Toplum  dergisi. 2006

Kİmlİk Sorunu:

Kendİnİ Sevmeyenİn Kİmlİğİndekİ Kendİ Olmayan Kendİ

İrfan Erdoğan[1]

 

Mutlak köle, köleliğinin çok iyi farkındaydı,
çünkü kölelik onun belirlenmiş kimliğiydi.
Günümüzün serbest-kölesi köleliğinin farkında değil,
çünkü onun köleliği özgürlük masallarıyla besleniyor.

(Erdoğan, 1997)

Kimlik ve kültürle ilgili bu makale “soruşturulmayan hayat, yaşamaya değmez’” sözünden hareket ederek, kimliklerimizi soruşturmamız, kendimizi tanımamız için kendimizden geçerek kendimize bakmamız gerektiğini vurgulamak; hatta “kendimizden geçerek kendimizi tanımlama” sözündeki “kendimizin” de soruşturulması gerektiğini göz önüne sermek; BİZliklerimizi çok iyi anlamak zorunda olduğumuzu belirtmek için yazıldı.

“Sen” denen “kimlik” ile başlayalım soruşturmaya: Sen kimsin? Hakikaten sen, sen sandığın sen misin, yoksa sen sandığın sen, aslında kendine ve kendi gibilerine kimlik satışı yapan iki ayaklı yürüyen reklam ve promosyon aracı ve siyasal, sosyal ve psikolojik baskı ajanı mı? Senin kimliğini kimler üretti ve şimdi kimler üretiyor ve bu üretmede senin yerin ve işlevin ne? “Kendimin” dediğin, “kimin ve neyin kimliliğini” taşıyor ve neden taşıyor? Kimi ve neyi ne için üretmeye katılıyorsun? Sen kiminle “BİZ sensin”? Senin özdeşlik kurduğun BİZler, senin gibi seninle özdeşlikler mi kuruyor yoksa sen, “özdeşlik kuran” ve onlar da, “özdeşlik kurulanlar” (senden olmayan, senden farklı, senden uzak ve senin üstünde çöreklenmiş olanlar) mı? Dost ONLAR Hakikaten sana dost ONLAR mı? Düşman ONLAR hakikaten sana düşman ONLAR mı? Neden? Sen beni, bizi ve onları neler yoluyla, neden öyle tanımlıyorsun? Bu yollar, nedenler ve sonuçlar senin için mi yoksa başkaları için mi işlevseller? Bu işlevsellikte, senin kazandıkların ve kaybettiklerin ve de onların kazandıkları ve kaybettikleri neler? ve neden? “Sen kimsin” ve bu kimlik senden ve kimden neler alıyor ve götürüyor, sana ve birilerine neler getiriyor?

Kimliğin Kimliği

Kimlik (ve kültür) insanın neyi nasıl yaptığı veya yapmadığı, kendini ve diğerini nasıl gördüğü ve değerlendirdiği; ilişkilerini nasıl düzenlediği ve yürüttüğü, şimdiyle ilgili olarak ne yaptığı ve ne yapmadığı; sevileri, kaygıları, beklentileri, tercihlerinin neler olduğu, gelecekle ilgili umutları ve umutsuzlukları ile ilgilidir. Kimlik (ve kültür) insanın ne olduğunu, nasıl olduğunu ve neden olduğunu düşüncelerden ve yaptıkları ve yapmadıklarından geçerek kendine ve dışına anlatmasıyla belirir. Kimlik insanın ne olduğu, nasıl olduğu, kendine ve dünyasına bakışı ve kendiyle ve dışıyla olan ilişkilerini düzenleyişinin doğasını anlatır. Kimlik insan denen sosyal varlığın ne olduğudur: Kendinin tanımı. “Ben şuyum veya buyum; O şudur veya budur” denendir. Dolayısıyla, insanı kolayca yönlendirmek, yönetmek, üzerinde egemenlik kurup sürdürmek için, yapılacak en etkili şey, ona kendinin sandığı kimlikleri aşılamak ve günlük yaşam pratiklerine bu kimlikleri katarak, onu oluşturmak ve gerekirse dönüştürmektir: Coca Cola ve Pepsi kuşağı, Pizza zevki, Levy’s ve Nike tercihi kendiliğinden olmadı; insanları katarak oldu. Yani, içerek, yiyerek, giyerek, düşünerek, duyarak, inanarak ve bu yemeyi, içmeyi ve giymeyi statüyle, çağdaş, değerli, üstün, farklı ve özgür olmayla ilişkilendirerek yapıldı. İnsanın insan olmasındaki değerleri görüntüye ve görüntüyle gelen sahipliğe indirgeyen bir kimlik inşasıyla yapıldı: Özü gösteri ve gösterişle tanımlayan maymunluğa katma ve katılmayla.

Batı kapitalizminin egemenliğindeki küresel pazar, aynı anda kitleler halinde hem mal üretir ve satar, hem bu malın satışını sağlayan bilişleri (bilinç ve ideolojileri) üretir ve satar. Mal ve düşünce üretiminde kitleler halinde arzı ve kitleler halinde talebi de yaratır. Bu talep yaratmayı da kimlikleri ve kültürleri pazarın çıkarına uygun bir şekilde biçimlendirmeyle yapar. Bunu yapamazsa, küresel kapitalist pazar çöker.

Güçlü ve egemen olmak, bu güç ve egemenlikle gelen kendine güven, kendini sevme ve hatta kendine tapma biçimindeki kimlikleri de beraberinde getirir. Güçlünün egemenliğini sürekli yeniden üretme faaliyetlerinde hem bu gücün kimliği/kimlikleri hem de gücün üzerinde uygulandığı kimlik/kimlikler yeniden üretilir. Yani, efendilik, özgürlük, kölelik, tüketicilik, işsizlik, zenginlik, Türk, Avrupalı gibi insanla ilgili tüm kimlikler, bu kimlikleri var eden örgütlü ilişki tarzıyla oluşur ve günlük örgütlü ilişkilerdeki egemenlik ve mücadelelerle yeniden üretilir. Dolayısıyla,  hem bir ülke içinde hem de uluslararası ilişkilerde, örneğin köleliğin, kölelik bilincinin ve kültürünün ortadan kalkması ancak bunu yaratan örgütlü ilişkiler yapısının köleliği üretmeyen bir dönüşüme uğramasıyla olabilir. Dolayısıyla, Avrupa’nın kendini sevmesi ve Afrika’yı maymunlarla dolu ve bizi maymunla insan arasında bir yerde olan oryantal olarak nitelemesi ve Afrika ve Asya’daki insanların bazılarının da kendilerini Avrupalının tanımladığı biçimde görüp aşağılık duygusuyla kendini “Beyaz Türk veya Avrupalı gibi” görerek kurtuluş araması kendiliğinden oluşan bir şey değildir. İşte, yukarıda açıkladığım nedenle, Kanuni Sultan Süleyman’ın Avrupalılar karşısında nasıl hissettiği –kendini ve diğerini tanımlayan kimliği — ile Abdülhamid’in kimliği ve günümüz Türkiye’sinde küreselleşme, demokratikleşme ve özellikle özelleştirme adı altında Anadolu’nun her şeyini satan ve Anadolu insanının yarattığı zenginliklerin dışarıya akmasını sağlayan (pardon, satan değil, küresel pazarda rekabete sokarak gelişmemizi sağlayan ve bu arada trilyonlarca lira haklı ve helal gelir elde eden) güçlerin aşağılık, hırsız ve soyguncu kimliği arasında çok büyük farklar olacaktır. Bu farklar Batı’nın güçlenmesi ve Osmanlı imparatorluğunun duraklamasıyla başladı. Dolayısıyla, Türkiye’de kimlik ve kültür değişimi girişimlerinin çok uzun bir tarihi vardır. Bunun en yoğun bir şekilde yapılması, İkinci Dünya Savaşından sonra Amerikan sermayesinin dünya egemenliği serüveniyle başlar.  Bu serüven “kalkınma, gelişme, modernleşme, Batılılaşma,  çağdaşlaşma” gibi “kimliklerle” yapılan çağrılarla geldi. Bu değişim çağrısında, Amerikan pazar anlayışının ve politikalarının savunucuları tarafından bize denen şuydu (ve hala aynısı, faklı kılıflarda devam etmektedir):

(1) Biz ileriyiz ve siz geri kalmışsınız. Bu iddiayı ve bu iddiayla birlikte gelen birçok bilişleri ve ideolojik yükü kabullenmeye başladığımızda, değişim sürecinin en birincil ve önemli aşamasına geçilmiş olunur: Başkasını üstün kendini değersiz görme. Bu akıllıca hazırlanmış paketle birlikte, kendini sevmeme, kendinde değer bulmama ve kendine bakınca aşağılık duygularıyla dolma da işlenir. Böylece, kültürümüz ve kültürümüzle birlikte taşıdığımız değerler kendi gözümüzde değerini yitirmeye başlar. Değerini yitiren insanın kendine bir şekilde değer bulması gerekir. Bu yükle birlikte,  aynı zamanda, kendi gibi olma zevksizlik, beceriksizlik, yeniliğe ayak uyduramama, bağnazlık, gericilik, geleneksellik, çağ dışılık, erkek şovenizmi, ayılık ve hanzoluk gibi birçok değersizleştirici ve aşağılık duygusu aşılayan nitelemelerle betimlenir. Kapitalizmde ilişki doğasının önemli bir parçası olan bağnazlık, ırkçılık, gericilik, faşistlik, baskı ve terör akıllıca hazırlanmış örgütlü yapılar, bilişler ve ilişkilerle Türkiye gibi ülkelere taşınır. Bu taşınan Türkiye gibi ülkelerde var olanın üzerine oturtularak var olan çökertilir ve yeniden sanki eskiden de böyleymiş gibi sunulur. Buna en güzel örnek olarak bir zaman kendini anlatmaya çalışan Türkçülüğün ve bağımsız ulus olma arayışının üzerine Amerikan tarzı neo-nazizmi/faşizmi oturtarak, Amerikan sermayesinin dünya serüveninde, sadece Türkiye’de değil dünyanın her yerinde, içte insanların birbirine düşmanlığını, ırkçı bölücülüğü ve iç savaşı körükleyen kimliklerin ve örgütlü yapıların yaratılmasını, bunun sonucu olarak dünyada yüz binlerce gencin öldürülmesini verebiliriz. Hz Muhammed’in belli biçimde karikatürlerde gösterilmesi, “kendini bilmez" bir gazetecinin aklına gelen ve “ifade özgürlüğünün” bir yansıması değildir. Bu, planlı bir şekilde başlatılmıştır: Çığ gibi büyüyecek küçük bir kartopu yapıp tepeden karın üzerinde yuvarlama. Planlanmış gündemler yaratma ve bazı politikaların uygulanması için temel hazırlama.

