin yıllık yaşımla, alçaltılmış yaşam biçimlerinin ve bu biçimlerin hasta bilinçlerinin egemenliği altında insanlığını "ararken yitiren" insanın yardımıyla bile yok edilemeyen çok yaşlı bir bilincim. Beni tarih boyu hep zindanlara attılar ve öldürdüler. Günümüzün en gelişmiş sahtekarlık çağında öldürdükten sonra siyasal, ekonomik ve bilinç pazarında satış malzemesi yaptılar: Şapkalarda, tshirtlerde, kitaplarda, resimlerde, cdlerde, filmlerde, sloganlarda dostlara pazarladılar beni. Benden para kazandılar. Aynı zamanda, Luna parklarda silah ve ok atış poligonlarında hedef tahtasına koyup, benden olana beni tekrar tekrar vurdurdular. Vurdururken bile hem para kazandılar hem de "kendine düşmanlığı" beslediler. Bazen bir anıt diktiler, sokağa veya parka adımı verdiler: Dostlara ve yeni yetişenlere gözdağı vermek ve bilinçlere psikolojik savaşın soğuk terörüyle korkuyu işleyerek insanları sindirmek için.

Ben her sabah Ankara'nın kirletilmiş iğrenç renklerle dolu havasını yaşarken, binlerce yılın üzüntüsünü hissediyor ve bir şeyi değiştirememenin öfkesini taşıyorum. Keçiören'de 3 milyon dolarlık zenginlik harcanarak yapılmış Estergon kalesine ve onun açılışında coşan yoksullar kitlesine bakıp şaşıyorum. Estergon kalesine gidişe ve Avrupa Birliğine girmek için yapılan en adi tüccarlığı bile geride bırakan kölece yarışa bakınca, her iki taraftaki insanımsıların insanlığa yaptıkları karşısında kusmamak, öfkelenmemek ve üzülmemek kolay mı? Gene de benim üzüntüm kadar öfkem bile iyi bir şeyler için…

Öte yandan, benim sandığım ötekiliğimde benim gaddarlığım ve tarihte yaptığım bütün katliamlar hep kutsal tanrılar, kutsal aile değerleri, kutsal vatan, yüce olduğu söylenen şeyler içindi. Ve bu kutsal ve yüce olanların hepsi de benim köleliğimin ve bilişsel yoksulluğumun kanıtlarıydı ve hala da öyle: Ben kendini durmadan öldüren bir katilim; insan ve tanrı aşkında bile.

Her şeyden nasibimi aldım ben. Kağnı teknolojisinden 21. yüzyılın post-modern durumuna kadar geçen birkaç bin yıllık bir ömrüm oldu: Çok az kişinin yaşayabildiği ve yaşayabileceği bir yaşam sürdüm. 21. yüzyılın "hızla değişerek değişmeyen" çevreye ve insana hunharlık yapan üretim ve ilişki biçiminde hızla yaşlandım. Yaşlandığımı asla kabul etmedim. Edemiyorum. Hep genç hissettim kendimi. Ama aynadaki ben ben değilim.

Binlerce yıl geriye baktığımda bazen pişman oldum. Bazen de pişman olduğuma pişmanlık duydum.

Bir gün ölecek miyim acaba? Dünyaya kazık nasıl dikilir, bir bilsem. Silahlar, örgütlü baskılar ve bilinç yönetimiyle sürdürülen dünya egemenlikleri de bitecek bir gün. O günün insanı asla bizler gibi olmayacak, nasıl ki 1980'in çocukları bizler gibi değilse. Babam, dayağıyla feodalizmi ve foteri ve kravatıyla kapitalizme geçişi yaşadı. Ben birkaç bin yılı yaşadım. Benim çocuğum sadece küreselleşen kapitalizmin yaşında; çok genç ve sadece bir yüzyıl kadar daha yaşayacak. Çocuğumun çocuğu yüzyıllık hayatında belki de sadece birkaç yıl yaşayacak. İşte buna tarihin sonu denir: Bugünkü şirketler dünyasının yoksun bırakan çıkarları için dünün faydasızlığı ve yarının nasıl olsa bugün gibi olacağı...

Ben yanlış olmaktan korkmayan ve daima yanlışlıklarla dolu insan olduğuna inanan bir insanım. İnsanlık için en tehlikeli insanlar, doğruyu ellerinde tuttuğunu sanan ve çok daha kötüsü yanlış yapmaktan ödü kopan ve kimsenin yanlış yapmasına tahammül edemeyen insanlardır. Dünyanın en tehlikeli ve düşünsel bağlamda pespaye insanımsıları, dünya en gelişmiş kölelik, kültürel sömürü ve çevre talanı koşulları yaşarken, “herkes düşünce özgürlüğüne sahiptir, herkesin kendi doğrusu vardır” diye söze başlayarak “post-modern durum”, kültürel çoğulculuk ve farklılıklarla yaşama teranesi okuyanlardır. Küresel talanın gönüllü parçası olan bu insanımsılar kadın hakları, azınlık hakları, çocuk hakları ve insan hakları tüccarlığını da yaparlar.

