DİNİN ÖRGÜTLÜ PRATİĞİ

 

Buraya kadar çoğunlukla kutsal kitaplardaki yansımaları veya kutsal kitabın yansıttıkları üzerine ağırlık verdik. Şimdi, kutsal kitapların kütüphanelerde, evlerde ve raflarda tutulduğu, örgütlü dinlerin ibadet yerlerinde ve modern teknolojilerin iletişim araçlarından geçerek belli biçimlerde yorumlandığı, örgütlü sömürünün egemen olduğu yaşanan dünyaya ağırlık vererek, insanın bir diğer insana köle olarak hizmet etmesi biçimlerinin belirlenmesi ve yaşatılmasında örgütlü dinlerin aldığı yeri biraz daha etraflıca anlamaya çalışacağız.

Orta çağların sonuna doğru, insana sahipliğe dayanan köleliğe alternatif olarak, kölenin vücuduna değil emeğine sahip olma fikri dolaşmaya başladı. Fakat feodal düzenin gerçeklerine aykırı düşen bu fikir, emek sömürüsüne dayanan kapitalizmin egemenliği ele geçirmesine kadar bir kenara itildi.

Örgütlü Hıristiyanlık, örneğin katolik kilise, sadece kendi bürokratik kadrolarında değil, aynı zamanda, orta çağlarda sahip oldukları Avrupa’nın üçte biri topraklarda yaşayan insanların hem ruhlarına hem de emeklerine\fiziki varlıklarına sahiptiler. Roma katolik kilisesi, köle sahipliği hakkını savunmuş ve buna karşı görüşleri aforoz etmiştir. Jean Bodin, Montesquieu ve Rousseau gibi köleliğe karşı olanların eserleri kilise tarafından yasaklandı. Köle ticaretinin yasaklanması ve köleliliğin yasa dışı bırakılması 19 ve 20. yüzyıllarda gerçekleşebildi ve köleliğe karşı mücadele kilise içindeki karşı mücadele ile birlikte kilisenin zorunlu olarak dünyadaki değişime ayak uydurmasını getirdi.

Örneğin Amerika bağımsızlığını kazandığında, Amerikan Protestan Kilise mensupları (üyeleri ve bürokratları) 660.000'den fazla köleye sahipti.

Roman katolik kilisesi, iç ve dıştan artan tepkiler sonucu 1965'de ikinci Vatikan Konsül toplantısında köleliğe karşı karar aldı.

Hz. Muhammed’in ilk takipçileri Hz. Hatice, Hz. Ali ve Küreyş’in önde gelen tüccarlarından Hz. Ebu Bekir, köleler ve ezilenlerdi. Köleler, bunun meyvesini iyi muamele edilmeleri ve belli koşullarda azad edilmeleri gereği ötesinde pek alamadılar. Erkeklerin dört kadınla evlenmesi ve sayısı belirlenmeyen cariyeye sahip olmasına ilişkin dini anlayış sadece ekonomik güce bağımlı olarak gerçekleşebildi. Devesini bile zor güden Arabın veya Anadolu’nun kendini zor besleyen fukara köylüsünün dört kadınla ve cariyelerle baş etme olanağı yoktur.

İslam Allah ile insanın arasına, Hıristiyanlıkta dini bürokrasiyle yapıldığı gibi, Hz. Muhammed'i elçi olma dışında, hiç kimseyi koymadı. Fakat siyasal ve ekonomik güce sahiplikle gelen temsilcilik (halifelik) ve din bürokrasisi oluşturularak bu aracılık geliştirildi. Egemenliklerini yitirip en güçsüz oldukları zamanda bile, örgütlü dinin ulemaları, hacıları ve hocaları Kuranın tefrikçisi olmanın ötesine gidip, Roma kilisesine benzer bir tiranlık kurma peşinde koşmadan hiç bir zaman geri durmadılar. Dini eşitlik prensibi üzerine kurulan din, Türkiye'de Diyanet işleri bürokrasisi ve bu bürokrasinin devletten ayrılması veya güçlendirilmesi, bu eşitlik prensibinin ortadan kalktığını gösterir. Hele, örgütlü dinin parti kurarak demokratik siyasal oyuna girmesi örgütlü dinin bu yolla eşitlik kuralını bozmasının bir diğer ifadesidir. Şeriat, özgür bireylerin kişisel ve dinsel yaşamlarını düzenlemede, siyasal bir güç olarak biçimlenmiş bir siyasal örgütlenmeyle Müslümanların başında Demokles’in kılıcı gibi sallanmaya başladığında, insanla Allah arasına maddi çıkarlar sağlamak veya egemenlik sürmek için girmiş olur.

