IRKÇILIK, MİLLİYETÇİLİK VE SAHİPLİK HAYALİ 

        

A. IRKÇILIK

        

Yeşillikler içinde bir Yahudi mezarlığı. Sayısız beyaz mezar taşları. Her taşın üzerine fışkırtma boyayla çizilmiş Nazi swastikası ve bazılarında "Hitler Haklıydı" yazılı. Almanya mı Burası? Yıl 1930 veya 40lar mı? Hayır. Burası Amerika ve yıl 1993!

         Amerika'da zencileri linç etmek bir zamanlar çok modaydı. Linçi çoluk çocuk, kadın erkek herkes zevkle seyrederdi. Zenciler en küçük bahanelerle linç edilirdi. Bazen linç edilen zencinin tırnakları falan sökülüp süvenir olarak alınıyordu. Linçler 1960'lara kadar sürdü.        

         Yıl 1980'ler. Beyaz bir papaz. Zengin bir otelin zengin bir partisinde davetli. Zengin bir Papaz. Yanında bir diğer beyaz zengin adamla Joe'yu buldular. Papaz Joe'ya tuvalette servis veren zenci genci şikayet etti ve hemen işinden atılmasını istedi. Joe hemen birini gönderip zenci gencin gelmesini söyledi. Papaz bu sırada gencin edepsizliğinden ve yakışıksız davranışından şikayet ediyordu. Zenci genç geldi. Joe papazın önünde gence ne olduğunu sordu. Genç de olayı anlattı: Papaz içeri girmiş. İşini bitirdikten sonra elini yıkamış. Genç papaza elini kurulaması için peçeteyi vermiş. Papaz peçeteyi almış, elini kurulamış ve peçeteyi gencin yüzüne fırlatmış. Genç birşey demeden yere düşen peçeteyi almış. Bu sırada papaz "adi zenci" diyerek genci yakasından tutup duvara yapıştırarak hırpalamaya başlamış. Genç ne olduğunu bile anlayamamış. Papaz hakaretler yağdırarak genci biraz daha hırpaladıktan sonra çıkmış. Joe papaza "buna ne diyorsunuz?" diye sorduğunda, papaz köpürdü, ve kızgın bir sesle "ona mı inanıyorsun yoksa bana mı?" diye çıkıştı. Joe'nun cevabı kesindi: "Bu gencin dediğine." Joe gencin doğruyu söylediğinden en küçük bir şüphesi bile yoktu. Joe'nun cevabının kesinliği ve sesinin tonu papazı şaşırttı. Papaz kızgın birkaç söz daha ettikten sonra ayrıldı. Papazın yanındaki adam sonradan gelip Joe'dan özür diledi: Papazın yakınlarından biri zenciler tarafından soyulmuş. Bu nedenle biraz kızgınmış. Joe, tabi, Amerika'da çok ender bulunur kuşlardan biri. Eğer Joe yerine başkası olsaydı, papazın elini öper, "yes, father, haklısın, father" der ve zenci çocuğu cezalandırırdı.

          Örnek olarak papazı verdim, çünkü Amerika'da ırkçı olabileceği aklından geçmeyen kişiler bile ırkçıdır.

                        Amerika'da ırkçılık yeni birşey değildir. Ne de bazı nefret dolu ırkçı kişilerin yarattığı birşeydir. Irkçılık ve insanların ırkçı hislere sahip olması Amerikan toplum yapısının egemen özelliğindendir. Irkçılığı bazı gericilere, yobazlara ve cahillere yüklemek sistemin kendini temize çıkarma çabasından başka birşey değildir. Irkçılık Amerikan Burjuva-demokrasisinin beraberinde getirdiği yapısal bir gerçektir. Irkçılık mülkiyeti koruma çabasının en önde gelen ifadelerinden biridir. Vatanseverlik ve Milliyetçilik bunun en yaygın görünen bir şeklidir. Yani, bir semtteki evlerin satış değerinden tut, vatan ve milletin korunmasına kadar çeşitlilikler gösteren ırkçılık gerçekte  mülkiyetin korunmasından başka birşey değildir. Irkçılık özel mülkiyetin ve egemen mülkiyet ilişkiler düzeninin görevsel bir parçasıdır. Irkçılıkla mülkiyet düzeninin korunması işini de kendi çıkarlarına aksi yönde girişimde bulunan mülksüzler kitlesi yapar. Kime karşı? Kendinden olanlara ve kendi durumunda olanlara karşı. Neden? Başkalarının bayrağını taşıdıklarının farkında olmadıklarından. Kendine ve kendisinden olanlara karşı olan öfke ve nefretinden. Yenilmişin yenilmişe ve yenilmişliğe olan kininden, acımasızlığından.  Yenilmişin yenilmişliğinde yenme arzusuyla kıvranışından, hırsından. Yenilmişin yenilmişlerin başlarını biraz doğrultmasına dayanamamasından, çekememesinden. Yenilmişin yenene ve yenenin sahip olduklarına karşı içinde beslediği özlemden, öyle olma hayalinden. Yenilmişin yenme düşleriyle yanıp tutuşmasından, kuduracak gibi olmasından.

