SİNEMASAL Dergisi 2000

Söyleşi

Soru: Türkiye’de doksanlı yıllar, kitle iletişim araçlarının ‘yüksek kâr’ vaadeden alanlar haline gelmesine ve ‘tekellerin’ doğuşuna tanık oldu. Bir gazetenin genel yayın yönetmeni olan –eski iletişimci- Ertuğrul Özkök, “Gazetem bir sanayi kuruluşu, ben de bir sanayiciyim. Malımı en iyi biçimde satmakla yükümlüyüm” diyebilecek denli ‘açık konuşabilecek’ hale geldi. Sizce, televizyonda devlet tekelinin kırılmasıyla hızlanan bu gelişmeler neyi ifade etmektedir? Kısacası, ‘doksanlı yıllarda’ neler olup bitti?

    Irfan Erdogan: Türkiye’de doksanlı yılların kitle iletişim araçlarının yüksek kar getirip getirmediği, kitle iletişim araçları denen her araç için araştırılması gereken bir konudur. Kitle iletişim tekellerinin veya oligopolilerinin oluşmasının nedenleri de varsayımlar ötesinde incelenmelidir. Ertugrul Özkök’ün ve benzerlerinin “gazetem bir sanayi kuruluş ve ben bir sanayiciyim” demesini önce, yüksek maaşlı kölenin zincirine vuruluşu ve efendisinin malını kendi malı sanarak övünüşü açısından değerlendirmek gerekir. Yönetici sınıfların eğitimli ve bol para ile ödüllendirilmiş köleleri “malımı en iyi biçimde satmakla yükümlüyüm” diyerek en değerli köle olma çabasını verdiklerini efendilerine kanitlarlar. 1990’lı yıllarda, olup bitenlerden en önemlisi işte budur: Türkiye gibi batılılaşma girişiminde olan ülkelerin yönetici sınıfları ve bu sınıfların çıkarlarını gerçekleştiren eğitilmiş yöneticiler ve aydınları, yeni-sömurgeleşmenin en önemli aşamasının tamamlanmasını gerçekleştirdiler. Türkiye ve benzeri ülkeler batının ekonomik ve siyasal yapısını transfer ederek bağımsız bir ülke kurma umuduyla yola çıktılar. Fakat aynı anda yeni sömürgeleşmeye doğru giden bir süreç başladı. Bu uzun yolda en büyük engel bu yeni bağımsızlık kazanmış veya bağımsız bir ülke kurmuş devletlerin yönetici sınıflarının ülke, vatan, ırk, bağımsızlık, ülke kurma, gelişme, kalkınma gibi kavramlara olan saplantısıydı. Yeni sömürgeciliğe geçişin en önemli koşulunun tamamlanması ancak kamu mallarının ve zenginliklerinin uluslar arası sermaye ve ortaklarıyla bölüşüldüğü özelleştirme, deregulasyon, yerelleşme, globalleşme, karşılıklı bağımlılık, demokratikleşme, post modern durum gibi uygulamalar ve ideolojik biçimlendirmelerin bir ülkenin ekonomik, siyasal ve kültürel üretimine egemen olan yönetici sınıfları ve aydınları tarafından içselleştirilmesi, benimsenmesi, bilinçlerinin ve çıkar ilişkilerinin temel taşı yapmasıyla mümkün olabilirdi ve işte 1990’larda bu oldu. Tiksinti verici bir şekilde ilginç olan şeylerden biri de, kamu maaşıyla geçinenlerin de babasının malı gibi kamu zenginliklerini satma peşinde olmasıdır. Öyle ki TRT’de konuşan böyle biri parmağını sallayarak “sizi de özelleştireceğiz” diye tehdit ediyordu. 1990’lardaki koşullarda Türkiye gibi siyasal ve ekonoik yapıya sahip olan ülkelerde olanlar oldu: Susurlukla ortaya çıkan mafya ilişkisinden kaynakların devlette güç sahibi olanların yakınlarının ve işbirlikcilerin ortaklığıyla artan dolandırıcılıklara kadar çeşitlenen güç/iktidar yapıları ve ilişkileri egemenlik kazandı.