(2) Siz geri kalmışsınız ama kalkınabilirsiniz, modernleşebilirsiniz, modern insan ve modern ulus olabilirsiniz. İşte bu bağlamda, sen değersizsin, ama değerli olabilirsin deniyor bana. Umut veriliyor. “Yapabilirsin” denirken, kendimin değerli olduğu, ama “doğru özle” iştigal etmediğim söyleniyor. O zaman namazı niyazı kesmem, tembelliği bırakmam, kemerleri sıkmam, Protestan iş etiğini benimsemem, yani Batılı ve kapitalist gibi olmam gerektiği anlatılıyor. Bir umut var bu değersiz kimlik ve kültürde. Peki, nasıl olacak?

(3) Beceriksiz, aptal, tembel, fes takan, şalvar giyen ve kokoreç yiyen geri kalmış SİZe; gelişmiş, modern, insan haklarını, özgürlüğü ve demokrasiyi yaşayan ve bunu dünyaya yaymak için özverilerde bulunan BİZ Batılılar yardım edeceğiz; kalkınacaksınız ve çağdaş olacaksınız.[2] Nasıl gelişmiş ve çağdaş olacağız? Ülkenizdeki evlerde belli sayıda radyo, televizyon, gramofon, plak, buzdolabı, ütü ve çamaşır makinesi olursa; sinema sayıları artarsa, yere tükürenler ve dereye işeyerek çevreyi kirletenler azalırsa, Avrupalı gibi düşünüp, yiyip, içip ve giyilirse gelişmiş olursunuz. Merak etmeyin, modern olan her şeyi size biz hemen satarız. Hemen ödemenize de gerek yok; zaten aptal ve geri kalmışlığınız yanında, fukarasınız.[3] Fukarasınız, biz size krediler ve yardımlar, hatta tahıl gibi hibeler de veririz (böylece, tarımınızı yok ederiz, pardon; dilim sürçtü, geliştiririz), dış yardım adı altında bol bol silah ve biraz da birilerine para veririz ki her mahallede/orduda bir zengin türesin). Siz planlı iş yapmayı da bilmiyorsunuz. Plan yapıyorsunuz, bir şeye benzemiyor. Biz size IMF ve Dünya bankası yoluyla yetişmiş Türk ve yabancı uzmanlar göndeririz, onlar sizin planlı kalkınmanıza öyle bir yardım eder ki şaşkınlıktan parmağınızı ısırırsınız. Bak, biz ne iyiyiz, sizi düşünüyoruz: Birkaç yüzyıldan beri canla başla size medeniyeti, demokrasiyi, özgürlüğü ve insanlığı getirmeye çalışıyoruz. Ama siz insan değilsiniz, acayip bir şeysiniz, pastırma ve kokoreç falan yiyip, üstüne ayran içiyor ve bir türlü hazmedemiyorsunuz. Daniel Lerner’den, Fukuyoma’ya kadar sosyal bilimciler, ekonomistler ve siyaset bilimciler tarafından da sunulan bu tür gerekçeler ve bu gerekçelerin meşrulaştırdığı faaliyetlerle, dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de çağdaş insan yaratma ve modernleşme adı altında birçok “yenilikler” getirildi. Bu “yenilikler” ile eski kimlikler ve kültürel pratikler de geçersiz, aşağı ve değersiz sayıldı (ve sayılmakta). Anadolu insanı, özellikle büyük kentlerdekiler, kendilerini kendilerinden geçerek değil de, Batıdan geçerek beğenmeye, değerlendirmeye ve tanımlamaya başladı. Fakat Lerner’in 1950’de Naziler ve sonradan gelenekseller olarak nitelediği geniş kitleler ‘değişmez’ olarak kabul edildiği için, 30 yıl kadar bir kenarda kaldı. Ama bu kenarda kalan ekonomik, kültürel ve siyasal çıkarlar elde etme bağlamında çok önemli bir pazardı ve bu pazarın da kimliklerinin ve kültürlerinin değiştirilmesi gerekiyordu. Bu değiştirme gereksinimi 1970’lerin ortasından itibaren hissedilmeye ve 1980’lerin ortasından itibaren ise Batının başat bilinç ve kültür politikası olmaya başladı. Bu kültür politikasını “kültürel çoğulculuk ve karşılıklı bağımlılık içinde kendiniz olun diyerek değiştirme” olarak özetleyebiliriz. Türkiye’nin büyük kentlerindekiler “yetmişti” ve yeniyordu. Ama geniş kitlelerin büyük kısmı bu kimlikle ve kültürle yönlendirilen pazarın dışındaydı. Kara çarşaflılar, hanzolar, magandalar, türbanlılar, tutumlu tutucular, özlüce Amerikan pazar politikası ve ideolojisini yayan Lerner’in “geleneksel” diye betimlediği geniş kitleler pazara çekilmeliydi. Yeni politikalarda bu geri kalmış, bağnaz, gerici geleneksellere şöyle denildi (ve deniliyor): (1) Her birey dininde, imanında, ibadetinde, etnik gurubunda, düşüncesinde, tercihlerinde, yediğinde, içtiğinde, giydiğinde, özlüce yaptığı ve yapmak istediği her şeyde özgürdür. (2) İnsanlara  hizmet vermek  için uğraşan serbest pazar ve kişiler üzerindeki Devlet tekeli ve baskısı ortadan kalkmalıdır; bunun için devlet KİTleri satarak, özelleştirmelerle ve deregulasyonlarla küçülmelidir. (3) Özel ve kamusal alan korunmalıdır; bunu da özel ve serbest girişimci özgür insanlar yapmalıdır. (4) Özgür bireyin ve her tür azınlığın kimliği ve kültürü asla baskı altına alınmamalıdır. Tesettür modasını takip etmek, seni inancınla ve geleneklerinle farklı, çağdaş ve ileri yapar. Turban mı giymek istiyorsun. Giy, bu senin en temel hakkın. İstediğini istediğin şekilde yap. Ama bu arada, örneğin turbanın altına Levy’s da giyersen, çok şık olur. Hele Fransız parfümü ve Amerikan dudak boyası ve makyaj malzemesi kullanırsan, çok daha oturaklı ve üstün olursun. Ramazanda iftarı Coca Cola ile açmak ferahlık verebilir. Üzerinde Türkçe isimler olmayan Müslüman Ülker ürünlerini de tüketebilirsin. İyi gelir. Böylece, 21. yüzyıla gelindiğinde, küresel pazarın biliş, bilinç, kimlik ve kültür satışı “özgürlük, azınlık ve insan haklarının değeri, özelin üstünlüğü, serbest rekabetin değeri” üzerinde kurulmaya başlandı: Ürettiği materyalin satış bilincini yaratan endustriyel yapı, sana “değişme, olduğun gibi kal, özgür ve duyarlı ol” derken, aslında, seni günlük pratiklerinden ve bu çok etkili ideolojik masallardan geçerek, sen bile farkında olmadan değiştirmektedir. Bu değişimde, sen Kendim sandığın Kendin olmaktan giderek uzaklaşıyorsun. Senin kendinin sandığın kimlik ve kültür aslında artık senin değil: Sen senin olmayanı senin sanan ve savunan taşıyıcısın. İster tesettürlü “gerici” ol, istersen göbeği açık “modern” ol, artık sen, sen olmayan, ama olmak istediğin, ama olamayacağın sensin: Sen ne sensin ne de olmak istediğin değerli ötekisin. Sen olmak istediğin ve sadece satın almaktan, tüketimden ve imajdan geçerek olabildiğin görüntüsel ve duygusal “değerli ötekisin”. Bu kimlikteki insan, ne yazık ki, siyasal, ekonomik ve kültürel egemen pazarın, bu pazara karşı olduğunu sandığında bile, maymunca parçasıdır. Kimliğin ve kültürün, satılan malların promosyonunu yaptığı ve kimliğin ve kültürün, satılan ve alınan mal olduğu “postmodern” diye adlandırılan küresel pazarda, artık kimlik ve kültürün değeri “ne kadar satın alabildiği, ne kadar para ettiği ve ne kadar baskıcı güce sahip olduğuna” göredir.