Hz. Muhammed'den sonra, özellikle dört halife sırasında Arapların İslâm emperyalizmi cihadlarla Asya’ya, Afrika’ya ve İspanya’ya kadar toprakları egemenlik altına aldı. Arap dünyasında egemen ayırım din ve ırk farkına göre değil, daha çok ekonomik servete dayanan sınıf farkına göreydi. Araplar Umayyad hanedanlığının çöküşüne kadar kendilerini birinci sınıf olarak gördü ve diğer Müslümanlardan ayırdılar.

Müslümanlıkta Altıncı İslam Dünya konferansında (1964) her tür kölelik lanetlendi ve dünya üzerindeki köleliğe karşı mücadeleye yardım teklif edildi. Böylece köleliğin meşru olarak kabul edilmesi ve desteklenmesi 1964'de İslam ve 1965 de Roman Katolik dünyasında resmen son verildi. İslam ve Katolik dünyasında bu karar verilince kölelik ortadan kalktı mı? Müslüman şeyhler ve krallar hala Amerika'ya elli avratları ve bir sürü köleleriyle geliyorlar ve özgürlükçü demokratik Amerika'da en şahane otellerin birkaç katını kiralayıp milyonlarca dolar harcayarak birkaç gün sonra geri gidiyorlar: Kapitalist demokrasi için bir sürü para! Yaşasın şeyh! Alkışlar... Peki insan hakları ve köleliğin sonuna ne oldu? Ekonomik çıkar ilişkileri içinde buz gibi eriyip gitti. Bugün Arap dünyası özellikle kadınların ve kız çocuklarının köle olduğu, alınıp satıldığı, kölelerin mal olarak kullanılıp cezalandırıldığı bir kölelik dünyasıdır. Körfez savaşında çocuk askerlerin mayın tarlalarını temizlemesi ile New York’ta hamburger endüstrisinde ve tarım alanlarında meyve toplamada yapılan emek sömürüsüyle ifade edilen kölelik arasında sadece faaliyet farkı vardır. Biri Allah adına yaptırılan diğeri de "çocukları hayata hazırlama" adına yapılan kölelik ilişkilerini gösterir.

Müslümanlıkta köleler insandan alçak bir yere yerleştirildikleri için, insan kategorisine katılmayıp, köle olarak insanların eşitliği kuramının dışında tutuldular. Müslümanlığın ekonomik ve siyasal güç olarak yayılması sırasında savaş tutsakları meşru-köle olarak nitelendi. Bu köleler özgürlüklerini ya Müslüman olarak ya da para ödenerek kazanabiliyorlardı. Elbette, her yerde olduğu gibi, aynı din ve ırktan (Arap) köle değildi.