    Televizyonda TRT’nin yanında önce tümüyle korsan, şimdi ise kamu malı olan frekansları kullanarak korsanlık yapan özel televizyonlar çıktı. Bu televizyonların çıkış ve gelişmesiyle birlikte, yeni-sömürgeleştirmenin reklamı ve propagandası çok daha yaygın bir şekilde yapılmaya başlandı. Daha evvelce TRT radyo ve televizyonlarının kültürel emperyalizme katkısı popüler ve klasik müzik gibi dar alanlarda sınırlıydı. Özel teşebbüs televizyonlarıyla birlikte topyekün bir saldırı ve savaş başladı ve yayıldı. Özelin yaygınlaşmasıyla birlikte, medya alanı aynı anda iki iş yapan bir endüstri oldu: Birincisi sattığı mal ile (programlar ve gayrimeşru yollarla) para kazanan işletmeler. Bu alanda ne denli meşru bir şekilde karlı oldukları ve geliştikleri henüz belli değil. İkincisi ise, sattığı malın ve reklamını yaptığı pazar sisteminin ve onun siyasal yapısının ideolojik propagandasını yapmak, özlüce bilinç yönetimidir. Ertugrul Özkök’ün patronlarına medya sanayicileri denebilir. Bu sanayicilerin yönetimle ilgili işıni yapan ve kendini efendisiyle özdeştirerek kendini efendisi sanan Ertugrul özkökler ise bilinç yönetimi yapan “yetişkin profesyonel köleler” olarak sanayicidir. Yeni sömürgeciliğin koşullarını benimsemiş ve üreten güçler yönetici sınıflar ve bu sınıflara hizmet eden yüksek gelirli kölelerle sınırlı değildir. Bu gruplar çıkar bilincinde olan ve sömürgecilikle işbirliğiyle kendi çıkarlarını teminat altına alanlardır. Bunların yanında, bilinç yönetiminden ve sayısız baskılardan geçerek yaratılan insan kitleleri yeni sömürgelerde ucuz işgücü ve tüketici olarak yaşamak zorunda bırakılarak, yeni sömürgeciliğin koşullarını yaratmaya katılmaktadırlar. Özlüce 1990’larla birlikte bağımsızlık, ülke, vatan, millet kurma peşinde koşma “totalizing teoriler” peşinde koşan geçersizlikler olarak ilan edildi, tarih reddedilmeye başlandı, süreklilik terkedildi, onun yerini yeni-sömürgelerde demokratikleşme, globalleşme, özelleştirme v.b. ile gelen uluslararası şirketlerle devletlerin, ulustaki ve uluslararası sermayenin ortak sömürüsünün gerçekleştirildiği yerel pazarlar aldı. Günümüzde sermaye Avrupa'da bir zamanlar 18 ve 19. yüzyıl başındaki altın çağını dünyada yaşamaktadır. Özlüce dünyanın her yerinde hem insan hem de doğa kaynakları hunharca talan edilmektedir. Bu talan da demokratikleşme, özgürlük, serbest ticaret gibi sloganlar altında yapılmaktadır.

Soru: Türkiye’de kitle iletişim araçlarına egemen olan üslubun, engel tanımaz biçimde ‘vahşi’, ‘saldırgan’ ve ‘talancı’ oluşu nasıl açıklanabilir; ya da başka türlü olabilir miydi?

    Irfan Erdogan: Kitle iletişim araçlarına egemen olan “üslup” kavramının anlamının ne olduğunu bilmiyorum. Eğer üslup ile iş yapış biçimleri; program politikaları; okulu bitirmiş gençleri bedavaya veya karın tokluğuna çalıştırmaları; çok az maaş verirken içinde para olan zarflarla kendilerine iyi hizmet edenleri zaman zaman ödüllendirmeleri ve böylece vergi kaçırmaları; belki de kara para aklamaları; hem kendi örgütsel yapıları içinde hem de diğer medyalarla olan ilişkilerinde şantajcı, saldırgan, ahlaksız bir etik yapısına sahip oldukları, ticari etiklerinin de benzeri şekilde sahtekar karakterlerde olduğu; RTÜK ile ilişkilerinde birbirini gammazlayan ve kapatılmaları için çalışan, şantaj yapmaları denmek isteniyorsa, bunların ciddi bir şekilde akademik olarak araştırılması gerekir.