         Ev, eş, iş ve seks sorunlarıdan başınız mı çatlıyor? Para sıkıntınız mı var? Mali çıkmazda mısınız? Okulu bitirdiniz ve hala iş bulamadınız mı? Enflasyon kurşun gibi ve ücretiniz\maaşınız da ok gibi mi gidiyor? Seksizlik başınıza mı vurdu? Tatminsizlikten kuduruyor musunuz? Köşeyi bir türlü dönemediğiniz için kafanız mı bozuk? Herkes zevki safa sürerken, yazları sayfiyede kışları sıcak evinde rahat rahat yaşarken, siz sabah akşam kuyrukta, işte ve evde misiniz? Çok öfkelisiniz değil mi? İşte size çare: Sabah evden çıkmadan ve akşam yatağa gitmeden evvel iki ırkçılık hapı alın, uyanıncaya kadar hiçbir şeyiniz kalmaz. Sakın unutmayın: Hapınızı yuttunuz mu bugün? Dinsizlerin toplantı binalarını mı yakmaya gidiyorsun? Davadan dönen arkadaşını mı vuracaksın? Devrime ihanet eden (=yani senin düşündüğün gibi düşünmeyen) çocukluk arkadaşını mı harcayacaksın? Oh, çok iyi, çok iyi hapı yutmuşsunuz. Pepsiyle mi yuttunuz yoksa kutsal suyla mı?

         Irkçılık Amerika'da oldukça yaygındır. Amerikan ideolojisi ne derse desin gerçekte ırkçılık kapitalist demokrasinin (a) görevsel bir gerçeği ve (b) entegral bir parçasıdır.  Amerikan sistemi 200 yıldır ırkçılık ve milliyetçi şovenizmi beslemiş ve sürdürmüştür.  Yönetici sınıflar ve sistemin sözcüsü iletişim araçları ırkçı bir sistemi idare ettiklerinden kendilerini arındırırlar. Kabul etmezler. Karşı olduklarını bas bas bağırırlar. Sanki kendi dışlarında, kendilerinden ayrı, kendileriyle hiçbir ilişkisi olmayan bir oluşummuş gibi sunarlar ve değerlendirirler. Suçu ırkçı ve yobaz ve bağnaz bireylere yüklerler.  Gerçi Amerikan yönetici sınıf dıştan ırkçılığı kötüler, fakat gerçekte siyasal ve ekonomik çıkarlarını artırmak için ırkçılığın faydasının farkındadırlar. iki yüz yılda ırkçılığı ortadan kaldıramamak biraz acaip gelmiyor mu? Kaldırmak isteyen kim ki?

         Irkçılık sayesinde kitleler birbirine düşman parçalara bölünürler. Halk arasında dayanışma kurma olanağı ortadan kalkar. Irkçı, bencil, milliyetçi, tarikatçı ve değişim arayan her türlü grubu birbirine düşürerek ve birbirine karşı kullanarak, insanlık taslayan insanlık dışı bir düzen sürdürülür. Günlük ekmek derdiyle kıvranan, fakat Tanrı, kutsal aile, demokrasi, şeriat, namus, vatan, millet üçkaatçılığıyla birbirine düşmüşler, böl ve yönet politikasının kurbanları olmadan öteye gidemezler. Böl ve yönet politikasını Roma imparatorları kullandı, İngiliz imparatorluğu geliştirdi. Amerikan imparatorluğu şahaneleştirerek hem içte hem de dışta bu  politikayı kullandı ve kullanmaktadır. Bugün dünya üzerinde bu caniliğe yönelik yöntemi kullanmayan devlet yoktur. Bunun acısını da ırkçılıktan, milliyetçilikten, şeriatçılıktan, tekkecilikten hiçbir somut çıkarı olmayan kitleler çeker. Bunun 1993'deki en açık örneği bölünen ve birbirine giren Yugoslavya'da olup bitendir. Bosnalılara yapılan katliam yalnız o yörede beslenen ırkçılığın değil aynı zamanda hırıstiyan imperyalizminin  bir sonucudur. Orta çağdaki haçlı seferlerinden farklı bir şekilde yürütülen modern haçlı seferi örneğidir bu. Balkanlarda bir müslüman devletin olması Batı emperyalizmi için kesinlikle arzu edilmeyen birşeydir. Tabi, savaş demek, ticaret demektir: Bu arada ölüm tüccarlarının cepleri dolar.

         Irkçılığın temelinde de en mikro seviyeden makro seviyeye kadar ekonomik çıkar yatar. Micro seviyede, zencileri beyaz semtlere sokmamanın en büyük nedeni mal sahiplerinin mallarının değerinin düşeceği bilincindendir. Eğer bir mahalleye zenciler girerse, o mahalledeki evlerin satış değeri düşer. Buna karşı tek çare o mahalleye zenci sokmamak. Nasıl? Fiyatları yüksek tutarak, zencilere satmayarak, duvarlara ve zencilerin arabalarına "zenciler defolun!" diye yazarak, birkaç tanesi gelirse semtten kovarak, kısaca cilt rengine dayanan ırkçılığa sarılarak.

         Amerikan otomobil endüstrisi Amerikayı senelerdir yoluyordu. Birden bire Japonlar daha kaliteli ve kullanılışlı ve ekonomik arabalarla geldiler. Amerikan halkı bu arabaları almaya başladı. Bu durum Amerikan otomobil endüstrisini zor durumda bıraktı. Hemen milliyetçi ve ırkçı propaganda başlatıldı.  Karşı tedbirlerden biri de "yerli malı kullan"  tantanasıdır.  Jesse jackson'ın belirttiği gibi, bu, Japon olan herşeye karşı güvensizlik, nefret ve şüphe yaratan ırkçı propagandaydı.

         Irkçılık epey faydalıdır. Bu fayda da ırkçının ve ırkçılığı kullananın kim olduğuna göre değişir. Kaybedenler kaybeder ki kazananlar kazanmaya devam etsin. Değirmen böyle döndürülür. Un böyle ögütülür.  