21. Yüzyılda İnsanlık Durumu ve Çağımızın Kimliği

Yaşadığımız çağda kurulan ve sürdürülen kimliklerle yapılanların oluşturduğu insanlık durumuna baktığımızda, gördüklerimizden biri de şudur: Yirmi birinci yüzyıl insanlık tarihinde hipokrasinin, sahtenin, yalanın ve bilişsel ve materyal yoksun ve yoksul bırakmanın egemenlik kurduğu en yüksek alçalmışlık çağı olarak nitelenebilir. Gerçek/doğru ile sahte/yalan birlikte yüzmeye gitmişler. (Neden birlikteler ki? Batının kendine ve teolojik ikili zıtlığa bakıp çıkarttığı idealist diyalektik nedeniyle mi?). Giyeceklerini derenin kenarına çıkartıp suya girmişler. Sahte/yalan sudan çıkmış ve gerçeğin/doğrunun giyeceklerini giyip gitmiş. Gerçek/doğru sudan çıktığında bakmış ki oradaki giyecekler sahtenin/yalanın. Giymemiş. Kimse görmesin diye utancından çalıların arasına saklanmış. Saklanış o saklanış. O zamandan beri sahte/yalan gerçek ve doğru diye egemenlik sürerek günümüze kadar gelmiş. Günümüzde ise, en yüksek alçaklık seviyesine erişmiş: Hırsızlar, vurguncular, dolandırıcılar ülkeleri  yönetiyor, haksız kazançla (haklı kazanç ne ki?) trilyonlar vuranlar okullar açıyor, eğitiyor, yardımseverlik örnekleri veriyor. Katiller “kurtarma, demokrasi ve özgürlük operasyonu” yapıyor. “Operasyon Adam Smith” ile övünüyor. İnsan hakları şampiyonluğu yapan katiller asla ellerini kana bulamazlar, mideleri kaldırmaz. Dolayısıyla işçi sınıfının yarısını kiralarlar,  diğer yarısını baskı altında tutmak ve gerektiğinde öldürtmek için. Bu kiralanmış katillere güller atılıyor. Kölelik özgürlük olarak satılıyor ve köleler satanlara tapıyor. Halkın bilincini iğfal edenler, halkın bilincini, isteğini, arzusunu dile getirdiğini söyleyip alkış topluyor. Ülkeleri yönetenler arasında tek bir dürüst insan bile olmuyor, çünkü dürüst insanlar bırakın yükselmeyi, çalıların arasından bile çıkamıyor. Örgütlü yapılardaki ilişkiler baskı, yalakalık, şantaj, sahtekarlık ve çalıp çırpmada ortaklıkla yürütülüyor. Kimsede ses yok; çünkü sesini çıkartanın sonu sonunda hayırlı olmuyor.

Bu alçalmış insanlık taslayan insanımsılığın, böl ve yönet politikalarını gerçekleştirmek ve ekonomik, siyasal ve kültürel pazarda canlılık sağlamak için, son zamanlarda yoğun olarak kullandığı kavramlardan biri de çeşitli kılıflarda sunulan kimlik kavramıdır.

Kimlik Toplumda amaçlı ilişkilerle Oluşur ve Oluşturulur

Kimlik, özgürlük ve bireycilik gibi, ancak toplum içinde ve toplumdan geçerek oluşur ve oluşturulur. Hiç kimse toplumun dışında, toplumdan bağımsız bir kimliğe, özgürlüğe ve bireyselliğe sahip olamaz: İnsan ancak toplumda özgürdür veya köledir. Bireyin ne olduğu, özgürlüğü ve bireyciliği ancak toplumla vardır. Bireyin kimliği, özgürlüğü, zenginliği ve yoksunluğu amaçlı ve örgütlü faaliyetler içinde diğer bireylerden geçerek olur. Örneğin, günümüzde, birey özgürlüğünü ve zenginliğini toplumdan faydalanarak, toplumdan ve diğerlerinin özgürlüğünden çalarak ve diğerlerini yoksun bırakarak kazanır.

Anadolu medeniyetlerinde toplumsal kimlik en eski çağlardan beri daima çoğulcuydu. Malazgirt’le başlayan Anadolu’nun Müslümanlaşmasıyla birlikte ve Osmanlı İmparatorluğu döneminde de bu çoğulculuk ortadan kalkmadı. Önce modernleşme ve şimdi de küreselleşme ile gelen kapitalizmin kültürel ve bilişsel sürüleştirmesi ve “ben Türküm sen Lazsın” diye Laz olmayı küçük gören ve kendi aşağılanmışlığında ve aşağılığında Türklük taslayan siyasal hastalıkları yaratıp desteklemesine, dinsizleştirmeyle birlikte Anadolu’nun yeniden Hıristiyanlaştırılması için yoğunlaşan çalışmalara rağmen, hala Anadolu bu dil, din, ırk, yaşam tarzı zenginliğinin geri kalan kalıntılarını yaşamaktadır.

Ulusal Kimlik ve Toplumsal Kimliği Homojenleştirme

Toplumsal kimlik ulusal kimlik değildir. Örgütlü bir gücün kendisini anlattığı ulusal kimlik ya toplumsal kimliği yansıtır ya da toplumsal kimlik üzerinde çalışarak homojen bir kimlik yaratma çabasına girilir. Ulusal kimlik, hemen her yerde “ulus devletin” siyasal sorunu olmuştur. Bu sorunda, eğer devlet kendini tekil kimlik ile görürse, ama toplumsal kimlik homojen değilse, o zaman sorun çok daha ciddileşir. Eğer devlet kendini çoğul kimlikle görürse ve toplumsal kimlik homojen değilse, devlet (örneğin kapitalist sınıfla işçi sınıfı arasında veya etnik gruplar arasında), arabulucu ve denge kurucu fonksiyonu gereğince yapmak zorundadır. Bunu yapmadığında veya yapamadığında,  meşruluk krizleri artar. Homojen olmayan bir toplumsal yapıda, homojen kimlik yaratma çabası uluslararası ve ulus içi egemenlik ve çıkar mücadelesi politikaları nedeniyle, çıkmazda kaldığı gibi, sınıfsal,  milliyetçi ve etnik duyguları daha da derinleştirerek çözümden çok sorunlar çıkartır. Avrupalıların ve Avrupalı liberal taklitçilerin sundukları küresel ideolojinin destekleyicisi olan çözümler, belli çıkarlar için çözüm amacı taşır; propagandası yapılan amaca asla hizmet etmez.

Ulusal kimliği oluşturma çeşitli biliş işleme süreçlerinden geçerek uzun zaman içinde gerçekleşir. Fransız devrimi sırasında Fransa’nın sadece yarısı Fransızca konuşabiliyordu ve % 12-13’u doğru konuşabiliyordu. İtalya devlet olduğunda nüfusunun sadece % 2-3’ü evde İtalyanca konuşuyordu. 1970’de 42 milyona yakın Amerikalı İngilizce bir soruya cevap verecek İngilizceyi bilmediklerini, ana dillerinin İngilizce olmadığını ve evde kendi dillerini konuştuklarını bildirmişlerdir.

Günümüzdeki uluslararası sömürü ve ulusal katılma politikalarının yarattığı koşullarda, çok dilli bir ülke, dilsel Balkanlaştırma politikalarıyla desteklenen çıkarlar nedeniyle sürdürülen politikalarla artan bir şekilde her an iç savaş tehlikesiyle karşı karşıyadır.

Üst ve Alt Kimlik

Uzun yıllardan beri ırkçılığın, dile ve inanca dayanan farklılıkların Batı’nın çıkar hesaplarına uygun bir şekilde biçimlendirilmesi ve  uygulanmasında çeşitli strateji ve taktikler kullanıldı. Buna son zamanlarda kimlikler ve ötekilik eklendi ve en son olarak da üst ve alt kimlik kavramı üretildi. Gündem bu kavramlar üzerinde tartışmaya odaklandı. Böylece, örneğin kavramın gerisindeki tarihsel gerçekler bir kenara itilip, bağlamından koparılmış, sadece etkileşimin mekaniğine dayalı ilişkisel anlamlar üzerinde durulmaya başlandı.

Böl ve yönet politikalarını desteklemede kullanılan kimlik sorununda, Türkiye’de bazı çevreler, özellikle Türk ve Kürt ayırımıyla gelen soruna çözüm bulduğunu sananlar, birden bire “üst ve alt kimlik” anlatısına kurtarıcı gibi sarıldılar: Üst kimlik Türk (veya Türkiyeli) kimliği ve alt kimlik de Kürt kimliği: Böylece hem Türksün (veya Türkiyeli) hem de Kürt. Sorun çözüldü. Sorun çözülmedi, aksine bu tartışmalarla, sorun çok daha karmaşıklaştı ve çok daha ciddi çıkmaza girildi. Sorun çözülmedi, çünkü kişinin kimlikleri basit aitliklere dayanan basit psikolojik inşalar değildir:  Pepsi Cola ile Coca Cola arasındaki tercihe benzemez. Bu psikolojik inşalar; kullanan ve kullanılan, öldüren ve öldürülen, materyal ve bilişsel olarak yoksun ve yoksul bırakan ve bırakılan insanı ve ilişkilerini anlatır. Bu inşalar materyal çıkarların, egemenliklerin ve boyun sunmaların bilişsel yansımalarıdır: Temelinde hunharlıkları meşrulaştıran soyut ve bu soyutun desteklediği somut çıkarlar yatar.

