KAPİTALİST BİÇİMDE VE 21. YÜZYILDA DÜNYADA KÖLELİK

irfan erdoganreindeer3.gif (9123 bytes)

18. yüzyılda belirgin olarak kendini gösteren ve hızla gelişip yayılan “endüstriyel devrim,” Avrupa'da, kitlelerin sermayenin elinde, 5 yaşında başlayan zor koşullarda çalışma, yaşama ve ölmeyi getirmiştir. Aynı zamanda işçi hareketlerinin ve sendikaların önce işçi haklarını koruma amacıyla ve ardından bu amacı üretici kitlelerin toplum yönetimine hakkı olarak gelişmesi gelmiştir. Sadece kentsel alanlarda değil tarım alanında da makineleşme ve ticari, finans, banka ve yatırım sermayesinin fazla kâr arayışı ve çalışan kitlelerin yaşam koşullarının gittikçe kötüye gitmesi, ekonomik krizler, insanların örgütlü direnişle durumlarını değiştirecekleri olasılığını önlerinde görmeleri, örgütlü başkaldırıları daha da çoğaltmış ve yoğunlaştırmıştır.

Endüstriyel devrim sürecinde, bilmem ne meşhurun keşfettiği veya bulduğu bilmem ne masalıyla başlayan tarihsel-hikayeleme biçimleri hem bilgiyi ve bilgi birikimini kişiye indirger ve topluma mal edilmesini ortadan kaldırır, hem de sermaye tarafından kolayca satın alınmasını sağlar. Böylece, “buldu, keşfetti” denen kişiler satın alınarak sermayenin bir parçası olurlar. Bu durum günümüzde ileri kapitalist ülkelerde daha örgütlü ve sömürgen bir biçim almıştır: Devlet yoluyla araştırma ve geliştirme için özel teşebbüse ve üniversitelere milyarlarca para halkın cebinden verilir. Araştırmalar sonucu elde edilen bulguların patenini bir iki kişi veya firma alır. Böylece toplumun materyal gücünden ve bilgi birikiminden faydalanarak elde edilen bir sonuç, özel sermayenin eline ve kullanımına verilir. Bu da tabi, diğer bir vurgunluk ideolojisini desteklemede kullanılır: Çalış zengin olursun. Kapılar açık, bu “açık toplum” (Open Society and its Eenemies kitabını okuduysanız ne demek istediğimi çok daha iyi anlarsınız), seni engelleyen senden başka kimse yok. Yeter ki çalış. Aksini söyleyenler düşmandır, bölücüdür, yıkıcıdır, yarı dolu bir bardağa bakıp yarı boş diyen nankörler, kafadan sakattır, engellenmişin ve başarısızlığa uğramışın öfkesiyle doludur, tedaviye muhtaç saldırgan biridir.

Modernce, modernliğe eğilerek devam edelim: "Modern dünya" kavramını kasıtlı olarak kullandım: Bu kavram, buna bağlı gelen birçok kavramlarla birlikte vurgunluk yaratma politikasının temel kavramlarıdır. Hiçbir devirde, hiçbir sosyal birim kendinin modern ve düşmanının\alernatifin kötü olmadığını iddiadan geri durmamıştır. Modernlik, ayırımın, ırkçılığın, egemenliğin ve eşitsizliğin meşrulaştırılmasını getiren kavramlara bir destektir. "Modern" kendini beğenmişlik ve üstünlük duygusunu silah gibi içinde taşır: İyi ve ileri BİZ; Kötü ve geri onlar (bak, BİZ kocaman, onlar ufacık! Gerçi BİZİM 6. Filomuz var, ama sizin İstanbul limanınız ve genel evleriniz var. Dostça ve demokratik ve serbest pazar ilkelerine göre ilişki ye devam ederiz böylece. ONLAR çok kötü, ilkel ve gaddar, insan haklarına hiç de riayet etmiyorlar: Bak Altıncı filomuzun dinlenmek için dostça gelmiş para harcayarak turizmle (=resmileştirilmiş ve devletçe desteklenen modern orospulukla) kalkınmanıza yardım edecek. Katı-turizmi istemiyorsanız, o zaman yumuşak turizme ne dersiniz?)