 

           1. BEYAZ IRKÇILAR: ARYAN IRK

 

                        "We must tell the world the truth --the truth that

 

                        racial divisions are used by those who would exploit the labor

                       of the peoples of the earth for  their own benefit"

                        (Jesse Jackson, May 17, 1984  speech. in NY Times,May 18, 1984)

                        (Dünyaya gerçeği söylemeliyiz --gerçek şu ki ırksal ayırımlar

                        dünyadaki insanların emeğini sömürecek kişiler tarafından kendi

                        çıkarları için kullanılır)

 

Amerikan okullarında Abraham Lincoln zenginlere özgürlük veren başkan olarak anlatılır. Gerçekte Abraham Lincoln beyaz ırkın üstünlüğüne inanan biriydi. Lincoln 1858'de Charleston'da verdiği demeçte [3] beyaz ve siyah ırk arasında hiçbir şekilde sosyal ve ekonomik eşitliği, zencilere siyasi haklar vermeyi, beyazlarla siyahlar arasında evlenmeyi istemediğini ve herkes gibi kendisinin de beyazların üstün pozisyonunu desteklediğini söylemiştir.  Abraham Lincoln ve etrafındakiler Güneyde pamuk tarlalarında köle olarak çalışan zencilere özgürlük verilmesini istediğinde, gerçekte konuşan Kuzeyde hakim olan kapitalizmin sesiydi: Kapitalist endüstri ucuz işgücünü ancak işsizliğin yaygın olduğu bir ortamda garanti edebilirdi. Bu da ancak Güneyin kölelerinin serbest bırakılmasıyla en kısa zamanda gerçekleşebilirdi. "Zencilere özgürlük" çağırısı gerçekte kapitalizmin feodalizme "senin devrin geçti, şimdi benim devrim başladı, sömürmek için senin kölelerine ihtiyacım var, senin elinden alacağım" diye meydan okuyup dişini göstermesi ve ardından da ısırmasıydı.  Acıttı mı? Güneyde hala bu acıdan kıvrananlar var!

         Amerikan sisteminin kendisi ırkçı bir sistemdir. Bunu ört bas etmek için de ırkçı beyaz örgütlere yüklenilir ve kişiler suçlanır. Amerika'da çeşitli ırkçı örgüt ve siyasi partiler vardır. KKK, White Power, Arian Irk gibi sloganların ardından giden bu ırkçıların amacı zencileri ve yabancıları Amerika'dan defetmekten, Amerika içinde ayrı bir devlet kurarak beyaz ırk olarak yaşamaya kadar çeşitlenir. Amerika'daki bu ırkçılık görünümü sadece "tip of the iceberg," yani icebergin suyun yüzünde görünen ucudur.

                       

          2. ZENCİ IRKÇILIĞI: BEYAZ ADAM ZIPLAYAMAZ

         Amerika'da zaman zaman ayaklanmalar olur. En son Los Angeles'deki ayaklanmada, zenciler bir TIR sürücüsünü arabasından çıkartıp hunharca dövdüler. Belki Türkiye'de televizyonlar göstermiştir. Beyaz olan şoför yere serilmiş, tekmeleniyor. Her tekmeleyen ve vuran zafer kazanmış gibi kolunu havaya kaldırıp iki parmağıyla "V" (zafer) işaretini gösteriyor. Aynı şey sonradan birkaç konser ve maç sonunda oldu. Grup halindeki zenciler beyazlara hücum ettiler. Ezilmişin, sürekli kafası yerde sürtünenin, öfkesi... Ezile ezile tek yolun ezme olduğunu öğrenen ve ilk fırsatta ezebileceğini anladığı kişi(ler) üzerinde uygulamaya hazır olanların kültürü... Ezilmişin diğer bir ezilişi ezerek öç alması... Amerikan kapitalizminin yarattığı hasta bir insanlık durumunun hasta bir ifadesi.

         Irkçı bir ülkede, ırkçılığın pratikleriyle ezilmiş bir ırkın kendini koruması için seçeceği yol, elinden gelirse, ırkıçılığa karşı ırkçılıktır. Yüzyıllardır aşağılanan bir ırk, aşağılık psikolojisiyle, Michael Jackson gibi beyaz olabilmek için elinden gelen herşeyi yapar, soyadını beyaz koyar, kendini ve kendi ırkını red eden bir hale getirilir. Zenci efendilerini taklit eder, efendisi gibi olma düşleriyle yaşar. Engellenir. Kendine, yaşama ve yaşamına bakar. Ezilir.   Öfkelenir. Elinden birşey gelmez. Çaresizlik içinde debelenir durur.