Üst Kimliğin Alt, Alt-kimliğin de Üst Olması

Üst kimlik tanımıyla, sanki Türk (veya Türkiyeli) olmak en yukarıda, üstte, kapsayan kimlik oluyor; Kürtlük, Lazlık, Kayserilik, hemşerilik, Alevilik, Kentlilik,  Karadenizli ve Doğulu olma da alt kimlikler. Böylece, üst kimliğin tanımladığıyla alt kimlikteki tanımlananlar arasındaki çelişki, çatışma, uyumsuzluk ortadan kalkıyor. Bu çok ilkel ve basit, yüzeyde ve geçersiz bir yorumlama ve beklentidir. Çünkü kimlikler, bireyin birçok bağlara dayanan ilişkilerden geçerek kurduğu birçok bizliklerden oluşur. Bu bizlikler, bu bizlikleri oluşturan bağların doğasına göre şekillenir ve birey için değer taşır. Bireyin kimliği sadece bu bizliklerin doğasıyla gelen “katma ve katılmalarla” oluşmaz; aynı zamanda, bu bizlerin “o ve onlar” ile olan bağlarıyla da desteklenerek, zenginleşir (veya fakirleşir). “O ve onlar” (moda deyimle, öteki ve ötekiler) temel olarak dost ve düşman olarak iki kutba ayrılır; diğer o ve onlar da arada bir yere yerleştirilir. Böylece, bireyi, dünyası sen, biz, o ve onlardan oluşan;  sen, biz, o ve onlar ile birleştirerek çeşitli kimlikler inşa eden yapılar içinde yaşıyor görürüz. Bütün buraya kadar anlatılanları, insanın/bireyin yaşadığı ve yaşatıldığı örgütlü zamanlar ve yerler içine yerleştirip somutlaştırdığımızda, benlik ve bizlikle gelen kimliklerin ne ve nasıl olduğunu çok daha iyi anlarız. Bu sırada, yüksek kimlik ve alt kimlik olarak sunulanla beklenenin çok ciddi bir yanlışlığa sahip olduğunu da görürüz. Bu yanlışlığı bir örnekle açıklayalım:

1960 başları. Ankara’nın Kayabaşı semtinde yaşıyoruz. Biz Kayabaşılıyız. Kayabaşılı kimliğimizle, mahallemizden geçen birine gerekirse biz yardım ederiz; erkek gençleriz (kızlar pencereden bakıyor). Mahallemizden o gün birkaç kez geçen birini görürsek, “ne aradığını sorarız. Kötü niyet görürsek, Kayabaşı’nın namusunu ve şerefini korumak için, onu döveriz. Dövdük de. Örneğin dövülen biri Kayaşlıydı. Hafta sonu o zamanlar  ya Kayaş’a ya da Atatürk Orman Çiftliğine pikniğe ve zaman geçirmeye gidilirdi. Dayak yiyen Kayaşlı, dayak atan Kayabaşılıları tesadüfen Kayaşta görüyor. Kayaşlı, Kayaşlı arkadaşlarını topluyor, Kayabaşılılara dayak atıyorlar. Kayabaşılıların bazıları FB’li, Bazıları BJK’li ve bazıları da GS’liydi. Kendimizi özdeştirdiğimiz bu bizliklerle, biz günlük ilişkilerimizde birbirimizle alay ederdik, sataşırdık, kötülerdik, övünürdük, ezer ve ezilmiş hissederdik ve  hissettirilirdik. Ankara Gücü bir başka kentin takımıyla karşılaştığında, hepimiz Ankara Gücünü desteklerdik. Ankaralıydık çünkü. Kayabaşında sokaklar vardı. Biz aynı zamanda Derince sokaklıydık ve diğer Kayabaşı sokağıyla bazen kavga ederdik. Bu kavgaların bendeki bir izi de kaşımın üzerindeki yaradır: Atılan taş az daha gözümü çıkartacaktı. Ama biz Kayabaşılı değil miydik? Üst-kimliğimiz Kayabaşılıydı. Alt-kimliğimiz de sokağımızın adıyla geliyordu. Nasıl oluyor da alt-kimliğimiz öne geçiyor ve Biz Kayabaşılı olduğumuz halde Biz Kayabaşılılarla kavga ediyorduk? Cevap oldukça yalın: Alt-kimlik diye öne sürülende daha yoğun ve sıkı bağlar vardır. Aslında o alt kimlik değil, BEN ile daha yoğun ve yakın bağı olan bir kimliktir. Kayabaşılılık kimliğiyle gelen bağlar ile örneğin mahalle kimliğiyle gelen bağ arasında tarihsel, duygusal ve ilişkisel bağlam ve yoğunluk farkı vardır. Aile kimliğiyle gelen bizlikteki bağ ise mahallelilik, komşuluk veya arkadaşlık bağından çok daha sıkı, yakın ve yoğundur: Bir ailenin ferdi, olağanüstü kimlik sorunu veya çok özel bir durum olmadıkça, komşuyla birleşip kendi ailesine savaş açmaz. Özlüce, yukarıdaki açıklamadan da açıkça anlaşılacağı gibi, ilişkisel kimlik Ben’in kendine ve dışına baktığında kurduğu bizliklerle ilişkilidir. Bu bizlikler ilişkinin doğasından gelebileceği gibi sahte imajlarla ve yanlış bilişlerle inşa edilmiş bizlikler de olabilir. Yanlış veya doğru bizlikler olsun, fark etmez, bu kimliklerde üst kimlik, orta kimlik, ara kimlik, yan kimlik ve alt kimlik gibi gruplandırmalar yapılırken çok dikkat etmek gerekir. Üst ile ne denmek isteniyor? Bu denmek istenen hakikaten gerçeği yansıtıyor mu, gerçekle örtüşüyor mu? Türk kimliğinin veya Türkiyeli kimliğinin, örneğin bir aile kimliği yanında üst kimlik olmasını bağlılık açısından, kendini feda etme açısından, aile ile çatışmaya düştüğünde aileyi değil de, Türkiyeli olmayı tercih etmesi açısından ele alıp değerlendirdiğimizde çok dikkat etmemiz gerekir. Bu değerlendirmenin büyük olasılıkla yanlış olduğu ortaya çıkacaktır. Daha kötüsü, bu değerlendirmeyle, boş söylemlere dayanan ifadelerin ötesine gidilmiyor olunabilir. Hele, şeriat arayan bir Bizliği alt-kimlik olarak sunmak ve bu kimliği içine alan bir Laik Türkiye Cumhuriyetli üst kimliği olduğunu söylemek çok ciddi bir hataya düşmek demektir. Kimlikleri ve kimlikler arası ilişkilerin doğasını, o kimlikleri senin nasıl tanımladığın belirlemez. O kimliklerin tarihsel olarak nasıl üretildiği, nasıl sürdürüldüğü, bu üretme ve sürdürmede birbiriyle nasıl ilişkide bulunduğu belirler; bu belirlemeyle kendilerini ve birbirilerini tanımlamaları oluşur ve değişir.

Avrupa Kimliği ve Bizim Kimliğimiz

Uluslararası ilişkilerde ve ulus kurmada kimlikler ulusal kimlikler olarak ortaya çıkar. Bu kimliklerin oluşması, gelişmesi ve dönüşmesi, toplumun kendini nasıl gördüğü, diğerini nasıl değerlendirdiği, kendinin nasıl gösterildiği ve buna karşı kendini nasıl değerlendirdiği ve taşıdığı, kendini değerlendireni nasıl değerlendirdiği ve bu değerlendirmeyle gelen BİZ ve ONLARın (kendi ve diğerinin/ötekilerin) “neliğine” bağlıdır.