Soru: Türkiye’de bugün (bu gelişmelerden yola çıkarak) bir ‘bilinç endüstrisinden’ söz edilebilir mi? Ya da sermayenin kitle iletişim araçlarıyla kavuşmuş olduğu bu yeni hareket tarzı, bu kavram ile açıklanabilir mi?

    Irfan Erdogan: Bilinç endüstrisi Türkiye yapımı değildir, “Made in US” markasını taşır. Bilinç endüstrisinin ideolojik yapısı ya Amerikan yapımı ya onun tıpa tıp kopyası ya da yansıması biçiminde üretilen kültürel ürünlerdir. Bunların en eski ve popüler anlamda en gelişmişi elbette müzik endüstrisidir. Bunu televizyon programları, reklamlar ve film endüstrisinin ürünleri takip eder. Bilinç endüstrisi denince akla sadece medyalar yoluyla yapılan bilinç yönetimi gelmemelidir. Dünyadaki egemen kapitalist pazarın kitle halinde ürettiği ve dağıttığı bütün ürünlerin kullanımıyla birlikte bu kullanımı meşrulaştıran ve cazip yapan tanımlamalar gelir. Böylece her tür ürünün beraberinde getirdiği kendini meşrulaştıran bir “fikir, dünya görüsü, değer yargıları, ideolojisi ve özlüce bilinci vardır. Bu nedenle, örneğin McDonalds’da Big Mac yiyen sadece big Mac tüketip karnını doyurmaz, aynı zamanda bir dünya görüsü, ideoloji ve yaşam tarzıyla karnını doyurur. Bunun anlamı oldukça açık: Bilinç veya ideoloji kapitalist emtia\mal (commodity) üretimi, dagıtımı ve tüketiminden ayrı verya bağımsız bir karaktere sahip değildir; aksine onun ayrılmaz, bütünleşik bir parçasıdır. Dolayısıyla kapitalist ekonomik, siyasal ve kültürel pazarın ve endüstrilerin olduğu her yerde aynı zamanda bilinç yönetimi ve endüstrileri de vardır. İnsanın satın alması, ekonomik, kültürel ve siyasal ilişkilere girmesi için, bu ilişkiyi anlamlandırması gerekir; aksi taktirde ilişki gerçekleşemez. İlişkinin gerçekleşmesinin zorunlu koşulu iletişimdir; iletişim bilinç varlığı ve karar vermeyle bağıntılıdır. Okullarda öğrendiğimiz uydurular ötesinde iletişimin, bilincin, ideolojinin vb. ne olduğunu öğrenmek isteyenlere benim web sayfamı okumasını tavsiye ederim.

Soru: Kitle iletişim araçlarının mevcut sahiplik ve örgütleniş biçimi içinde, ‘eleştirel’ duruşları konumlandırmak, ya da egemen söylemin homojen yapısını kırmak mümkün olabilir mi? Öte yandan yine bu konuyla ilgili olarak, kimi medya grupları bünyesinde yayımlanan, ‘alternatif olduğu söylenen görüşler’ içeren (Radikal Gazetesi gibi) ve hedef kitle olarak ‘merkez dışını’ yakalamaya çalışan gazeteler/televizyonlardan söz edilebilir. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