          Zencilerin ırkçılığı egemen kültürün onlara gösterdiği psikolojik çıkış kapısıdır.  Toplum değişimini öngören kapılar kapatılmıştır. Zenciler o kapıyı çaldığında, Black Panther'lere olan olur: Devlet güçleri tarafından imha edilirler. Zencilerin ırkçılığı ilk önce "black is beautiful" (Zenci güzeldir) gibi sloganlarla başladı. Bundan tabi madalya, gömleğe yazı falan yapan ve satan firmalar epey zengin oldular. Zenciler tarafından zencilere "negatif" düşünceyi, yani "ben, yapamam, ben edemem" diyen aşağılık duygusunu, atmalarını ve "pozitif" düşünceye, yani "ben yaparım, ben ederim, ben becerikliyim, ben akıllıyım, denemeliyim, başaramazsam tekrar denemeliyim" düşünce tarzına, sarılmalarını telkin edilmeye başlandı. Yani kapitalist ideolojiye sarılıp, burjuva beyazlar gibi düşünmelerini ve başarısız olduklarında da bunun nedeninin kendileri olduğuna inanmaları.  Zenciye böylece (sözde) kendine güvenmesi, atılgan olması aşılanmaya çalışıldı. Bu da zencilerin, politikada, zengin beyaz semtlerinde yaşayan zengin zenciler tarafından kullanılmasına yardım etti. Belki de biraz zencilerin daha atılgan olup, okula gitme ve iş bulma girişimlerinde daha fazla bulunmalarını sağladı. Fakat ırkçı sistem aynı sistem olduğu için, yani zencilerin içinde yaşadıkları durumu yaratan, zencilere aşağılık duygusu aşılayan, zencileri ezen, sömüren sistemde en küçük bir değişiklik olmadığı için, zencilerin bu "pozitifi itmeleri" pek işe yaramadı. Zenciler arasında beyaz ırka karşı kin ve nefreti, kendilerine zenci olduklarını daha çok hatırlatarak artırdı. Ve 1990'larda bu "pozitifi itme" "white man can't jump" ırkçılığına döndü: Ben bu mesajın ırkçı bir mesaj olarak zenciler tarafından algılanacağını anlamıştım. Genç bir zenci guruba bir çiçekçi dükkanından, baş ağrıttıkları için, çıkmaları söylenmiş. Vay sen misin bize bunu söyleyen! Beyaz gence saldırıyorlar, dövmeye kalkıyorlar. Millet de etrafta seyrediyor. Zenci gençler epey köpürmüş. Beyaz çocuğu kavgaya davet ediyorlar. Çocuk tek başına bir sürü kız ve erkeğe karşı. Alttan alıyor. "White man can't jump" yazılı bir T-shirt giyen zenci gençlerden biri beyazlara (ben dahil) bakıp birkaç kere slogan gibi tekrarlıyor: Zaten beyaz adam zıplayamaz (white man can't jump). Bu genç gerçek ırkçılığın en önemli ögelerinden birini çok iyi benimsemiş: Bir ırkın diğerinden daha üstün olduğu, bir ırkın diğerinden daha becerikli, daha kabiliyetli olduğu. Tabi bu genç bu "fiziksel bakımdan kabiliyet üstünlüğü" fikrini beyaz ırkçılığın da savunduğu, ve zenci gibi aşağı ırkların ancak fiziksel işlerde kullanılması gerektiği düşüncesinde olduğunu bilmez. Hiç Roma'nın spor arenalarında Romalıların birbirini gırtlakladıklarını duydun mu? Dünün Roma'da ve Yunanistan'da hür halkı esaret altında karın tokluğuna eğlendiren köleler, bugün spor sahalarında aynı işi ücret karşılığı yapmaktalar.

          "Pozitifi it! Pasif durma! Uğraş!" gerçekte güzel laf. Bu lafın altında (a) Düzendeki insanlık durumunun düzenin bir neticesi olmadığı, (b) aşağı sınıftakilerin motivasyondan yoksun, tembel ve uyuşuk olduğu, (c) yakınmayı bırakıp, bu durumdan kurtulmaları için titreyip kendilerine gelmeleri, kişi olarak uğraşmaları, çaba göstermeleri gerektiği anlayışı yatar. (d) Bu yolla düzen sosyal sorumluluktan kendini azat eder ve toplumsal-yapısal bir sorunun suçlusu  olarak kişiyi gösterir.  Yani, Jesse Jackson ve benzerlerinin, "operation push" gibi girişimlerin elbette niyetleri iyi. Fakat burda farkında olunmadan yapılan, toplumda sefil durumda yaşayanlara "hey, ne sızlanıp duruyorsun, ne uyuşuk uyuşuk yatıyorsun! kendi geleceğin kendi elinde, yeter ki negatif yerine pozitifi it" diyerek onları içinde yaşadıkları durumun sebebi olarak göstermektir. Yani Ryan'ın (1976) deyimiyle, "Blaming the victim" (kurbanı kurbanlık durumundan dolayı suçlamak).

         Egemen ırkçı ideolojiye göre, zenciler ilkel yaratıklardır ve bu nedenle yalnız iki şey üzerine eğilirler: Eğlence ve seks. Herifler yürürken bile kıvıra kıvıra dans eder gibi yürürler. Hele kadınlarının yürüyüşü!...  Seksle ilgili istatistikler de bunu kanıtlar.  Hayvan gibi seks yaparlar, çocuk yapar, çocuk aldırırlar. Tavşan gibi türerler. Bu ırkçı genelleştirmeyi zenci sporcular ve yıldızlar da yaptıkları ve söyledikleriyle de tasdik ederler. Zenci sporcuların ve yıldızların bazıları yattıkları kadınların sayısının çokluğuyla övünürler. Tabi övünürken de gerçekte egemen ırkçı ideolojinin "zenciler ilkel hayvandır" varsayımını tasdik ettiklerinin farkında bile değildir.