İslâm’da kölelik ideolojisinde tüccarların parayla satın aldıkları (ve sattıkları) insana, mal olarak sahipliği vardır. Her gün Allah yapıp Allah satan ve satmak için emtiasını canla başla koruyan ve bu mala sahiplik nedeniyle Allahlı olan Allah-tüccarları ve yamakları bunu oldukça doğal görürler. Allah’la aşık atanlar, Allah’ın kullarını "Arap köle" olarak tanımlayınca, elbette ki Afrikalı zenciler ve "kafirler" bu "kulluk kavramı" dışına düşerler ve "köle olarak kullanılmayı" ve esir alınmayı ve hatta gerektiğinde öldürülmeyi hâk ederler. Eğer Allah'ın herkesi eşit olarak yarattığı iddia ediliyorsa (ki herkesin rızkının ayrılığı eşitsizlik demektir), ve Allah’ın önünde herkes eşitse, bu eşitliği bozmak, köle alıp satmak, köleye sahip olmak, kadını hor görmek, esir gibi kullanmak, çocukları ve kızları köle olarak satmayı bu eşitlikle nasıl bağdaştırabiliriz? Köleliğe klasik bahane köleye iyilik biçiminde sonuçlanan kendini haklı çıkarma açıklamasıyla gelen kılıftır. Eğer ideolojik bir kılıf bulunmazsa ki her zaman vardır veya kılıf çalışmazsa, kılıfın yanında daima "bunları BİZ yapmıyoruz, ONLAR yapıyor" dışlaması vardır. Bu dışlama ile kendinin yaptığı bile ONLARA yüklenir. ONLARA gider sorarsın. ONLAR "onu BİZ yapmıyoruz ONLAR yapıyor der. O kadar çok ONLAR var ki başın döner ONLARA gidip Onların "BİZ değil ONLAR" deyişini dinleye dinleye...

İslâm’da ermişler, liderler ve güçlülerin kölelerine "iyi muamelesi" hikayeleri anlatılır ve biz de "ah, ne iyi, ne Allahlı, ne dini bütün, ne şefkatli” insan diye kendimizi köleyle değil güçlüyle özdeştirerek\bir tutarak huşuyla dolardık. Peki köleyle kendimizi bir tutsak? Haşa biz köle değiliz ki... Güçlü dururken güçsüzle kendini bağdaştırmak normal değildir.

 

Dinin örgütlü pratikleri kendi kutsal kitaplarını kullanırken birkaç ana yol tutmuşlardır: (1) Kendi çıkarlarına uygun olan yanları abartmışlar ve sürekli işlemişlerdir. (2) Kendi çıkarlarına ters düşen yanları ya yeniden-anlamlandırarak kendi çıkarları doğrultusunda yorumlamışlar ya da görmemezlikten gelmişlerdir. (3) Değişen koşulların güçlendirdiği mücadeleler ve değişen çıkar ilişkileri karşısında, eski yorum ve pratiklerini yeniden gözden geçirerek değişiklikler getirmişlerdir (özellikle kadınlarla, kilise bürokrasisindeki kısıtlamalarla, boşanma ve cezalardaki yumuşak ve faydacı tutumlarla ilgili değişiklikler.) Sahtekar kapitalist reklamcılığın başarılarından örnek almış olmalılar ki, her örgütlü dinin kamu-yüzü insana sevgi ve saygıyı, hoşgörü ve anlayışı getiren melek maskesiyle kaplanmaya başladı. Örgütlü din dünyanın bazı yerlerinde tümüyle ticarileşmiştir, diğerlerinde ise feodal tüccarlıktan kapitalist tüccarlığa hızla geçiş olmaktadır. Türkiye’deki yasal eğitim veren din-tüccarlarının okulları kuran kursu sınırını çoktan aşmış ve özel okul girişimleriyle büyük kapitalist olma yoluna girmişlerdir. Tespih satma devrinin yerini multi-trilyon liralık namazlı dualı özel yatırımlar aldı. Camilerin alt-katları veya komşuları caminin kutsal gölgesinde iş yapan ve camiye lütuf ve yardımlarını (ve kiralarını) esirgemeyen süper-marketler, alış veriş merkezleridir. Bu girişimler de din tüccarlığının yeni biçimleriyle zenginleşmekte, çeşitlenmekte ve gelişmektedir. Bu da elbette, geriye örgütlü dinin etki alanının güçlenmesine ve genişlemesine yönelik destekleri getirmektedir.