    Irfan Erdogan: Egemen söylemin yapısının ne denli homojen olduğunu araştırmak gerekir. Benim varsayımım günümüzdeki egemen ideolojinin (ben söylem sözünü bilinçsizce tercüme edilmiş bir ideolojik biçimlendirme olarak niteliyorum; çünkü en azından, söylem, söylemeyle, sözle ilişkili bir anlam taşıyor ve iletişimi söze/yazıya/görüntüye indirgiyor. Kesinlikle “discourse” veya “intercourse” kavramını anlatacak kapsama sahip değil. Ayrıca discourse kavramını da insanlar arası canlı ilişkiden soyutlayarak insanı ve ilişkilerini “metin” kavramına indirgeyerek anlamlandırmaya çalışmayı, yirmibirinci yüzyılın uluslararası pazar mekanizmasını eleştiriyor görünen fakat aslında ekonomik ve siyasal pazar mekanizmasını incelemeden kaçarak, akademik mistikleştirme ve mitleştirme ve de bir sürü laf cambazlıklarıyla kafa karışıklığı getirerek kapitalizme hizmet etmektedir.) homojen bir yapıdan çok tutarsız ve çelişkili öğelerden oluştuğudur. Türkiye'deki özel televizyonların ideolojik yapılarına bakılırsa, ki incelenmesi gerekir, farklı ideolojik yanlılıklara sahip oldukları görülür. Egemen olarak niteleyebileceğimiz hangisi? Teolojinin ideolojisini yansıtmayanlar egemen ise, onların sunumlarındaki ideolojik yapı ne denli tutarlı? Bir taraftan uluslararası şirketlerin, Amerikan tüketim kültürünün, Kaliforniya’nın liberal homoseksüelliğinin erkek-ve-disi tanımlamalarından farklı tanımlamadaki kişilerin tv’de bol bol boy göstermesinin, devletin bölünmezliği ve bütünlüğüne yağ yakmanın, vatan millet Sakarya türkülerinin, halayların, ağırlığınca altınların, Mehmetçiklerin, meclis “start” aldıların, reha muhtarların, televolelerin ideolojileri (veya söylemleri) homojen mi? Homojenlik ne anlamda homojenlik? Heterojenlik neden ve neyi anlatıyor? Bu ve benzeri soruların incelemelerle geçerli ve güvenilir bir şekilde açıklanması gerekir. Fakat ne yazık ki Türkiye’deki deneyimlerim akademisyenlerin araştırma yapmadığı, yapılan araştırmalarda bilimsel tasarım ve süreçlere uyulmadığı oldukça yaygın olduğu kanısını verdi bana. Ben özellikle pozitivist-empiricist yöntemi kullanarak araştırma yapanlar arasında hem tasarımı hem de istatistiği doğru kullanan birini görmek istiyorum. Bana örnekler verilirse, oldukça rahatlarım. Ayıca eleştirel okulların araştırmalarında da Türkiye’ye özgünlük, Türkiye'yi anlama ve anlatmayı görmek istiyorum, çünkü göremiyorum (göremiyorum, olmadığı anlamda değil; olanların azlığı ve olanların sudanlığı anlamına göremiyorum.).

    Kitle iletişim Araçlarının örgütleniş biçim ve mülkiyet ilişkileri yapısında eleştirel duruş, hem medyadan geçerek yapılan alternatif iletişim olanaklarında hem de akademik üretimde aranmalıdır. Alternatif medya olasılıkları bu olasılıkları kullanacak sermayenin varlığıyla ilişkilidir. Bu bağlamda, Bilim ve Ütopya dergisinin son sayısında görüşlerimi belirttim. Akademik alana gelince, benim öğretim üyesi olduğum okul belki de eleştirel duruşların en yoğun olduğu bir yerdir. Elbette akademi dışındaki eleştirel üretimi de unutmamak gerekir. Mücadeleyi örgüt yapılarından ve ilişkilerinden ayrılmış, farklı örgütlenmeler arasında olan bir ilişki olarak anlamak yanlıştır: Reha Muhtarla çalışanlar veya Hürriyet gazetesinde üretim ve dağıtımı yapanlar ideolojik homojenliği ve işbirliğini ve gönüllü katılmayı mı anlatır? Hayır. İnsanın özgürlük ve yasam hakkı mücadelesi aile örgütünden başlayarak her örgüt içinde ve örgütler arasında kesintisiz olarak vardır.