         Egemen sistem kendisinin ırkçı olmadığını ispatlamak amacıyla, ırkçılığa dayanan işe alma pratiklerini durdurmak bahanesiyle, "Equal opportunity, Affirmative action" mekanizmasını getirmiştir. Bu mekanizma ile azınlıktakilere, özellikle zencilere, (a) kotalar verilir, (b) herkesin ırk gözetmeksizin kabiliyetlerine göre bir işe alınması öngörülür. "Affirmative Action" programını birçok kişi, özellikle ırkçı beyazlar, şiddetle yererler: Bu programla işi daha iyi bilen, çalışkan beyazlar dururken, daha az kabiliyetli, tembel zencileri işe alan haksız bir mekanizmanın kurulduğunu savunurlar. Bu "equal opportunity affirmatif action" mekanizması gerçekte "ayırım yapmayı" meşrulaştırdı ve örgütleştirdi. Profesör almak için üniversitelerin profesyonel dergilerdeki ilanlarına bak: Hepsinin altında "equal opportunity ve affirmative action employer," yani "fırsat eşitliği ve affirmative action'a uyan işveren" diye yazar. Üstte de şöyle bir ilan: Bilmem ne üniversitesi şu konuda profesör arıyor. Profesörün hıristiyan öğretime kendini adamış olması gerekir. Özellikle iletişim alanında iş ararken bu türlere epey rastladım. Hatta iş için ne tür cevap alacağım diye müracaat bile ettim. Netice, cevap bile alamadım. Bir işveren nasıl olur da hem equal opportunity işvereni olabilir, hem de açıkça hırıstiyanlığın bir tekkesinin ideolojisini yayacak birini işe alacaklarını açıkça  söyler? Yok bir de dinsizi mi alacaktı! Hele bir müslümanı falan, asla!? Bunu düşünmek bile günahtır. Çarpılırsın! Siz hiç çarpıldınız mı?

 

           3. YERLİ-AZINLIKLARA DÜŞMANLIK

         Amerikan sistemi böl ve yönet ilkesi olmaksızın egemenliğini sürdürmede büyük  zorluklarla karşılaşır: Herkes birbirine düştükçe sistem zevkten dört köşe olur. Sistem böyle çalışır. Düşünün Amerika'da "halkın işlediği suçlar" üç gün işlenmese, Borsa bile alt üst olur. Tek çare, bu üç günden sonra, bu üç günün acısı fiat artışlarıyla falan çıkartılır.

          Kızılderelilere uygulanan ırkçı politikayı kitabın birkaç yerinde anlattım. Eskiden Amerikanın güneyi ve Kaliforniya'nın büyük bir bölümü Meksikalıların elindeydi. "Los Angeles" ispanyol ismidir. Amerikalılar Meksikan-Amerikan savaşıyla Teksas'ı, Kolorado'yu, Kaliforniya'yı ve Arizona'yı topraklarına kattılar. Anlaşmayla buralarda yaşayan Meksikalı halk Amerikan vatandaşı oldu ve onlara sivil ve mal hakları tanındı. Haklar ve anlaşmalar tabi çiğnenmek için verildi: Amerikalılar, kızılderelilere yaptıkları gibi, Meksikalıları da mal ve mülklerinden ettiler. İnsan yerine bile koymadılar. Beyaz Amerikan Anglo-Sakson kültürü, kendi üstünlüğü, büyüklüğü ve tanrı tarafından verilmiş talan etme haklılığıyla, kızılderelilere yaptıkları gibi, meksikalıların da kültürünü ve haklarını hiçe saydılar. Meksikan-Amerikalılar da ırkçılığın ve ekonomik sömürünün ve kültürel imperyalizmin kurbanı oldular. Amerikan-Meksikalılar Amerika'da en yoksul yerli-azınlıklardan biridir. Irkçı rejimin sendikaları bile meksikalı-Amerikalıların ve zencilerin bölgelerinde sendikacılığın engellenmesine ortak olmuşlardır. Chicano'lar diğer Amerikalılardan çok daha az ücret alırlar. Yıllık kazançları aynı bölgede yaşayan beyazların kazançlarının üçte ikisidir. Chicanoların nüfusunun yüzde ellisi büyük sefalet içinde yaşarlar. İşsizlik oranı beyazlardan çok fazladır. Beyazlar Chicano'ları insan yerine bile koymazlar. Örneğin bir chicano gencini aile-içi seks nedeniyle hapse gönderen ırkçı bir hakim, bütün ispanyol ırkını şöyle niteliyordu: "Siz bir hayvandan daha aşağılıksınız. Meksika halkı, 13 yaşından sonra, sizin için sokağa çıkıp ve hayvan gibi davranmak normal. Sizi Meksika'ya geri göndermemiz gerek. Sizin örgütlenmiş bir toplumda yaşamaya hakkınız yok. Sefil, iğrenç, alçak halk!" Hakim böylece azınlık bir guruba karşı egemen düzenin ne düşündüğünü özetliyor.   

 

           4. YABANCI DÜŞMALIĞI: YABANCILAR GO HOME!

          Amerikada azınlıklar yalnız zenciler değildir. Irkçılık politikası her ırk üzerinde uygulanır. Amerika'da hemen her azınlık diğer azınlığın düşmanıdır. Her düşmüş diğerini hor görür. Her sorun diğer bir ırka yüklenir. En çok ezilen azınlıklar en son gelen ve en fakir olanlardır:  Haitililer, Koreliler, Viet Namlılar ve kaçak işçiler, yani YABANCILAR.