Bir zamanlar modernle birlikte az gelişmişlik kavramı vardı. Vurgunları hoşnutsuz edip, onlara aşağılık duygusu verip başkaldırı olasılıklarını azaltmak ve umut verme politikasının\stratejisinin bir parçası olarak, bu kavram atıldı ve yerine "gelişen\kalkınan ülke", "gelişmekte olan ülke" kavramları getirildi. Bu kavramla “yarıştayız ve kazanma şansımız var. Ha Allah, ya Allah, valla yaklaşıyorsunuz” yemiyle karın doyurulmaya çalışılır ve vurulan da iştahlanır. Gelişmekte olan ülke gelişirken öndekiler yerlerinde mi sayıyorlar? Kapitalist dünya egemenliğinde "gelişmekte olma" daima öndekinin, eğer şanslıysa, gerisinde olması, gerisini yalaması demektir. Neden? çünkü öndekinin önde olması arkadakinin arkada bırakılmasına bağlıdır. Arkadaki kapitalistin gelişmiş olması öndekinin payına el atmasıdır: Unutmayalım, dünyanın zenginlikleri havada armut gibi asılı durmuyor, vatan millet teraneleriyle mehter marşı da çalmıyor, paylaşılmıştır. Bu paylaşılmışta gelişmekte olanın önde gidene bir adım yaklaşması, önde gidenin gasp-ettiğine bir diş atması demektir: Saddam’ın attığı adımın Saddam için sonucu buna güzel bir örnek değil mi? Petrol çıkarlarını korumak için Bağdat’ın başına uzaktan ateş yağdırdılar.

Modern dünya Yeni-kolonicilik\yeni-emperyalizm (bu kavramı yeni-emperyalizm kavramına eş anlamda kullanacağım) ve sömürünün uluslararası karakterinin egemenliğini kazandığı bir dünyadır.

Emperyalizm kelimenin en geniş anlamıyla imparatorluk demektir. Dolayısıyla emperyalizm sadece Amerikan emperyalizmiyle sınırlı değildir, tarihin her çağında imparatorluklar kurulmuş ve emperyalist ilişkiler yürütülmüştür. Emperyalizm sihirli bir kelime gibi belleklerimize yerleşmiş ve emperyalizm denince çoğunlukla aklımıza Amerika gelir. Gerçekte Osmanlı İmparatorluğu zamanında en güçlü emperyalist bir devletti. Nasıl ki şimdi New York emperyalizmin kalbi olarak nitelenebilirse, sayısız dilden ve dünyanın her yerinden insanlarla doluysa, İstanbul ve İzmir bir zamanlar New York ve San Fransisko gibiydi. Dolayısıyla emperyalizm tek değil çeşitli zamanlarda ve çeşitli yerlerde çeşitli karakterlere sahiptir.

İkinci Dünya savaşından sonra bağımsızlık mücadelelerinin hızlandığını, eski sömürgeciliğin gerilediğini, Amerikan emperyalizminin ve yeni-sömürgeciliğin eskinin yerini almaya başladığını görürüz. Nasıl ki kendi ülkesinde mutlak sahiplik-köleliğine son vererek ücretli-köle ve işsiz-köle kitlelerini yarattıysa, benzer şekilde, sömürgelerinde de sorumluluğunu sadece kendi sömürüsünün gerçekleşmesi ve bu gerçekleşmede sömürgelere mutlak-sahiplik altında tutan direk yönetimden elini çekti. Bu el çekme hem sömürgeciliğe olan karşı mücadelenin hem de bu karşı mücadeleyi yeniden biçimlendirerek kendi çıkarlarını koruma yönünde eski-kontrolun yerini yeni mekanizmaların (yeni-sömürgeciliğin) getirilmesi zorunluluğundan doğmuştur. Yoksa hiç kimse bindiği attan, inme gereğini duymadıktan veya inmeden başka alternatif olmadıktan sonra, isteğiyle inmez.