Asyalı olmaya öykünen bir Batılı varsa, onun kimliğinde “Asyalı öğeler” olacaktır. Ama Batı kendine baktığında kendinde Asyayı görmüyor; kendinden geçerek tanımladığı kendini görüyor. Bu kendi Fransız olma, Alman olma veya WASP[4] olma ve hatta Amerikalı gibi olma olabilir. Bu kendi, dışına baktığında kendi gibi olan ONLARI görür ve bu ONLAR ile kendi gibi ilişkiye girer. Kendi dışına baktığında kendi gibi olmayan veya kendi gibi görmediği onlar vardır. Batı, bu tür ONLARA, ORIENTAL der ve aşağılar, küçümser. Bu aşağılamadan geçerek, kendi değerini bulur ve kendi değerini yücelterek kendine ve dışına yanıt verir. Bu sırada, kendi kimliğini, kendi gibi olan ONLAR kimliğini ve kendi gibi olmayan ORIENTALLAR kimliğini çeşitli iletişim araçlarından ve ilişkilerden geçerek yaşatır, sürdürür, pazarlar ve yayar. Bu yeniden üretim siyasal, ekonomik, kültürel, eğlence ve boş zaman ilişkileri ağlarından oluşur. Bu yeniden-üretim faaliyetleri barış ve savaşa kadar çeşitlenir. Bu yeniden üretimle kendine ve diğerlerine kendini ve diğerlerini anlatır: İmparatorluklar kurar, kölelere ve sömürgelere sahip olur; özgürlük, demokrasi veya medeniyet götürme adı verdiği katliamlar yapar. Bu anlatma sonucu, örneğin Fransız İngilizce bilse bile konuşmaz. Bir toplantı düzenlenirse ve orada Fransız ve İngiliz/Amerikan bizlikleri varsa, orada İngilizce ve Fransızca konuşulur. Bu anlatmalar sonucu, BİZden olan BİZLER etkili satış ve kendini korumak ve geliştirmek için Avrupa Biriliğini kurarlar. Tefecilik ve şantaj ve ortak soygun gibi yollarla soydukları sömürgelerini ve sonradan sömürge yaptıklarını serbest bırakırlar ve/veya serbest bırakmak zorunda kalırlar. Bu sırada, bu serbest ORIENTAL, AFRIKALI ve LATİN AMERİKALI ONLAR ile ilişkilerini daha ince dokunmuş bağımlılık yaratma yollarıyla ve elbette uluslararasılaştırdıkları meşrulaştırılmış tefecilik, baskı ve şantaja devam ederek, yeniden düzenlerler. Bu yeniden düzenlemede, artık eskisi gibi, Avrupa mutlak köleleri hayvan gibi avlamak ve zenginlikleri kendine almak için, ONLARI işgal ettikleri ONLARIN topraklarında çıplak güç ve doğrudan baskıcı yönetimle idare etme zahmetine katlanmazlar. O zamanlar KÖLE ONLAR Batının düşman olduğunu çok iyi biliyorlardı, çünkü saklanacak gibi değildi ve saklamaya da gerek yoktu. Şimdi, önce bağımsızlık, modernleşme, ulus kurma, kalkınma, modern insan yaratma, çağdaşlaşma gibi yeniden düzenlemelerle ve ardından da küreselleşme ve post modernleşme gibi adlarla yapılan çok daha kapsamlı ve yoğun satışlarla, KÖLE ONLAR artık KÖLE ONLAR değil. Onlar artık kendilerini sevdiklerini sandıklarında bile kendilerini sevmiyorlar: Elinde Cola, altında Levy’s ve STAR, IBM-Türk vb ile caka satarken, kendini kendi sanan artık o tarihsel eski kendi değil. ORIENT artık Orient olamaz, çünkü ORIENT olmaktan utandırılıyor ve utanıyor. ORIENT artık olmak istediği ve öykündüğü ama bir türlü olamadığı ve asla olamayacağı BATI. Batı bunu biliyor, çünkü bunu yaratan ve işleyen Batı, çünkü Batı yarattığı serbest kölelerin kapısında kılınmasını sağlayarak, materyal ve düşünsel sömürüyü en kolay biçimde yapma koşulunu tutuyor ve geliştiriyor. Bizim kimliğimizde, İkinci Cumhuriyetçimizden postmodern düşlerle ıslananlarımıza, ülkücümüzden solcumuza, dincimizden laik olanımıza kadar hepimizde, değişen ölçüde, işte bu yeni kimlik var. Biz ülkücülüğümüzde, dinciliğimizde ve solculuğumuzda bile, kendimiz dediğimizde bile, Batının hastaca benliğimize işlediği, kendimize düşman, aptalca ve bazen de katilce savunduğumuz, kendimiz olmayan kendimiziz. Bu kimlikte BİZ kendimize ve bizden olana baktığımızda, biz değerli ve kaliteli olan hiç veya çok az şey görüyoruz ve sürekli böyle gösteriliyoruz. Kendini beğenmeyen kendinde değer bulamayan BİZe, aynı zamanda değerli olanlar da sunuluyor. Bu değerli olanlar da ONLAR; onların yaşam tarzı, müziği, sineması, operası, balesi, yediği, içtiği, giydiği, yaptığı, yapmadığı… Biz ONLAR olabilir miyiz? Asla olamayız, çünkü ONLAR değiliz. Birkaç yüzyıl kadar önceden başlayarak, önce köylü, sonra kasabalı, ardından kente taşınan “hanzo” burjuvaların Aristokratlar tarafından aşağılandıklarını bilmesi ve içlerine işlenen aşağılık duygusundan kurtulmak için Aristokrat olmaya (ONLAR olmaya) çalışması gibi: Burjuvalar asla aristokrat olamadılar, çünkü ne geçmişleriyle ne sınıfsal karakterleriyle ne de herhangi bir diğer özellikleriyle aristokrat değillerdi. Olmak istedikleri ONLAR olamadıkları için, tek çözümü ONLAR gibi olmaya çalıştılar: Maymunca taklit. Dolayısıyla, onların tükettiklerini satın almaya ve zevklerini taklite başladılar. Değerli sanat eserlerini satın alarak ve hatta çalarak, onlar gibi balolar düzenleyip eğlenerek ONLAR gibi olmaya çabaladılar. Böylece burjuvazi içine işlenen ezikliği ve aşağılık duygusunu Aristokrat olanı satın alma ve mülkiyetine geçirme ve gösterişle kapatmaya çalıştı. Avrupa burjuvalarının evleri satın alınan ve çalınan eserlerle müze gibi oldu. 21. yüzyılda, aristokratlar kalmadı artık. Son temsilcileri İngiltere’deler ve bazılarının torunları şatolarını satarak ve turizme açarak son demlerini yaşıyorlar. Aristokrat olamayan ama ona öykünen Burjuvayı, şimdi, bazı istisnalar  dışında asla burjuva olamayacak ücretli/maaşlı köleler ve küçük esnaf taklit etmeye çalışmaktadır. Elbette, Aristokrat için burjuva tiksinti verecek bayağı ve kaba değerlere sahip bir kimliği temsil ediyordu. Aristokratın burjuvaya satmak ve vermek istediği hiç bir şeyi yoktu. Aristokrasi burjuvazinin kendine öykünmesinden bile iğrenirdi. Ama, burjuvazinin mal ve hizmetleri kitlelere satması gerekir ve bunun için kitleleri öykündürmek zorundadır. Ancak bu yolla, kitle halinde ürettiklerini kitle halinde satabilir. Bu nedenle, burjuva sınıfı kitlelere düşler, imajlar, beklentiler ve umutlarla dolu bir kimlik işlemek zorundadır. Bu kimlikleri Türkiye’de ilk işleyenler örneğin batı müzikleri ve piyesleriyle Ankara, İstanbul ve İzmir radyoları ve basın olmuştur. Bunu sinema ve televizyon takip etmiştir. Günümüze gelindiğinde, bakkal kalktı veya isim değiştirip süpermarket oldu; Migros’dan (Migros ne demek?) alış veriş yapıyoruz; kentlerdeki dükkan isimlerinin çoğu İngilizce veya melez; meclis açılmıyor artık meclis start alıyor; döneri gelenekseller veya hanzolar yiyor; çağdaş kimliktekiler pizza veya McDonalds yiyor. Coca Cola veya Pepsi modern kimliktekilerin evlerinde. Coca Cola’nın maymunu ColaTurka[5] Batı’ya karşı olduğunu söyleyen “Batılaşmış doğulu kimliklerin” evlerinde; Levy’s ve Fransız/Amerikan kozmetik ürünleri tesettürün altından sinsice gülümsüyor. Televizyonların isimleri bile Türk ismi değil. Bizim kimliğimiz ancak tüketimden, yemeden, içmeden, seyretmeden, giyinmeden, özlüce maymunca taklitten geçerek olduğumuzu sandığımız BATILILARIN kimliklerinin bizden geçerek yansımaları.[6] Bu kimlikte bir zamanlar Roma ve Viyana kapılarına dayandığında kendisinden korkulan ve kendine öykünülen Türk, şimdi Avrupa Birliğine girmek için kendine yapılan sayısız hakaretlere bakıp “hanzolar, kokoreç yiyor, ayran içiyor, dolmuşlarda arabesk çalıyor, taksi şoförleri tıraşsız ve yontulmamışlar” diye televizyonlarda yakınıp duruyor. Bu kimlikle Anadolu insanı, Anadolu düşünü ve yaşam tarzı aşağılanıyor, aşağılık duygusuyla doldurulmaya çalışılıyor; aşağılık duygusuyla dolu BATILI-ONLARA öykünen kendini ve BİZİ sevmeyen BİZLER tarafından medya yoluyla Anadolu her gün ideolojik bombardıman altında. Bu Bizler üst bizlikleri mi yoksa kendini kendinden değil de efendisinden veya güçlüden geçerek tanımlayan bizlikleri mi ifade ediyor?

Ben ve Sen ve de Batı

Elbette, yukarıda sunduğum kimlik içine sen ve ben dahil değiliz. Sen ve Ben başkayız. Sen ve ben Avrupalı değiliz biliyoruz. Sen Türksün, lazsin, Kürtsün, Kayserilisin, İstanbullusun (yani bir tür üst kimliktesin). Ben de… Peki Avrupalı? Onun kimliği ile senin/benim üst kimliğimizi karşılaştırırsak, ortaya ne çıkar? İki ayrı üst kimlik mi? Bunu Avrupalıya sorsak, güler herhalde. Pekiyi, BİZİM post modernimize sorsak? Cevabı seni/beni kusturur ve post-modernimiz, kusanı bir yana bırakıp kusmuğun söylemsel analizini yaparak “öznenin ölümü” gibi laflar eder. Peki, “bardağın yarısı boş” diyen bir küresel tacire sorsak? “Hep bana hep bana; seyir, alkış, umut ve zırnık sana” diyenin cevabıyla donar kalırız. Pekiyi, “bardağın yarısı boş” diyen, kahvede pişpirik atan, üniversite mezunu PESİMİST Hamdi’ye sorsak, bize şöyle bir kimlik sunardı herhalde: Ben hayatım boyu ezilmişim ve ezilmekteyim. Hayatım boyu sömürülmüş ve sömürülmekteyim. Şimdim ve geleceğim için karar verme, şimdimi ve geleceğimi istediğim biçimde düzenleme koşulları, benim elimden alınmış. Modern toplumun ücretli\maaşlı kölelik düzeninde, insanın yeme içme ve barınma gibi en temel ihtiyacı olan fiziksel varlığını koruma ve sürdürme olanaklarından yoksun bırakılmışım. Ben güçsüzleştirilmişim. Psikolojik yalnızlığa ve tekliğe itilmişim. Mücadele koşullarım gayri-meşru ilan edilmiş ve sürekli tehdit altındayım. Bana, köleliğim özgürlük; güçsüzlüğüm ise çalışılarak kazanılacak evrensel bir gerçeğin ifadesi olarak sunulmuş. Ben “insan olma” kapasitesini büyük ölçüde yitirmiş örgütlü insanlığın aciz, zavallı ve hasta insanıyım. Aşağılaşmış örgütlülüğe, ancak aşağılığı yansıtarak faydalıyım. Ben, elimden alınan yaşam koşullarımı zorunlu olarak gerçekleştirebilme çabasında egemen yapıların günlük yaptıklarını yapmak durumundayım. Örgütlü hastalıklarla normalleştirilmiş kuralları ve koşulları, insanlığa ve yaşadığımız doğal dünyaya tehlike olarak görmek ne yazar? Ne yazar dünya ve dünya üzerinde yaşayan milyonlarca varlıklar için en iyi insanın aslında ölü insan olduğunu düşünmek?” PESİMİST Hamdi’nin bunları diyeceğini hiç sanmıyorum. Ama Hamdi kahvecinin karbonatlı çayını içtiğini biliyordur. Karadeniz çayına Lipton karışmış; ama Hamdi statü içmiyor; içse kime satış yapabilir ki? Sokak kedisine mi? Sokak kedisi Nestle’nin atıklarıyla besleniyor: Sokak kedisinin kimliğinde de küresellik var.