         Yıl 1993. Bir doktorun muayene odasındayım. Doktor uzun boylu, etli budlu beyaz biri. Kendini kıtlığa hazırlıyor olmalı. Olur ya, Amerika'yı Marslılar falan birden istila ederse, n'apacak? Doktor benim dosyamı karıştırıyor. Durdu. Gittiği bir yer yoktu zaten. Bana baktı ve "Türksün değil mi?" dedi. Ben şaşkın cevap verdim "Nasıl bildin?" Eliyle kafasını tutup kafatasının biçimini yoklar gibi yaparak, "senin kafanın şeklinden" dedi. Sonra da bana "kafa tası" şekline göre ırkların farklılığını anlattı. "Ulan" dedim kendi kendime, "eğer benim kafa şeklim, tipik Türk kafa şekliyse, tilkiler tavuktur. Benim kafa şeklime Türk kafa şekli demek, düpedüz Türklüğe hakarettir. Size benim kafa şeklimi anlatayım da siz hak verin: Tepesi uçakların konmasına her zaman hazır hava alanı gibi. Bir kere usturaya vurdurdum da mahallenin kızları gülmekten geberiyordu. Belki de ben Türk değilim. Ermeni falan mıyım yoksa? Kanım falan bozuk mu? Eyvah n'apaca'm ben? En iyisi ben kafatasımı doktorun gördüğü gibi görüp doktora inanayım: Ben Türküm! Üf be, rahatladım. rahatlamak iyidir. Ben doktorun kafa şekline bakıp nereli olduğunu tahmine çalıştım, yani işkembeden atıp, "İrlandalısın?" dedim. Tutmadı. Bana dünyanın bütün milletlerini sayma fırsatı vermeden (kalleş doktor!), "Yok Amerikalıyım" diye karşılık verdi. Benim aklıma hemen kızıldereliler geldi ve "başındaki tüye, okuna ve yayına n'oldu? Atını nereye park ettin" diye sormak geçti içimden. Bunun yerine, "yani ecdadın nerden?" diye sordum. Sanki herife kızımı verece'm de soy ve sülale muayenesi yapıyorum! 

         Yirminci yüzyılın başlarında Amerikan bilim adamları "Amerikayı yabancı aşağılık ırkların doldurmasıyla" ortaya çıkan "göçmen problemi üzerine daha çok eğilmeye başladılar. Korkuları bu aşağı ırkların Amerikan neslini bozacağıydı. Eskiden köylerde bir boğa beslenirdi, bu boğalar köyün ineklerini döllemek için kullanılırdı. Amerikan ırkçılarının korkusu bu boğaların başka inekleri dölleyerek, ve köyün ineklerinin de kötü boğalar tarafından döllenerek temiz kan Amerikan olmayan acuzeler yaratmasıydı. Tabi gerçek korku başka... Bir yerde okumuştum: "Scums of the earth invaded Amerika and their grandsons claim sole ownership!.") Daha açıkçası,  aşağılık ırklar Amerikanın temiz ve üstün ırkıyla (yani kuzey Avrupalı beyaz protestan ırkla) karışarak bu ırkı piçleştirecekti. Psikolojist Henry Goddart diğer ırkların kalıtımsal bakımdan geri zekalı olduğunu göstermek için New York'da Ellis Island'daki hapishaneye giderek güney ve doğu Avrupalılar üzerinde zeka testi (IQ testi) yaptı. Bulgusunu gururla yazdı: Polonyalı göçmenlerin  %87'si, Yahudilerin % 83'ü, ve İtalyanların % 79'u gerçekte mankafadır. Bu testler tekrar tekrar yapıldı ve "mankafa" bulguları tekrar tekrar tasdik edildi. (Bu testler bizde şimdi yapılıyormuş: Geç kalmadık mı biraz?) Bu mankafa ırkların çocuklarının üstün ırkın çocuklarıyla aynı okulda okutulmaması, ayrı sınıflarda tutulması, bu ırkların beyinlerinin ancak işçiliğe yatkın olduğu, ve toplumu bu ırkların çoğalmasını durdurmaya ikna edilmesini, çünkü bu ırkların çoğalmasının büyük tehlike olduğu gibi öneriler ileri sürüldü. Birçok devlet yasacıları mankafaların ve kalıtım bakımından kusurlu kişilerin zorunlu kısırlaştırılması için kanunlar geçirdiler. Uyguladılar da. Uyguluyorlar da. Bu "aşağı ırkların" Amerika'ya girmesi 1920'lerde kısıtlandı. Bu ırkçı politika 1935'de Hitlerden kaçan yüzbinlerce yahudilerin  (bugün Jamaikalılara, Haitililere ve Çinlilere yapıldığı gibi)  Amerika'ya göçmen olarak gelmesini red etti. O zamanlar Amerika'da yahudiler insan yerine konulmuyordu. kapitalist zenginlerin masalarında ve duvarlarında Hitlerin resimleri vardı.  Üstün ırkın gittiği Plaza gibi otellere ve restoranlara yahudiler alınmıyorlardı. Harvard, Stanford gibi Amerikanın meşhur okullarında başlatılan ırkçı "İQ" (zeka testi) araştırma sonuçları ve tavsiyeleri  Hitler Almanyası tarafından gerçek hayata uygulandı: Üstün ırktan olmayanlar önce kısırlaştırılmaya, sonra da Amerikan Petrol firması EXXON'ın gazlarıyla gazlanıp yok edilmeye çalışıldı. Bugün bu "aşağı ırkların üremesini sınırlama politikası"  doğum kontrolu ve kadınları  kısırlaştırmalarla el altından yürütülmektedir.

         Amerikan tarihinde göçmen gelen her yeni ırk büyük baskılar ve hücumlarla karşılaşmıştır. Bir zamanlar İtalyanlardı. Sonra Yahudiler, İrlandalılar, Polonyalılar, Meksikalılar, Latin Amerikalılar, son zamanlarda "sarı tehlike" sarı ırk, özellikle Koreliler. Kaleci Yasin sahaya çıktığında New Jerseydeki stadı dolduran 90,000 kişi tarafından yuhalanırdı. Japonlar'a karşı ırkçı tutum japonlar güçlü olduğu için daha da başka biçimde: Bükemediğin eli öp biçimi.