    Radikal gazetesi gibi medyalara gelelim: kapitalizm uzun deneyimleri sonucu çok önemli bir gerçeği öğrendi ve buna uygun mekanizmalar geliştirdi: Alternatifi ve karşıtlığı yok edemezsin; yok etmeye çalışırsan, çelişkiyi artırır ve kızıştırırsın. O zaman en iyi politika, çoğulculuğu savunmak, özgürlükten bahsetmek, insan haklarını savunmak, ve KENDİ KOKTROLLU ALTERNATİFİNİ yaratmak ve tehlikeli alternatifleri marjinal duruma düsürmektir. Bu kontrollu veya kendi yarattığı alternatif Radikal gazetesidir. Amerika’da FCC’nin fairness doktrinine göre “iki tarafın görüşünü de sunarak “fairness”sağlanır. Böylece medya görüşleri ikiye indirerek alternatif görüşleri sunduğunu iddia eder. İşte bu “merkez dışını yakalamadır.” İşte bu merkez dışı ve  Radikal gazetesi iki görüşten “karşıt” olani ifade eder. Bu karşıtlığın ne ölçüde bir karşıtlık veya alternatif olduğunu görmek için radikal gazetesinin sistemli bir şekilde incelenmesi gerekir. Benim varsayımlarımdan biri şudur: Radikal gazetesi uluslararası sigara endüstrilerinin ‘liberal”sözcüluğünü yapmıştır\yapmaktadır. Lütfen araştırın. Benim bu varsayımım da, gökten vahi olarak inmedi, bazı Radikal gazetesi yazılarından kalan şüphelerim.

    Alternatif olmak ile kendini alternatif sanmak konusuna da dikkat etmek gerekir. “Evrensel değer, evrensel kültür, karşılıklı bağımlılık” gibi kavramların mülkiyet hakkı sahiplikten geçerek, alternatif görüşe ait değildir. Bu kavramlar bilinç yönetiminin önemli parçalarıdan biridir: Evrensel değer uluslararası şirketlerin pazar üretim ve tüketim değerleridir; evrensel kültür eşittir kültürel emperyalizm; karşılıklı bağımlılık ise sömürülenin kendi sömürüsüne kendinin katılması için eline verdiği teselli oyuncağıdır. Radikal demekle, alternatif demekle onun radikal veya alternatif olduğu anlamı çıkarılmamalıdır. Cumhuriyetin alternatif gazete olduğunu düşünen var mıdır?

    Alternatif medya daima vardır: Bu var oluş bir sayfalık elden ele dolaşan bildiriden, oldukça yaygşın dağıtılan biçime kadar değişir. Özellikle internetin çıkması ve yaygınlaşmasıyla, alternatif görüşlerin, alternatifi arayanlar için oldukça yaygın kaynakları sunulmaktadır. Fakat elbette egemen medyayla rekabete girecek bir media olasılığı, Türkiye’de, gerekli olan büyük sermaye nedeniyle “gitmek istedikleri durağa kadar demokrasi trenine binen” teoloji sermayesinin televizyonları ötesinde hiç bir alternatif görüşün yatırım yapacağı bir alan olarak görünmemektedir.

Soru: Kitle iletişim araçlarının, geniş ve örgütsüz bir işgücü üzerinde temellendiği malum. Bu örgütsüzlüğün kırılması ve çalışanların kendi iradelerini ortaya koymaları, kitle iletişim araçlarının söyleminde ‘radikal bir değişiklik’ yaratır mı? Sermayenin bu araçlar üzerindeki ‘sınırsızca’ tasarruf hakkından doğan sorunlar, bir ölçüde giderilebilir mi?