İkinci Dünya savaşından sonraki gelişmeler kitlelerin özgürlüğünü ve yaşamını sağlaması yönünde önemli değişikliklere neden olmuştur, fakat egemen dünya düzeni egemen faaliyetlerde kralların gidip kralların geldiği ve büyük çoğunlukla elbiselerin ve yüzlerin değiştiği bir özellik görürüz. Köleliğin, işkencenin, ezmenin, baskının her biçimi hala dünyanın her yerinde belli biçimlerde devam etmektedir. 1948'de İnsan Hakları Evrensel Beyannamesiyle kölelik yasal olarak kağıt üzerinde yasaklanarak ortadan kaldırıldı: Hiç kimse kölelik veya kulluk altında tutulmayacak. Kölelik ve köle ticareti bütün biçimleriyle yasaklanacaktı. Kölelik durumu sahiplik ve güç ilişkileri içinde yer alır ve ortadan kalkması yeni alternatif ilişki biçimlerinin ve üretim biçimlerinin geliştirilmesiyle mümkündür. Bugüne kadar olan alternatifler bir kölelik biçiminin egemenliğini yitirip bir diğerinin egemenlik kazanması biçiminde olmuştur. Modern ve çağdaş ve ileri dünya, modernlik, çağdaşlık ve ilerilik gibi özelliklerini hak ederek almamakta, aksine bu özellikleri hak etmeden kendine mal ederek kazanmaktadır. Gasp, bugünkü dünyamızda dündekinden çok fazla olarak sadece ekonomik alanda değil, aynı zamanda ideolojik, kültürel, sosyal ve hatta eğlence ve dinlenme alanlarında olmaktadır. Ekonomik alanda zenginliklerin ve üretilen değerlere bazıları meşrulaştırılmış gasp yoluyla sahip çıkıyorsa, aynı şekilde aynı egemen güçler ezilen ve soyulan, yoksun ve yoksul bırakılan, baskı ve terör altında yaşayan insanların eşitlik, demokrasi, insanlık gibi özledikleri duygulara da sahip çıkmaktadır. Bu sahip çıkma özellikle İkinci Dünya savaşından sonra gelişen yeni-sömürgeciliğin ideolojisinin gittikçe daha da incelikle işlenen ana karakterlerinden biridir.

Yeni-emperyalizm veya yeni sömürgecilikte “bağımsız" ülkelerde eski kölelik pratikleri çoğunlukla kalktı ve kalkmayanlar da biçim değiştirerek ücret-köleliği oldu. Her ülkede bu ücret köleliği genel ücret-köleliği politikasını bile çiğneyecek biçimde devam etmektedir: En iyi şekliyle, asgari ücret bile verilmemektedir. Uluslararası sömürüde bu ücret politikası firmaların sömürü için en az ücreti verecekleri yerin insan kitlelerini sömürmesine ve bu sömürüyü de “işsizler kitlelerine iş ve geçim olanağı verme” olarak niteleme biçimindedir. Elbette Amerika ve Almanya gibi ülkelerin sermayeleri klasik sömürü biçimlerine dışarıdan gelen (meşru ve kaçak) yabancı-işçileri soyarak hem ekonomik sömürüyü maksimum seviyede tutmakta hem de sömürüyle ortaya çıkan genel toplumsal duruma suçlu göstererek “yerli işçi ve yerli malı kullan” milliyetçiliğinden faşist milliyetçiliğe kadar giden karşıtlık durumu yaratarak egemen toplumsal tartışma gündemini yönetmektedir.

Lâtin Amerika ülkelerinde güç ve servet peşinde aldıklarıyla yetinmeyip kuduran bir azınlığın çoğunluğa, özellikle insanın insanca yaşaması savıyla gelen gençlere ve yerlilere karşı işlediği cinayetler devam etmektedir. Biçim ve uygulanış farkı ötesinde, Latin Amerika'da da kölelik diğer yerlerdeki genel karaktere ve nedene sahiptir: Ekonomik sömürü ve egemen olma psikolojinin sulanması, beslenmesi... 1977'de Somoza diktatörlüğü sırasında, Londra'nın uluslararası hava alanına Nikaragualı bir adam İngiltere’ye sığınmak için başvuruyor. Adam Nikaragua cumhurbaşkanı Somoza’nın kölelerinden biri olduğunu söylüyor. Adam Somoza’nın sahipliğini gösteren ve hayvanlara vurulan damgayla iki kolundan damgalanmış. Somoza’nın evindeki 40 kölenin de aynı şekilde markalandığını ve saçlarının dibine kadar tıraş edildiğini, böylece kaçarlarsa kolayca tanınacaklarını, kaçmaya çalışmanın cezasının ölüm olduğunu söylüyor (Whitaker, 1984). Haiti’de şeker kamışı kesiciler sopayla dövülmekte, kandırılmakta, borçlandırılmakta, kamu-kurumu tarlalarında köle gibi çalıştırılmaktadır. Haiti’den komşu ülke Dominik’e kaçan insanlar gruplar halinde toplanmakta ve tarlalarda ve fabrikalarda köle olarak çalıştırılmaktadır.