 

              5. MELTING POT'A NE OLDU?

         Amerikan ideolojisinin en çok çiğnediği sakızlardan biri de Amerika'nın "melting pot" olduğudur: Her ülkeden, her ırktan insanlar Amerikayı oluşturur. Amerika bir kazan (pot) bu insanlar da bu kazanda eriyip kaynaşıp (melting) Amerikayı  oluşturuyorlar. "Pot" olduğu çok doğru, fakat bu kazanda eriyip kaynaştıkları (melting) gerçeklerden uzak siyasi bir propagandadır. İki yüz yıldan fazladır Amerika'nın gerçek sahipleri, ki çoğunlukla WASP [4] olarak nitlenir, ülke içinde böl ve yönet ilkesini çok iyi bir şekilde yürütmektedirler. Böylece WASP'ların egemenliğini de korumayı sağlamaya çalışırlar. Bir taraftan "melting pot" (kaynaşma kazanı) propagandası yapılırken, diğer taraftan da ırkçılık ve faşizm çeşitli yollarla (haberlerle, olaylarla, açık oturumlarla, eğitim ve öğretim sistemiyle) teşhir edilerek, canlı ve palazlı olduğu gösterilir. Bu sürekli olarak gündemde tutularak yaşatılır. Bu ırkçılık siyasal gerginliklerde ve savaş sırasında kendini milliyetçi şovenizm olarak açığa vurur.

         Melting pot'a ne oldu?  İdeolojik propaganda olarak gerçeğin üzerini örtmekte ısrarla devam ediyor.

 

         B. MİLLİYETÇİ ŞOVENIZM VE BİZ BİRİNCİYİZ, EN GÜÇLÜYÜZ HASTALIĞI

        

New York. Son bahar. Trendeyim. Okuldan dönüyorum. İyi giyinmiş ve kravatlıyım. Elimde çanta. Öğleden sonra. Hava sıcak. Genç beyaz bir polis  Uzak Asyalı sıska bir genci (Koreli olmalı) trende köşeye sıkıştırmış haşlıyor. Ben polisin tam karşısında oturuyorum. Önem vermedim önce. Koreli genç çok korkmuş. Sessizce duruyor. Polis gencin elindeki gazeteyi işaret ederek kızgın bağırıyor: "Şuna bak! Okuduğun gazete bile Amerikan değil. Buraya geliyorsunuz. Dilimizi bile bilmiyorsunuz. okuduğun gazeteye bak! Trenden son durağa kadar inmeni istemiyorum. Orda sana göstereceğim."  Ben tabi bu ırkçılık ve milliyetçi-faşistliğe dayanamadım, tepem attı. Ama elden ne gelir ki. Kağıt kalem çıkardım. Göstere göstere polisin ismini yazmaya başladım. Gördü. Çantalı, iyi giyimli birini görünce, ne olduğumu kestiremedi. "Numaramı da ister misin?" diye biraz alaylı sordu. Ben de epey ciddi "evet" dedim ve numarasını da yazmaya başladım. "Sen de bana adını ve adresini ver" diye ekledi. Ben de sertçe "gence kötü muamele eden ben değilim sensin. Eğer suçluysa görevinin gereğini yaparsın. Hakaret etmeye hiç hakkın yok. Herkes istediği gazeteyi okur. İstediği dili konuşur. Bu nedenle hiçkimsenin bağırmaya ve suçlamaya hakkı yok." dedim. Trende herkes tedirgin, ne olacak diye bakıyordu. "Polis işine karışıyorsun" bahanesiyle, beni kelepçeleyip içeri atacak diye ödüm kopuyor. Tabancasını çekip vurabilir bile. Koreli genç hala köşede titreyip duruyor. "Tutuklayacak birşey yaptıysa tutukla, ama bu sözleri söylemeye hakkın yok" dedim. Polis birşey demedi. Korelinin ingilizce anlamadığı belliydi. Tren durur durmaz, korkuyla aramızdan sıyrılıp çıktı gitti. Polis durdurmadı. Büyük şansa ki adımı ve evimin adresini vermedim. Eğer verseydim, Allah bilir başıma neler gelirdi. Şimdi böyle bir olayla karşılaşsam trende, aynı şekilde davranır mıyım? Sanmıyorum. Eski çamlar bardak olunca, kırılmasından korkarsın.