İrfan Erdoğan: Kitle iletişim araçlarında, iletişimin içeriğini belirleyen işgücü medya profesyonellerinden oluşur. Medya profesyonelliği etigiyle, profesyonel pratikleriyle, haber ve program anlayışı ve içerik biçimlendirmesiyle kendi ideolojisine sahiptir. Örgütlü olmaları ve olmamaları ciddi bir farklılık ortaya çıkaramaz. Çünkü medya ve medya özgürlüğü sermayenin özgürlüğüdür. Emek bu özgürlüğün çıkarlarına aykırı üretim yapamaz. Eğer bu çıkar Hürriyet gazetesini çıkartmak ise onu yapar; Radikal veya Cumhuriyet gazetesini çıkartmaksa, o tür üretim yapan profesyonel ideolojiler bu gazetelerin sayfalarında veya televizyonun ekranında ifadelerini bulur. Bu medyalarda alternatif görüşlerin ifadesi ancak egemen ideolojinin tanımladığı ve hoş gördüğü çerçeveler içinde olabilir. Egemen medyada çalışanların “kendi iradelerini ortaya koymaları” sözünün geçerliliği ancak medya şirketinde çalışan profesyonelin kendi dünya görüşüne aykırı ürün üretmesi zorunda kalmasına bağlıdır. Türk medyasında çalışanlar istemedikleri haberi, programı, filmi mi üretmektedir? Üretim biçimlerinin nedeni “kendi iradelerini kullanamamaları mı yoksa iradelerini o yönde kullanmaları mı? Bu sorulara cevapların araştırmalarla bulunması gerekir. Sermayenin araçlar üzerindeki sınırsız tasarrufu sözüne de dikkat etmek gerekir: Sermayenin amacı para yapmaktır ve bunu Marksı, Che Gueverayı da satarak yapar. Neyin nerede nasıl üretileceğine karar veren güç “sermaye denen”görünmez sihirli bir iktidar değildir. Sermaye sahiplerinin kendileri de nadiren oradadır. Aslında medyanın neyi nasıl yaptığının birincil sorumluları sermayenin çıkarlarının nasıl en iyi şekilde gerçekleştirileceğine karar veren Reha Muhtarlar, Uğur Dündarlar, Haluk Şahinler ve Ertuğrul Özkokler gibi yönetim kadrosunda karar verici durumda olanlar ve çalıştıkları medyanın ekonomik ve ideolojik çıkar politikalarına uygun üretimi aktif olarak yapan profesyonellerdir. Bu nedenle, beş parasız, karın tokluğuna çalıştırılan okullular ile, günlük üretimin nasıl olacağına karar veren ve yönlendirenleri ayırt etmek gerekir. Güçsüz durumda olan bu okulluların örgütlenmesinin faydası ancak maaşlarında olabilir, medya içeriğinde ve türünde etki etme olasılıkları yoktur. Elbette bu varsa, elbette bu varsayımımın da incelenmesi gerekir.

Soru: Üniversitelerin İletişim Fakülteleri (bunlara Güzel Sanatlar Fakülteleri bünyesindeki Sinema-Tv Fakülteleri de eklenmeli elbet), öğrencilerini ne tür bir ‘formasyona’ tabi tutmaktadır? Gelişmekte olan kültür endüstrisinin artan talepleri (bir anlamda da ‘yedek işgücü’ açısından) göz önüne alınırsa, üniversite bu taleplere ne türden bir karşılık vermektedir? Türkiye’de İletişim (ve Sinema-Tv) Fakültelerinin mevcut durumunu (eğitim politikasını) değerlendirir misiniz?