Sen elbette Hamdi gibi de değilsin. Ben de. Asla. Belki de sen kürselleşmiş bir dünyanın post-modern demokratik durumunu yaşayan özgür insansın. Belki de değil. Ben de... Kentinin havasına hiç gören gözle baktın mı? “Sen istediğin her şeyi yapma hakkına ve olanaklarına sahipsin. Sen sensin” deniyor. Sen her gün baktığın aynada kendini hiç gördün mü? Olduğun ama olmak istemediğin misin? Olamadığın sen misin, o? Saçın seni bu sabah sevdi mi? Beni sevmedi, çünkü Pantene kullanmadım! Yandım, n’apacam? Millet bana bakacak ve saçımı Pantenesiz görecek. BATILI olamadın mı, o kadar Avrupa Birliğine, IMF’e, Dünya bankasına, küreselleşmeye; o kadar modaya, kolaya, Nike, Pierre Cardin vesaire vesaireye rağmen? Neden ONLARIN yediğini yediğin, içtiğini içtiğin, giydiğini giydiğin ve takındığını takındığın, kitaplarını okuduğun, okullardaki müfredatı onların istediği şekilde değiştirdiğin, “bak ben de senin gibiyim, görmüyor musun” diye sürekli yırtındığın halde ONLAR seni kabul etmiyor dersin? Seni Avrupa Birliğine aldılar diyelim. Sen ONLAR mı olacaksın? Onlardan mı olacaksın? Amerikan iç savaşında zenciler mutlak kölelikten kurtulup Kuzeye göç ettiklerinde, Kuzeyin sanayicileri onları kabul ettiler: Güneyin mutlak köleleri Kuzeye geldiklerinde, sürekli olarak sermayenin baskısı altında korkuyla yaşayan, yarınlarından sürekli kuşkulu ve tedirgin serbest köle oldular. Başkaldırdılar bu yeni köleliğe. Fakat silahların gölgesinde özgür oldukları anlatıla anlatıla, onlar köleliklerini unutmadı, ama onların torunları unuttu, çünkü onlara sunulan tarih, onlara sunulan gerçekler gibi,  başkalarının başarı tarihi ve gerçekleriydi (ve öyle).  

Küresel Kolektif Kimlik: Gösteri, Teşhir ve Seyir Kültürü

Ekonomik çıkarlarla gelen ve mal ve hizmetlerin kullanım ve tüketimini arayan kimlik inşası günümüzde küresel kolektif kimlik işleyen bir karaktere sahiptir: Bu küresel kolektif kimlik kitle endüstrilerinin ürettiklerini kullanma ve tüketmede kurulan ortaklıkla gelen Bizlik duygusu ve aitlik duygusu işler ve taşır. Küresel pazar kültüründe, insanlar arasında dostluğa, yapaylaşmaya, anlayışa, yardımlaşmaya dayalı dayanışma kültürü yıkılır önce, ardından ”satın almadan, kullanmaktan ve tüketmekten” geçerek kurulan bir dayanışma kültürü oluşur. Bayramlarda, doğum günlerinde, anneler babalar, dayılar, sekreterler gibi günlerde sevgiyi ve ilgiyi nelerden geçerek ifade ettiğimizi düşünün.

Ekonomik ve kültürel pazar sürekli değişen, her şeye açık, satın alma ve kullanma konusunda “yenisi için” kolayca fikir değiştiren kimlikler işler. Bu kimliklerde birey artık “tek boyutlu” olarak görünmez, çok yönlü olarak sunulur. Bu kimliğin insanı durağandır, ama durağan olduğunu kabul etmez; modacı ve gösterişçi tek düzedir, ama çoğulcu ve kendine özgü olduğunu iddia eder. Aslında, bu kayganlık, kaypaklık, çok yönlülük ve çoğulculuk, örneğin Levy’s 501, 531, 550, klasik vb. arasında seçimler içinde dondurulmuş, kitle kültürünün çoğulculuk satan tek boyutluluğudur: Kitle ürünlerinin görüntüsel, sessel, kokusal, dokunsal bolluğunda, aynılığın farklılık, tekliğin çokluk, zevksizliğin zevk, tercihsizliğin tercih olarak sunulması ve görülmesi.

Bu kimliğin taşıyıcısı sürücedir, ama sürüden olduğunu reddeder ve bireysel tercihlerden bahseder; Bu sürüleştiren çoğulcu görüntülü ve anlamsız tekrarların anlamlı kılındığı ortamda, bir Türbanlı Fransız parfümü kullanabilir, Levy’s kot giyebilir, en pahalı yabancı ayakkabı satın alabilir. Bir solcu Amerikan emperyalizminden bahsederken Marlboro içebilir. Bir İslamcı teorisyen Amerikan burjuva kültürünün ve ideolojisinin göstergelerini alıp modern İslam kültürü diye satabilir.

Demokratik katılımcılık ve insan hakları taslar; ama ücretli/maaşlı-köledir, bunu ona hatırlatırsanız morali çok bozulur ve özgür olduğunu savunur; kedilere, köpeklere ve uzaklarda olan doğal felaketlere karşı çok duyarlıdır, ama yan komşusuna, kardeşine ve bir mahalle ötede varoşlarda yaşayanlara gösterdiği duyarlılık duyarsızın duyarlılığıdır. O denli bencilce duyarlıdır ki, üniversite mezunu olarak kasıla kasıla bir eliyle sigarasından derin bir nefes alıp engellenmiş duygularını kendinden intikam alarak tatmin ederken, öbür eliyle kucakladığı bebeğine doğru zehirli dumanları üfler. Geri zekalılaştırılmıştır[7] ve cahil bırakılmıştır, ama kendini akıllı ve eğitimli sanır. Sahip olmadığı şeyleri “Bizim” diye diğer sahip olmayanlara karşı canla başla korur: Kendinin olmayanı kendini feda ederek kendine karşı savunur; “senin özgürlüğün benimkinin başladığı yerde biter” gibi akıllı ve işlevsel saçmalıklara büyülü gözlerle sarılacak kadar bilişsel dumura uğratılmıştır; ama kendini özgür insan sanır; köleliğindeki özgürlüğünü yaşamak ve göstermek için, kendi köleliğini ve başkasının özgürlüksüzlüğünü yeniden yaratır; bunun farkında bile değildir.

Bu görüntü ve teşhirciliğin egemenliğindeki ekonomik ve kültürel pazarda, solcu ülkücü işareti yapmaz; türbanlı, “kendi özgür iradesiyle göbek teşhiri” yapanlar gibi olamaz, ülkücü Kürt gibi giyinemez, çünkü böyle bir geçişlilik veya dönüşüm veya çoğulculuk veya görüntü böl ve yönet politikalarının sonunun hiç değilse başlangıcını işaret eder; dolayısıyla, biliş yönetimi pratiklerinde asla buna izin verilmez. Peki, Coca Colaci Pepsici olabilir mi? Bir Fenerbahçelinin Beşiktaşlı olmasını düşünün: Döneklik alaycı baskılarla karşılanır. Ama bir siyasal kafatasçı veya tutucu asla ne etnik düşmanı olan Öteki olabilir ne de Ötekiyle kendini özdeştirebilir ne de Ötekinin kendi içinde özleşmesine razı olabilir. Ama hangi seviyede oluyor bütün bunlar? Sürüleştirilmişlik ve geri zekalılaştırılmışlığın egemen kılındığı ekonomik orta ve alt seviyelerde. Üst seviyede hem ulus içinde hem de uluslararasında daima kıyasıya centilmenler yarışı vardır: Maçlarda, imtiyazlı tribünlerde oturanlar ile seyirci kitlelerin reaksiyonlarını, kazandıkları ve kaybettiklerinin neler olduğunu düşünün. Kazananlar arasında pazardan daha çok pay alma yarışı vardır. Onlar kaybettiklerinde bile zaten kazanıyorlardır. Bu yarışta, ulus, din, dil, ırk, vatan, millet gibi şeyler sadece ekonomik çıkarla tanımlanır ve sadece amaç için araçlardır: Sermayenin dini, dili, ulusu, vatanı, milleti paradır; çünkü para zenginlik ve güç için aracıdır. Bunları açıkça görmek için, uzağa gitmeye gerek yok: Semt “süpermarketinde” kullanılan dile, satılan mallara, Ülker ürünlerindeki isimlere, yılbaşı için satılan çam ağaçlarına, süpermarketlerde çalınan müziklere bakmak yeterli. Bunları satın alıp kullananlar? Onlar değerli kimlik satın almakta ve birbirine değer satışı yapmaktalar. Satın almayla kazandıklarını kaybettikleri, dolayısıyla geçim olanaklarını elde etmek için ücretli köleliğe sürekli talim etmek zorundadırlar: Kölenin düşünsel ve materyal köleliğini ve başkalarının zenginliğini yeniden üretmesidir bu.