Benim günüm sabah saat 5’de, en geç 6’da başlar. Birkaç saat evde çalışırım. Sonra, elimden alınan kendimi yeniden üretme koşullarını serbest kölelikte maaşla belirlenen koşullardan geçerek üretmek amacıyla okula giderim. Okulda ders dışı zamanda okuma ve yazma olasılığı çok sınırlıdır; çünkü okullardaki egemen üretim tarzı, çay ve kahve eşliğinde dedikodu, tembellik, dalkavukluk, bireysel kıskançlıkların yeniden üretimi bağlamları içinde döner durur. Ben zararsız dedikoduyu severim; ama çaysız, kahvesiz ve zehirsiz olmalı. Akşam eve döndükten sonra en az dört saatimi okuma ve yazma ile geçiririm. Hafta sonlarında, başka şeyler bulamazsam, günümün önemli bir kısmı gene okuma ve yazmayla geçer. Ben boş kalamam. Boşluk beni yaşamın dayanılmaz ağırlığı altında ezmeye başlar. Bu benim hayatım.

Ben üretmeyeni üreten ve çağımızın materyal ve düşünsel soygununu ve çevre talanını ürettirenlere gizli hayranlıkla bakan bir örgüt kültürünün ve dolayısıyla aksini üretene düşman kesilen bir egemenliğin de parçasıyım. Ben günümüzde üretilenlerin ve üretim süreçlerinin yeniden gözden geçirilmesini, insana ve doğaya zararlı üretimin yapılmamasını isteyenlerdenim: Zararlıysa üretilmemeli. Hiçbir endüstri, yani hiçbir örgütlü çıkar grubu (insan), zehir ve ölüm üretme özgürlüğüne sahip değildir. Ama üretiyorlar; çünkü özgürlüğü tanımlayan ve belirleyen onlar; sen değilsin. Ben sosyalleşmiş üretimle yaratılan değerlerin (zenginliklerin) paylaşımının da sosyal olmasını, yani sosyal üretimle yaratılan zenginliklerin, meşrulaştırılmış gasp yoluyla, özel çıkarlar tarafından paylaşılarak yoksunluk ve yoksullukların yaratılmamasını düşünen biriyim. Bu nedenlerle ben hasta bir dünyada pek de sağlıklı düşünmeyenlerdenim. 

İnsanlığın "ne ve nasıl olduğunun" "bir şeylere sahiplikle" değerlendirmesi üzücü değil mi? Biçim ile, örneğin iyi üslup gibi son moda spor ayakkabıyla kimlik kazanarak özü unutanlar ve unutturanların derdi ne dersiniz? Özü bilmenin tehlikeli olduğu veya öne çıkarlara zararlı geldiği veya bireysel duyguların çıkmaza girdiği durumlarda biçim öne geçirilir. Biçim konuşulur ve ya öz kasıtlı olarak bir yana itilir ya da özü biçim tanımlar. Örgütlü baskılardan ve çıkar yapılarından geçerek yaratılan insanın insana kulluğunun en yüksek seviyede olduğu bu yüzyılda özün yerini artık biçim almıştır. Satın alınarak kullanılan ve tüketilen, dolayısıyla sürekli olarak satın alınılması gereken biçim özü tanımlamaktadır: Son moda bir güneş gözlüğünün yüzü tanımladığı ve kimlik kazandırdığı gibi....

“Soruşturulmayan hayat yaşamaya değmez” demiş bir filozof. Bence bu söz yetersiz: Herkes soruşturur. Önemli olan soruşturan kim, neyi nasıl, ne ve kim için ve ne sonuçla soruşturuyor?

Bu web sayfasını kullanacaklardan ricam şu: Benimle aynı fikirde olabilir veya olmayabilirsiniz. Ben benimle aynı fikirde olmayanlarla, nedense, daha çok anlaşmışımdır. Benim için önemli olan biçime değil, öze bakarak değerlendirme yapmanızdır. Biçim kesinlikle özün yerine geçmemelidir. Biçim kesinlikle özü tanımlamamalıdır. Önce ne dediğimi anlamaya çalışın; sonra, denileni yaşananla karşılaştırarak anlamlandırın. Bu karşılaştırmayı yaparken “yaşananı” “belli bir zaman ve yerdeki insanlık durumu” olarak ele alın; çünkü yaşanan durum evrensel insan gerçeğini anlatmaz; belli üretim biçimi ve ilişkilerindeki insanlık durumunu anlatır.

Birilerini sevmeyebilirsiniz. Sevin de demiyorum. Sadece ne yapıldığına ve denildiğine bakın, ne denildiğini duymaya çalışın. İşinize gelen bir veya iki kelimeyi seçerek doğruluğunuzu kanıtlamayın. Tümüyle ne deniyor ona bakın.