Irfan Erdogan: Ben sadece bildiğim kadarıyla kendi fakültem hakkında konuşabilirim. Önce eğitim sisteminin kapitalist dünyada belirtilen amacının ideolojik uydurudan öte gitmediğini belirtmekle başlayayım. Türkiye gibi ülkelerde formal eğitim özel ve kamu sektörlerindeki baskı ve egemenlik pratiklerine alıştırılmış köleler (ve elbette yan ürün olarak başkaldırı duygularıyla dolu insanlar) yetiştirmekten öte çok az gitmektedir. Bilen bilmeyen, öğreten öğrenen, dayak atan dayak yiyen, notla korkutan ve not nedeniyle korkan insanları düşünün. Kendinizi düşünün… Not politikalarıyla ücret politikalarına boyun sunmaya farkında olmadan alıştırılmıyor mu gençler? İletişim fakültelerinin elbette en büyük dilemması klasik “liberal eğitim” iddiasıyla bilinç yönetimini mi yapmak, uygulamalı derslere ağırlık vererek sermaye ve endüstrilere mi hizmet etmeye mi yönelmek, ya da her ikisi arasında bir denge mi kurmak. Sermayenin en büyük düşü hiçbir yatırım ve harcama yapmadan yetişmiş iş gücüne sahip olmaktır. Bu amaçla en iyi eğitim endüstriye uzman, kalifiye işçi ve yetişmiş eleman yaratan eğitim sistemidir. Benim kapitalist düşünce çerçevesinde sermayeye sözüm şu; parayı veren düdüğü çalar. Kamu üniversitelerinde çalışan bizlere kamu kaynaklarından para akmaktadır. Dolayısıyla, vicdana ve etiğe sahip olan bir kamu okulu öğretim üyesi kamu zenginliklerini ve kaynaklarını satışa katılarak, sermayenin çıkarına uygun eğitim ve yetiştirme yerine, kamunun çıkarları yönünde eğitim yapar. Eğer kamu çıkarıyla sermayenin çıkarının örtüştüğü yerler varsa, o alanda elbette başka seçenek kalmamaktadır. Kendi özel okullarını açsın, ki açtılar ve öğretim üyelerinin çoğunluğunu yeni üniversite bitirmiş, master ve doktora öğrencileri oluşturmaktadır. Yani özel teşebbüsün genel vurguncu, kapkaççı, kaliteden yoksun yapısı özel okullarda da büyük çoğunlukla yansımaktadır. Medyanın ve diğer kültür endüstrilerinin okulları sömürmeleri gittikçe yaygınlaşmaktadır. Iletişim okullarından mezunlar arttıkça bu endüstrilerde bu işgücünü düşük ücretlerle ve ideolojik baskılarla yönetmesi olasılığı daha da artacaktır. Dolayısıyla, iletişim fakültelerindeki eğitim ne olursa olsun fark etmez, medyanın ve kapitalist endüstrilerin taleplerini ve çıkarlarını karşılamada iletişim fakülteleri oldukça faydalı bir işlev yapmaktadır. İletişim Fakültelerindeki akademik bölümlere bakarsak, bunların endüstrideki bölümlerin yansıması biçiminde olduğunu görürüz. Öğrencilerin talepleri eminim, bize tarih, sosyoloji, psikoloji, iletişim kuramı öğretmeyin, bize ne onlardan, bize halkla ilişkiler, televizyon, film, kamera, editing, habercilik, yazma, stüdyo yönetimi vb olacaktır. Bu öğrencilere benim tavsiyem özel okula veya meslek okuluna gidin olacaktır. Dediklerim yanlış anlaşılmasın: Ben kendini ve toplumunu ve de dünyasını tanıyan, eleştirel bir bilince sahip olan insanların insan toplumlarının gelişmesine en iyi katkıyı sağlayacak yaratıklar olduğuna inanıyorum. İletişim fakültelerinde ilk iki yıl öğrencilere insanlığın bilincini geliştirmesi, kendine ve toplumuna ve bütün insanlığa karşı sorumlulukları olduğu bilincine varmasının sağlanması gerekir. Sonraki iki yılda ise, bu eleştirel bilincini uygulamalarda yansıtmasını sağlamak için dersler verilmelidir. Böylece eleştirel insanlık bilinci uygulama pratiğini kazanma olasılığını ve alışkanlığını sağlar. Fakat kendi fakültemde de bazen gördüğüm gibi uygulamada endüstrinin çirkefliği ve sömürgenliği taklit edilmektedir. Biz endüstrinin maymunu değiliz; biz kendimizi ve endüstriyi anlamalıyız ve taklitçi maymunluk yerine eleştirel yaratıcılığı işlemeliyiz.

Soru: Türkiye’de, iletişim araçlarındaki egemenlik mücadelesinin önümüzdeki yıllarda alacağı biçimler hakkında neler söylenebilir? Bu konudaki öncelikli hedefler sizce nelerdir?

Irfan Erdogan: Bu soruyu anlamadım. Egemenlik mücadelesi kimin arasındaki? Sermayenin kendi arasındaki çıkar mücadelesi mi? Kültür endüstrilerindeki sermaye ile çalışanlar arasındaki mücadele mi? Öncelikli hedefler kimin hedefleri? Medya özellikle reklamcılık endüstrisinin yaygınlaşması ile daha da karlı bir biçime geçme olasılığına sahiptir. Devlet parasıyla ayakta duran ve kamunun reklam desteği yoluyla parasını zimmetine geçiren yerel medyaların büyük çoğunluğu ya ortadan kalkacak ya da büyük medyaların aboneleri, uydusu durumuna düşeceklerdir. Kültür endüstrisinde çalışanların durumlarının kısa sürede mücadelenin kızışması ve örgütlü çalışmalar sonucu değişeceğini ummak olasılığı çok azdır. Medyada çalışanların öncelikle iş güvencelerini sağlamaları olasılıklarını aramaları gerekmektedir.

 

Teşekkürler...