Avrupa’da kapitalizmin gelişmesiyle gelen gelişmiş ücretli-kölelik vardır. Bu gelişmişlik ücret politikalarının düzenlenmesi ve uygulanmasındaki etkenlikte yatar. Avrupa'nın insan haklarına riayeti insan haklarını, insanların (tabi her insanın değil) devletin baskı organları tarafından işkence edilmesi, kötü muameleye tutulması, haksız olarak hapsedilmesi, savunma haklarından yoksun bırakması gibi girişimlerine karşıtlıkta ve ücretli-kölelerin emeklerini satıp satmamadaki kararlarındaki özgürlükte yatar. Avrupa kapitalistlerinin Türkiye gibi devletlerden istediği, en azından, kendi yasalarını uygularken bu yasaları kendilerinin çiğnememeleri ve sürekli karşıtlık yaratarak kapitalist pazarın huzur içinde işlemesine köstek olacak siyasal istikrarsızlıklar yaratmamalarıdır. Bu arada, devlet terörü ve baskısıyla fikir birliği yaratmaya çalışan ve bunun sonucu olarak ülkenin gençlerini ve düşünürlerini hapse tıkarak genel tepki ve tedirginlik yaratan "fikir suçları" gibi yasaları atmalarını, onun yerine, örneğin Amerika’daki gibi okumuşları ve entelektüelleri ceplerinden\midelerinden avlayarak (zenginleştirerek veya yoksul bırakarak) demokrasi ve fırsat eşitliği duygusunu yaratmayı istemektedirler. Neden? İnsanlığa aşık olduklarından değil elbet. Sermayenin arzuladığı uzun dönemli bir sömürü ortamının ancak bu biçimde sağlanma olasılığının kısa dönemli vurgun ve fiziksel-canilikten daha etken olduğundan...

 

Bütün bunların anlamı, Avrupa'da ücretli köleliğin dışında diğer tiplerin ortadan kalktığı demek değildir. Ev içi tutsak kölelik hizmetçi köleliği biçiminde egemen güçler in evlerinde devam etmektedir. Tarım alanlarında toprağa bağımlı kölelik tarımdaki endüstrileşmeyle, sanayideki gibi, ücretli-el-emeği köleliğine dönüşmüştür. Avrupa'nın Güneyinde, daha azgelişmiş kapitalist İtalya’da kölelikle ilgili bazı eski-gelenekler genel siyasi-ekonomik politika dışında gayri-meşru olarak devam etmektedir: Bazı bölgelerde çobanlar köle olarak kullanılmakta, alınıp satılmaktadır. Örneğin 1977'de Güney İtalya'da 14 yaşındaki bir çocuk çoban olarak satıldıktan sonra kendini vurup öldürünce yüzyıllardır her yıl toplanan köle-pazarı su yüzüne çıkıyor. Bu pazarda çocuklar sanki hayvan alır gibi dişleri, sağlığı, vücut yapısı iyice incelendikten sonra paha biçilip satın alınıyordu. Çocuklar önce aileleri tarafından satılmakta, ardından büyüyüp güçlenince daha fazla fiyata başkalarına transfer edilmektedir (Challis, J. and D. Elliman, 1979).