21 yüzyılda imaj satışı yoluyla (giyimle, gösteriyle, yemeyle, içmeyle, vücudunun çeşitli yerlerine elmas veya pırlanta bir şeyler takmayla, sahte kimlikler kurma) kendini zenginleştirmek, değerlendirmek için endüstriler birçok olanaklar sunarlar: Paran kadar değerli olursun, çünkü o olanakları satın alman gerekir. İmaj sahtekarlığıyla beslenen insanın artık modaya göre çoğalan ve değişen kimlikleri vardır: Kimlik sürekli kazanılmalıdır. Nasıl? Satın alarak, kullanarak, atarak ve bunları hep göstererek. Çünkü günümüzde egemen olan ekonomik, bireysel ve kültürel kimlikler gösteri kültürü kimlikleridir ve statü ve değer üretimi için sürekli tüketim gerektirir. Bu tüketim de sürekli satın almaya zorlar. Bu kültürel kimliklerle insan gösteri ve teşhirle diğerini ezerek ve diğerinin üzerinde psikolojik baskı kurarak (aşağılama, küçük görme, dışlama, adamdan saymama gibi) değerini kazanır ve “kendini bulur.”

Bu kimlikler internetle girilen siber uzayda yapılan “chat” denen gevezelik ve psikolojik doyum oyununda, kendine farklı rumuzlar ve isimler vererek karşında seni görmeyeni kandırma oyunuyla da desteklenir. Bu oyunda, sürekli kandırılan, ezilen, kandırma olanakları elinden alınmış olanlar, internette birilerini kandırma zevkini tadarlar; böylece kandıramayan da kandırarak kandırma olanağı elde eder. 21. yüzyılın ezilmişine, birkaç bin lira harcayarak, elde ettirilen ezme şansı. Sahtekarlık çağı, imaj yapma ve kandırma, kimlikleri biçimlendirmeye “kimlik yönetimi” (identity management) adını vererek, sahtekarlığa saygın bir anlam yükler. Bu sahtekarlık oyununu da, insanların sosyal yaşamda yüklendikleri annelik, babalık, kardeşlik, dostluk gibi birçok kimliklere sahip olduğu savıyla desteklerler: Anormalin normalle paralellik kurularak normalleştirilmesi.

Küresel Yerellik Kimliği: Bağnazlığın Teşviki ve Bölerek Yönet

Küresel pazarın küresellik ideolojisi küresel`-yerellik adıyla gelen biliş yönetimiyle desteklenir. Bu desteklemede, toplumsal kimlik küreselleşme ile birlikte yerel kimliklerle, etnik kimlikler, cinsel kimlikle, lezbiyenlik ve homoseksüellik gibi kimlikler gibi kimlikleri içeren postmodern çoğulculukla zenginleştirilir. Fakat Amerika’da Amerikan kimliği üzerinde çok ender tartışma yapılırken, Türkiye gibi ülkelerde, ulusal kimlikler önce aşağılanır ve aynı anda Batılı kimlikle değer kazandırılarak yeninden kurulur. Bu yeniden kurmada etnik kimlikler arasında sürtüşmeler yaratılır. Bu sürtüşmeler Amerikan pazarı tarafından yeniden biçimlendirilmiş, sözde Amerikan karşıtı, fakat aslında üst seviyede Amerikanın kullandığı kafatasçılık ve yeni-Nazi milliyetçilikle kışkırtılır. Böylece ulusal seviyede kimliklerle ilgili çözüm olarak sunulanlarla da bu çatışmalar daha da kızıştırılır. Kimlik politikalarıyla gelen her çözüm, örneğin dil, eğitim, üst-kültür ve alt-kültür, aslında, böl ve yönet politikasının bilişsel ve ilişkisel parçasıdır. Bu politikalarda siyasal alanda Türkiye gibi ülkelerde kimlikte örneğin ülkücülükle Kürtlüğü birleştiren bir geçişlilik, anlayış, hoşgörü asla küresel psikolojik savaş ve yönetim politikasına uymaz; dolayısıyla, kimliklerde böyle bir “çoğulculuk, geçişlilik, yaygınlık, anlayış seviyesi” işlenmez; ama bol bol “kültürler arası farklılıklarla barış içinde yaşamak” gibi temelsiz,  ama işlevsel saçmalıklar öne sürülür.

Küresel pazar politikası tüketici kimlik ve davranışlarında, çoğulculuk adı altında ekonomik homojenlik ararken ve sürdürürken, siyasal alanda aynı anda hem yerel kimliklerden kopup küresel entegrasyon arar hem de yerel olanı parçalar halinde tutarak güçsüzleştirir ve dayanışma sağlamayı engeller. Her iki politika ve ikisi arasında inşa edilen diğer politikalar aynı anda farklı şekillerde işlenir ve yürütülür.

Küresellik ve Yerellikte Siyasal Kimlik

Küresel pazar ideolojisi aynı anda iki siyasal kimliği destekler: Birincisi, küresel pazarın Küreselliğini destekleyen ve post-modern durum anlatısıyla gelen küreselleşmişlik kimliği: Bu kimlik neo-liberallerin, post-pozitivistlerin ve uluslararası sermayeyle iş görenlerin siyasal kimliğidir. Bu kimlikte, siyaset ve siyasal ideolojiler ortadan kaldırılmıştır; ideoloji son bulmuştur; karşılıklı bağımlılık içinde yaşayan bir dünya vardır: Tavukla beslenen tilkiyle tavuk arasındaki karşılıklı bağımlılık! İkincisi, küresel pazarın “ben küreselim, sen pazarsın” gerçeğini yansıtan ve dolayısıyla küresel yerelliği destekleyen böl ve yönet politikalarının desteklediği siyasal kimliktir.

Siyasal kimlikle oluşturulan ve sürdürülen siyasal kültürün insanının da değerini göstermek için gösteri ve teşhir yapması gerekir; bu gösteri ve teşhir de kendi gibileri ve etnik kültürleri ezmeden iç savaşa kadar uzanır; böylece siyasal kültürün kullanım ve tüketimi, baskıdan öldürmeye ve kitle halinde yok etmeye kadar gider.

Kendini gerçek anlamıyla üstün hisseden kültür hiçbir tür aşağılığı asla yapmaz: Örneğin aynı ülkede yaşayan bir başka grup insan üzerinde üstünlük taslayıp  ayırımcılık yapmaz. Sen kimsin de aynı ülkede yaşayan bir başkası üzerinde üstünlük taslıyorsun ve kendine imtiyazlı yer ayırarak insanları ezme işine giriyorsun? Neden bizden olan bir başkasını “bizden değil” ve “düşman” görüyoruz veya küpe takanı hedef alıyoruz da küpeyi üretenleri ve satanları, kulağa delik açanları hedef almıyoruz? Güç ilişkileri ve bu ilişkilerin alttaki sürüleştirilmiş ve bölünmüş insanlar arası ilişkilere akıllıca yansıtılması nedeniyle: Bu yansıtmada güçsüz bırakılmış ancak kendi gibi güçsüz bırakılmışı yiyerek kendinde güç bulur ve kendine psikolojik doyum sağlarken efendilerinin materyal çıkarlarını sürdürmesine farkında olmadan yardım eder. Yani kendinin ve kendi gibilerin sömürülmesine katılır. Ayrıca, güçsüzlüğünde, küresel pazara biraz zor caka satar ve üstünlük taslayabilir ve küresel pazarı biraz zor ezebiliriz. Ama camiden çıkan kuzenimize, BİZİM tarikattan olmadığı için, “sen de mi Müslümansın lan, böyle Müslümanlık olmaz?” diyebiliriz, onu dışlayabiliriz ve hatta dövebiliriz. Bir ocağa, tarikata, siyasal ideolojiye üye olmada veya bir markayı giymede bir sorun yok; sorun bu örgütlü yapının işlediği biliş ve kurdurduğu ilişkinin doğasında yatmaktadır: Bu “bölücülüğün ve ayırımcılığın” anlamı üzerinde dikkatle durmak gerekir. Bu bölücülüğün ve ayırımcılığın en ilginç yanlarından biri de,  taşıyıcı sürüleştirilmişlerin bilişlerinde yaratılan üzücü ve korkutucu çarpıklık: Bölücü ve ayırımcı saldırdıklarına “bölücüler” ve benzeri sloganlarla saldırıyor:  Ne olduğunun ve ne dediğin farkında olmadığı gibi, ne olduğunun ve ne dediğinin çok iyi farkında olduğunu sanıyor. Buna biliş ve davranış yönetiminin başarısı denir. Bu başarıda, cehalete bilgiçlik taslatılarak, yaratılmış cahiller birbirine baskı yapmak ve öldürmek için tutulur ve gerektiğinde birbirinin üzerine saldırtılır.  