Ben ne Fenerbahçeliyim ne GS ne de BJK'liyim. Ama ben Roma arenalarında sirk ve ekmek politikalarıyla eğlendirilerek 21. yüzyıla getirildim ve geldim. Ben binlerce yıldan beri maçtayım: Firavunların mezarlarını yapan benim; Spartakus'un ordusuna katılan da. Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şen bir şekilde benim durumumdakileri kıran ve kırılan da başkası değil, benim. Zapata'nın yanında Meksika'da savaşan gene bendim. Kapitalist sermayenin işçi sınıfının yarısını kiralayarak diğer yarısını yoksun ve yoksul bırakmak ve gerektiğinde öldürmek için ücretle/maaşla tutulan ben değil miyim? 1917 Sovyet devrimine katılan ve 1990'larda onun çökertilmesini kutlayan da benim. Irakta ölen ve öldürülen gene benden başkası değil. Ben kapitalistin iş yerinde ezilenim ve sermayenin verdiği ezme şansıyla ezebildiğimi ezenim. Kısaca, ben binlerce yıldır bütün maçlarda oynatıldım, oynadım ve bütün maçları seyrettim ve seyrettiriliyorum.

Ben artı-değerin ya da toplumun çalışarak yarattığı zenginliğin üstüne yatacak sermayeye ve güce sahip olmadığım için kapitalist değilim. Kapitalizmin yönetimsel sömürgenliğinin bir parçası olan sosyal demokrat falan da değilim. Ben iğrençleşmiş, üretmeyen, tembel, asalak. haris, liyakar ve benzeri karakterdeki insanların her tür üretim tarzında, her yerde, olacağı olasılığını biliyorum. Ben ilksel komunizm hayalperesti hiç değilim; küresel pazarda yerel siyasal gücü ele geçirerek değişim gelemeyeceğini de çok iyi biliyorum. Benim dinsizlikten başlayarak çok ve tek tanrılı dinlere kadar değişen bir çok teolojik kurtuluş ve umut yollarım oldu. Ben tanrı yapıp satamadım; bana satıldı: Benden zenginlikler alınırken bana tanrılar verildi ve cennet vaadedildi. Ben insan olmaya çalışan ama bir türlü izin verilmeyen, insan olmaya çalıştıkça, insan olduğunu iddia ettikçe, sesini yükselttikçe ve sessiz kaldıkça insanlığını yitiren tarihsel bir insanım. Ben bir humanistim kendimin ve insan pazarının insancılsızlığında yutulan.

Ben hem olmak isteyip hem de olmak istemeyip olamadığım senim; Sen de, aynı şekilde, olmak ve olmamak isteyip olamadığın bensin. Biz kullandık, kullanıldık ve birlikte yarattık zenginliği başkaları için ve yoksulluğu ve acıyı çoğumuz, kendimiz, için. Biz aşkta bile sefiliz; özellikle en çok istediğimiz ve en değerli tuttuğumuz amaçlarımızda hastalığımız apaçık olarak iğrenççe sırıtır durur. Biz materyali ve düşünselini yaratırken, bu materyalle ve düşünselle birlikte kendimizi, kendimize ve birbirimize düşmanlığı da yaratırız. Biz ne yaptık binlerce yıl? Binlerce yıl birbirimizi hem materyal hem de duygusal bağlamda yoksun ve yoksul bırakmayı çok iyi başardık. Buna da devam ediyoruz.

Bu web sayfası insanca iyi amaçları olanlar ve öğrenmek isteyenler için düşünceler ve kaynaklar sunmaktadır. Kendi bireysel kıskançlıklarına veya çıkarlarına uygun gelmediği için biçimle uğraşanlar, “erkek söylemini yeniden-ürettiğimi” söyleyecek kadar acayip ve bağnaz olanlar, kısaca amacı birlikte öğrenmek ve gelişmek olmayan ve/veya aşağılık duygularıyla kavrulan tehlikeli-zavallılar için de epey malzeme var.

Üslubum nasıl olursa olsun, beni anlamak isteyen anlayacaktır. Üslubumu öne sürerek sunduğum özü bir kenara itenler için üslubum işlevsel bir bahaneden başka bir şey değil. Benim üslubumu binlerce yıldır değiştiriyorlar: Bu sıralar start almayı öğreniyorum; Show, Star, CNN, Avrupa Birliği ve IBM Türklerle eğlendiriliyorum. 

Yukarıdaki yazdıklarım üzücü gerçekler belki. Bu yazdıklarıma bakarak beni yanlış resmetmeyin. Benimle daha ilk karşılaştıktan ve konuştuktan sonra şen ve şakrak ve de gırgır biri olduğumu görürsünüz; duygusal sömürüye çok açığımdır: Eski Türk filmlerini seyrederken, 'manyak mısın sen bu sadece kurgu' dememe rağmen gene de ağlarım: ben insana zarar veren haksızlığa dayanamam. Haksızlık yaparım ve bunların çoğu kendimedir. Benim bilgisayarımda kötüye kötü ol diye kendime hatırlatma yazılıdır. Kötüye bile kötülük yapamıyorum ben. Her gün hatırlatırım kendime, ama kötüyle karşılaşınca, bana saldırmıyorsa, hep acırım. Ben Makyavellinin kolay kurbanıyım. Ben binlerce yıldır böyle yoğruluyorum ve yoğrulurken yoğuruyorum.

Ben buyum işte. Peki sen? Kendine hiç sordun mu? Sen kimsin?

İrfan erdoğan