 

Yeni-emperyalizmin oluşumu sırasında Afrika’da eski-sömürgecilerin yerleştirdiği beyaz ırkın siyasal ve ekonomik kontrolü altında yeni bir kölelik sistemi oluştu: Siyah Afrika’da ırkçılığa dayanan beyaz devletler. Bu devletlerin en kalıcı olanları İngiliz ve Alman ırkından gelenlerin egemen olduğu bir zamanki Rodezya ve daha yeni bu tür ırkçılığa ve köleliğe siyasal olarak son veren Güney Afrika olmuştur. Güney Afrika, 1990'lara kadar, dünyada yasalarında açıkça yurttaşlarının eşitsizliğini ilan eden tek ülkeydi. 1984'de B.M. Kölelik üzerinde çalışma grubu Güney Afrika’daki ‘apartheid’ sistemini genel olarak kabul edilen bir tanımla nitelemiştir: Kolektif köleliğe benzer bir sistem. Gerçekte ‘benzer” sözünün bu tanımdan kaldırılması gerekirdi. Güney Afrika’da zenci-yerliler göçebe biçiminde tarımda ve toprağı çitlerle veya duvarla çevirerek kendine mal etme egemen değildi. Beyaz Avrupalılar (Kuzey Avrupalılar) ise toprak kapıp kendilerine mal ediyorlardı. Beyazlar topraklara kondukça zenciler güneye doğru itildiler, beyazlar güneyi ellerinde tutarken kuzeye doğru yayılmaya başladılar.

Alman yerleşimin başlarında zenciler Cape’e ithal edildi. 1800'lerin başında İngilizler koloniyi ele geçirdikten yirmi yıl kadar sonra 1834'de bu köle ticaretini yasakladılar. Bu, orada yerleşmiş-kolonicileri ekonomik açıdan yıktı, zencilerle beyazlar arasında ve zenci kabileler arasında yer tutma ve yer kapma çatışmasını kızıştırdı. Bunların sonucu Boer Cumhuriyeti kuruldu ve ardından Güney Afrika savaşı geldi. 1910'da Güney Afrika Birliği kuruldu. 1913'de Yerli Toprak yasasıyla zencilere belli bölgeler ayrıldı, ırklar arası fiziksel ayrılık getirildi ve apartheid sisteminin temeli atıldı. 1936'da yeni eklemeler yapıldı ve aynı zamanda zencilerin siyasal hakları bir temsilci konsolu kurma ve üç beyaz temsilci seçme içine sınırlandı. İkinci dünya savaşından sonra, Afrika ülkeleri bir bir eski-kolonicilikten kopup yeni emperyalist dünyada bağımsızlık adı altında yeni-koloniciliğe sarıldılar. Ekonomik sömürü siyasal bağımsızlık ve ekonomik kalkınma adı altında yeni bir biçim aldı. Güney Afrika birliği içten ve dıştan gelen baskılara dayanamayarak parçalandı ve 1990'a ulaşıldığında yasal olarak apartheid sistemine son vermek zorunda kaldı. Toplumsal üretim ilişkilerinde beyazlar yönetici durumundaydı ve zenciler ise en alt kademeleri doldurdu. Özellikle ikinci dünya savaşından sonra, fiziksel ayırım ve ekonomik ilişkilerde zencilere verilen yer nedeniyle, büyük şehirler etrafında geniş yoksul zenci yerleşim yerleri kuruldu ve büyüdü. Yerellik kuralı ve bununlar gelen zorla göç etme zencilerin durumunu daha da zorlaştırdı. Güney Afrika’da ceza-köleliği "hücrede tutma yerine çalıştır" ideolojisine uygun olarak yaygın bir şekilde kullanıldı. Siyasal tutuklular sürekli işkenceye tutuldu ve buna yasalar önderlik etti. Eski Alman Güney-Batı Afrika kolonisi Nambiya Güney Afrika’daki apartheid sistemini kopya etti.

Afrika’da köleliğin bütün biçimleri, bazı yerlerde yasalarla yasaklansa bile, birçok yerde devam etmektedir. Yasaların uygulamalarda en küçük bir anlamı kalmamaktadır. Mauritania’da en az üç kez (1905, 1960, 1980) kölelik yasaklanmıştır. Fakat on binlerce insan alınıp satılan mal-köleleiği durumundadır. Sahipler kölenin evlenmesine karar verir, kölelerin çocuklarına sahiptir. Köle ölünce bile her şeyi sahibindir. Ülke fukaralaştıkça Müslüman sahipler kölelerini besleyemeyip azad etmek zorunda kalmışlardır. Kentlerin etrafında aç ve işsiz gece kondu semtleri kurulup büyümüştür.