Hasta siyasal ve ekonomik kimlikteki diğer bir üzücü yan da şudur: Milleti soyan bir tarikatçı yakalanmış. Burası Amerika. Adamın limuzini dört araba boyunda. Üzerindeki altın ve pırlantanın ağırlığı belki on beş kilo. Adamın lüks ve sefahat içindeki yaşamını anlatıyor televizyon. Biz de seyrediyoruz: gösteri kültürü aynı anda seyirden geçerek, iştahlandırarak sürdürülebilirlilik kazanır. Biz bu kültürün hem yapabildiğimiz kadar teşhircisi hem de seyircisiyiz. Haber bitiyor ve 35 yaşlarındaki İspanyol-Amerikalı tanıdığa soruyorum: “Bu adam dolandırıcı, bak hapse giriyor, sizin gönderdiğiniz paraları yiyor ve şahane bir hayat yaşıyor. Neden para gönderip duruyorsun?” Kadın sakin ve kararlı bir şekilde yanıt veriyor bana: “Gene göndereceğim, Olsun yesin. Benim sayemde, benim yaşayamadığımı o yaşıyor.” Kadın kendi sefilliğinde vekâleten zenginliği yaşıyor. Ezilenin bu psikolojisini toplumsal ilişkiler bağlamında düşündüğümüzde, ürpertici ve hunhar bir gücün materyal çıkarları için insanları nasıl kullandığını ve katliama kadar giden bir psikolojiyle nasıl doldurduğunu görürüz. İnsanlar üzerinde inşa edilen kimliklerle, güçsüzler güçsüzleri ezerek ve hatta öldürerek hasta bir üstünlük ve psikolojik doyum elde ederken, başkaları da materyal kazançlar ve güç elde ederler. Bu süreçte, sürekli kimlik krizi, kimlikler arası çekişme yaratılmalıdır ki böylece biliş ve davranış yönetimi başarılı olabilsin. Kriz, çözüm olmayan çözümlerle ve bu çözüm olmayan çözüm için gerekli yeniden üretimlerle desteklenir.

Sonuç

Kimlik kendini tanımaya ve bunun için de kendini anlamak için (suçlamak ve kendine aşağılık duygusu ekmek için değil) soruşturmayı getirdiğinde; bunu diğerlerini, ötekileri, Avrupa’yı anlamaya uzattığında sağlıklı, doğru, geçerli ve asıl ve asil bir kimlik olur. Muhtemelen en birinci başlangıç insanın kendini öncelikle insan olarak tanımlamasıdır. Şunu diyebiliyor muyuz: Ben Avrupalı değilim, çünkü Avrupa’da yaşamıyorum. Avrupalı da olmak istemiyorum, çünkü Avrupalı değilim. Belki ben Avrupalıdan çok daha insanım; çok daha düşünceli, çok daha anlayışlı ve vicdanlıyım. Latin Amerika’yı, Asyayı ve Afrikayı kana bulayanlar durmadan “ben modernim, ben ileriyim, ben çağdaşım” diye füzelerini öpüp duruyor: Ben yediğimle ve satın aldığımla değil, olduğum gibi neysem onunla değerliyim. Ben insanım, Lazım, Türkmenim, Kürdüm, Türküm, Kayserliyim, Karadenizliyim, Ankaralıyım, Doğuluyum, Diyarbakırlıyım, Anadoluluyum, Sünni’yim, Aleviyim, Laikim veya değilim. Ne fark eder? Neyim eksilir veya çoğalır? Ben bunların hepsiyim ve hepsiyleyim. Benim kimliğim bu. Benim ne üstümde ne de altımda kimlikler var benimle yaşayan. Ben binlerce yıldır bu kimliklerle yaşadım. Bunu diyebiliyor muyuz? Bunu diyebiliyor ve bunu yaşayabiliyor ve yaşatabiliyorsak, Avrupa Birliği veya Avrupa kimliğiyle gelen “kültür yok etme” ve onun yerine küresel pazarın çıkarlarına uygun “Batı kültürünü işleme” mekanizmalarına karşı durabiliriz. Yoksa teker teker, parça parça yok ediliriz. Bu yok edilmeyle, 11. yüzyılın sonlarında Anadolu’dan silinip giden Batı egemenliği, 21. yüzyılda yeniden Anadolu’nun Batının kolayca kontrol ettiği pazarı durumuna düşürülmesi gelecektir. Önemli ölçüde de gelmiş durumda.

Deniyor ki, Atatürk gibi liderlerin yaşadığı zaman farklıydı; şimdi farklı: Atatürk’e sarılıp kalamayız. Sarılıp kalırsan ne olur? Yeni-sömürgeci küresel pazarın ve ortaklarının işine gelmez. Atatürk ve benzeri liderler modernleşin derken KİMLİĞİNİZİ yitirin, ülkenin değerlerini ve kaynaklarını özelleştirme adı altında satın demedi. Aksine, Atatürk şöyle dedi: Dünyanın bize hürmet görmesini istiyorsak kendi benliğimize ve milletimize bu hürmeti gösterelim. Bilelim ki milli benliğini bulamayan milletler başka milletlerin şikârıdır (ganimetidir). Post modern durum olarak yüceltilen yeni-sömürgecilikte yeni-yönetici sınıfların önemli bir bölümünün sömürgecilerle işbirliğine girmesiyle birlikte, ganimet, askeri bir istila olmadan paylaşılmaktadır. Bu yapılırken de, küreselleşme, karşılıklı bağımlılık, kimlik ve alt kimlik ninnileri söylenmektedir. Bu ninniler de, gerektiğinde iç savaşa kadar götürülecek sinsice hazırlanmış tuzaklardır: Terörizm ve bölücüler çığırtkanlığını yapanlar aynı zamanda bu kimlik gündemleriyle gelirken, böl ve yönet politikalarını desteklediklerinin farkındalar mı dersiniz? Bu işten trilyonlar vuran bazıları farkında, fakat çoğu, cehaletin bilgiçlik taslaması ötesinde, ne dediğini ve düşündüğünü bilmemektedir.

Kaynakça

Kimlikle ilgili eleştirel yazılar için bkn:  http://www/irfanerdogan.com

Aksoy, Asu and Nabi Avci (1992). "Spreading Turkish Identity." Intermedia 20:4-5. (Aug./Sept.)

Erdoğan, İrfan (1997). Kölenin Zincirine Vuruluşu. Ankara: Doruk.

Erdoğan, İrfan ve Alemdar, Korkmaz (2005). Popüler Kültür. Ankara: Erk. 

Ferguson, Marjorie (1995). 'Media, Markets and Identities: Reflections on the Global-Local Dialectic'. Canadian Journal of Communication 20(4): 439-459.

Frank L. Jones  Philip Smith (2001) Diversity and commonality  in national identities: an exploratory analysis of cross-national patterns. Journal of Sociology© 2001 The Australian Sociological Association, 37(1): 45–63.

Hobsbaw, Eric (1996. Language, culture, and national identity. (multiculturalism based on language) Social Research, Winter 1996 63 (4):1065 -1080.

Mazrui. Ali A.  (1999). Globalızatıon and cross-cultural values: the polıtıcs of ıdentıty and judgment. Arab Studies Quarterly (ASQ), Summer 1999 21 (3): 97.

Newitz, Annalee (1995). Surplus Identity On-Line Bad Subjects, Issue # 18, January 1995.

Schlesinger, Philip (1987). 'National Identity: Some Conceptions and Misconceptions Criticized'. Social Science Information 26(2): 219-264.

Schlesinger, Philip and Doyle, Gillian. 1995. 'Contradictions of Economy and Culture: The European Union and the Information Society'. Cultural Policy 2(1): 25-42.

Schlesinger, Philip. (1992). '"Europeanness"- A New Cultural Battlefield?' Innovation in Social Sciences Research 5(2): 11-23.

Smith, Anthony D. (1990). 'Towards a global culture?', Theory, Culture, and Society. 7: 171-191.

Turkle, Sherry (1995). Life on the Screen: Identity in the Age of the internet, New  York: Simon & Schuster.

Williams, David Cratis (2002). Introduction: Communication perspectives on relationships between globalism and localism. Communication Studies 53(1):1-4.


 

[1] Prof. Dr.,  Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi

[2] Gölge etme, başka ihsan istemem” demek geliyor insanın içinden. Desen ne olur? Diyenlerin başına gelen senin de başına gelir: Çeşitli nitelemelerle aşağılanır,  kötülenir ve gerekirse, demokrasi ve özgürlük adına harcanırsın/öldürülürsün.

[3] Fukaraysak, o zaman birkaç yüzyıldan beri ülkeleri niye işgal ediyor ve soyuyorsunuz diye sorarsak ayıp olur mu? Sormayın, popülist söylem olur. Bir zamanlar, sorarsak, vatanı satanlar tarafından vatan haini ve komünist ilan edilirdik; vatanı satmak isteseler bile satacak hiçbir şeyi ve gücü olmayanlar doğruyu söyledikleri için, gene hiçbir şeyi olmayanlar kullanılarak susturulurdu. Şimdi postmodern koşulu yaşıyoruz, susturma falan yok!.

[4] White, Anglo  Saxon, Protestant

[5] Adı bile Türkçe değil; İspanyolca ve İngilizce karışımı: Amerika’da İspanyol Harleminde yaşayanlara mı satmayı planladılar acaba?  Anadolu’da yaşayan insanların kimliği, İspanyol Harleminde yaşayanların kimliği gibi düşünüldüğünden mi? 

[6] Bu  kimliklerin işlendiği  popüler düşler ve popüler kültür hakkında, Ankara’da 2005’de yapılan araştırma örnekleriyle sunulan bilgiler ve tartışma  için bknz: Erdoğan ve Alemdar, 2005. 

[7] Bu ve benzeri kavramları sadece bir düşünsel/mental durumu tanımlamak için kullanıldı; normative değerlendirme veya hakaret için değil.