Afrika’da 12. Yüzyılda Araplar tarafından hükmedilen yüz binden fazla Afrikalı kölenin torunları hala mutlak-sahiplik köleliği altında yaşamaktadır. Çoğunlukla sahipler beyaz köleler ise zencidir. Sahipler genellikle kentlerde yaşamakta, belli zamanda topraklarına gitmekte, üretileni toplamakta, ancak yiyecek kadar bir kısmını kölelere bırakıp kente dönmektedir.

Afrika da kavimler arası savaşta hala esir-köle alınmaktadır.

Afrika, Asya ve Latin Amerika'da kölelerin günlük yaşamı dayak, ırza geçme, açlık ve işkencelerle doludur.

 

Bugün, Anti-Slavery İnternational’ın hesaplarına göre dünyada 100 milyonun üzerinde köle vardır (Newsweek, 1992). Elbette Anti-Slavery International’de ücretle\maaşla (veya gönüllü olarak) çalışanlar kendilerini bu yüz milyonun dışında tutmaktadırlar.

Kapitalist üretim ilişkileri düzeninin insanlığa ve doğaya karşı işlediği cinayetler devam etmektedir, fakat aynı zamanda kapitalizm insanlık tarihinde bir aşamayı anlatır. Bu aşama, özellikle siyasal katılımda ve ekonomik ilişkilerde feodalizmin katı ve belli zümre ötesindeki geniş kitleleri yönetim ve ekonomik gelişme olanaklarını yasal olarak sınırlayan dar yapısını kırıp orta tabakanın (burjuvazinin) özgürlükleri ve bireyciliğiyle gelen ideolojik bakımdan katıcı fakat ekonomik faaliyetler bakımından sömürücü dinamik bir yapıyı getirmiştir. Bu dinamikliği kapitalizmin sefillik ve işsizlik yaratan ücretli-kölelik ilişkilerinde de buluruz. Feodalizmde aynı kişileri ve torunlarını aynı fiziksel ve ekonomik ilişkiler çevresi içinde hapsedilmiş olarak bulurduk. Kapitalizmde, hatta emperyalist pazara tümüyle entegrasyon dönemini yaşayan Türkiye gibi ülkelerde bile işçi sınıfı mahallelerinin çehresi yenilerin gelip eskilerin biraz daha iyi ve sorunlu duruma geçişiyle, daha doğrusu işçi sınıfının kendisi içinde daha çok yoksullaşmaya doğru kademeleşmenin artmasıyla, yeni bir çehreye bürünmektedir. Bu çehre de kendini sanki sınıfsal değişme olanaklarının açık olduğu hissini verir. Bunu aynı köyde yedi ceddi çoban olan ve yedi ceddi ağa olan, yedi ceddi kalıplaşmış ilişkiler içinde sosyal ve kültürel faaliyetlerin sürekliliğini sağlayan faaliyetlerde açıkça görürüz. Benim ve birçok kişinin doğup büyüdüğü uzun geçmişi olan köylerin son yirmi otuz yıl içinde yapısının değişmesi ve hatta ortadan kalkması, Türkiye’nin Batı kıyılarındaki geleneksel üretim ve kültür biçiminin yerini sömürgen ve asalak turizm faaliyetleri ve kültürünün alması, Yunan adalarında eski durgunluğun yerini gençlerin adayı terk etmeleri ve adaların emperyalist turizm endüstrilerinin vurgun yaptığı yerler durumuna dönüşmesi kapitalizmin bu dinamik yapısının bir diğer örneğidir. Liberal burjuvaların "kültürel değerleri koruma ve çevreyi sorumsuz firmaların talanından" kurtarma çabaları ve bu çabalar sonucu elde edilen yasalar, kurallar, kaideler ve çatışmalar bir diğer dinamiklik örneğidir. Fakat bu dinamizm kesinlikle sistemin kendinin kendi eliyle bilinçli olarak kuyusunu kazmaya asla yönelik değildir, aksine dinamizm sermayenin sömürü faaliyetlerinin ve bu faaliyetlerde oluşan ve bu sömürüyü aynen veya değişik bir şekilde destekleyen yeni biçimlenmelerin de gelişmesini ifade eder (örneğin çevre-dostu teknolojiler ve çevreci üretim girişimleri).