         Geçenlerde (Mayıs 1993) Japon bir öğrenciyi silahla vurup öldüren Amerikalı bir ev-sahibi mahkemede beraat etti. Genç Haloween partisi için giyinmiş, arkadaşlarını ve partiyi arıyormuş. Ev sahibi de tabancayı çekmiş "freeze" (kımıldama anlamına, "don" demek) demiş, kımıldadığı için vurmuş. Çocuk belki de "freeze" sözünün ne demek olduğunu bile bilmiyordur. Mahkeme adamı suçsuz bulunca, Amerikalılar bu karardan büyük sevinç duyarak "V" işareti yaptılar. "V" işaret "zafer" demektir. Kime karşı zafer? Bu olayda, zafer düşman Japonya'ya karşıydı. Amerika Pearl Harbour'u unutmadı (Japonlar Pearl Harbour'u İkinci Dünya harbinde bombalamıştı). Amerikan sermayesinin Japonlara kafası çok bozuk: Ne güzel Amerikan otomobil firmaları Amerikayı kolayca soyuyordu. Japonlar işe burnunu soktu ve pastaya ortak oldu. Ayrıca Japonlar Amerika'da büyük yatırımlar yapmaktalar. Bu da Amerikan sermayesinin ve  burjuvazinin daha da çok onuruna gidiyor. Ama ellerinden ne gelir. Hiçbirşey. Kızgınlıkları halkın yobazlığı ve bağnazlığında ifadesini buluyor: Örneğin Amerika'da bir kasaba ayaklanıp Japonları istemediklerini söylüyor. Neden? Çünkü Koreli ve Japon çocuklar daha akıllı ve daha çalışkan. Aldıkları yüksek notlarla okulda başarı notu ortalamasını yükseltiyorlar ve Amerikalı öğrencileri zor durumda bırakıyorlar. Bu durumdan da Amerikalı ana-babalar hoşlanmıyor ve kazan kaldırıyorlar. Milliyetçi hisleri kabarıyor! Uyuşturucu madde, moda, gevezelik, oyun, seks ve eğlenceyle okula ve ders çalışmaya vakit ayıramayan çocuklarına ses çıkarmayıp, çalışkan Japon ve Koreli çocuklara bozuluyorlar. Bizim Yeniçerilerin yaptığı gibi kazan kaldırıyorlar. Bu tür olay Amerikanın birkaç yerinde oldu ve Televizyonda epey tartışmalara yol açtı. Bir kasabada, Japonlar açılan çeneleri kolayca kapatmak ve etkisiz hale getirmek için o yerde yardım-yatırımı yaptı. Satın aldı yani.          Milliyetçilik insanlığın birkaç yüzyıldan az zamandan beri yakalanıp taşıdığı en öldürücü ve insanlığı en küçültücü bulaşıcı hastalıklardan biridir. AIDS hiçbirşey onun yanında. Milliyetçilik hastalığı insanı insanlıktan çıkartan, kuduz hastalığından daha tehlikeli bir hastalıktır. Kuduz birbuçuk ay içinde ölür gider. Bu kısa sürede eğer birini yakalayıp ısırırsa, tedavisiz, onu da öldürür. Milliyetçilik insanların kişiliğinin bir parçası olur, hayatı boyu kişiyi pençesinde tutar. Kişiyi potansiyel katil olarak besler ve hazırlar. Gerektiğinde de bu potansiyel katili başkaları üzerine saldırtarak gerçek katil yapar. Bunun için de ona madalya takar. Tabi ava giden avlanır hesabı öldürmeye gittiğinde öldürülürse, şehit olarak nitelenir. Bu hastalığın en büyük özelliklerinden biri, hastanın kendini hasta olarak değil de vatansever olarak, kahraman olarak, vatan için canını vermeye hazır onurlu bir insan olarak görmesidir. Bu da, bu hastalığı insanlık için daha da tehlikeli yapar. Sahiplikten yoksun olanların ve sahip olduklarıyla yetinmeyen engellenmişlerin sahiplik hastalığıdır bu.  Bu hastalıkta "bizden iyisi, bizden güzeli, bizden güçlüsü, bizden kahramanı, bizden fedakarı, bizden cefakarı yok" denir. "Bunu da cefa çekerek, canını feda ederek, ve milletine göz dikeni karısına göz diken gibi kıtır kıtır doğrayıp öldürmeye çalışarak göstermesi için insanlar yoğurulur. Peki bunun ilacı yok mu? Sahte sahipliklerin ve sahte düşlerin yerine,  gerçek sahiplik ve gerçek düşlerin düşlenmesi ilk alınacak ilaçlardan biridir. Swastika işareti yapıp "ben işte buyum" diyerek kendini kendinden öte birşey sanma uykusundan uyanmak gerek. Bundan güç almak, övünç duymak, gururlanmak ancak gerçek sahiplikle olur. Kendinin sandığı kendinin olmayan, ama kendini fethetmiş birşeye sahiple değil: Burjuva milliyetçiliği modern çağın kitle üretimi demokrasisinin işine geldiğinde kullandığı, burjuva demokrasisinin yarattığı bir hastalıktır. Ne yazık ki, insanlığın beş para etmediği ve aç gezdiği, ve insanlıkla övünç duymanın enayilik olduğu, ve iş bulmanın ve kaybetmenin bile "BİZDEN" olmaya bağlı olduğu yerlerde hayatın egemen gerçeği budur. Bu egemen gerçekte iki egemen tip vardır: Gerçekten faydalanan küçük azınlık ve bu faydalananların silahını taşıyan ve gerektiğinde onların çıkarlarını canla başla koruyan "God Bless America" (Tanrı Amerikayı korusun) ile ışe başlayan kudurtulmaya hazır umutsuz-umutlular.

         Milliyetçi olmamak, vatansızlıktır lan!

         O zaman büyük babalarımız ve onların babaları ve onlardan önce gelen bütün nesiller vatansızdı!.

         Neden?

         O zamanlar milliyetçilik denen hastalık yoktu da ondan!

          Arkadaşım Harry, tipik fukara Amerikalıydı. Çalışkan çocuk. Şahane kaleci. Harry'nin oturma odasının duvarını Şampiyon Beşiktaş'ın posteri süslerdi. Posterin sağ aşağı köşesinde ise kurt resimli bir rozet vardı. Üç ay olan bir diğerini de Harry yakasına takardı. Yani Amerikalı Harry Beşiktaşlıydı ve de Kurtçuydu. Harry İstanbulda askerlik yapmış. Ben ise FB'liydim (İrfan be, sen Ankaralısın. Ankaralı nasıl oluyor da FB'li oluyor? Yok bir de kendimi Ankara Gücü gibi bir diğer güçsüzle bir tutarak daha da değersiz hale mi sokayım. Güçsüzlüğümde güçlülerden birine bağlanayım ki, güçlüyle hayali-dayanışma kurayım ki, hiç değilse güçlülüğün verdiği psikolojik tadı, yenme şansı çok ve yenilme şansı sadece diğer bir güçlüyle mücadelede olan FB'yi tutarak tadabileyim. FB'ye laf yok, paralarım valla!) Harry'i hem BJK hem de kurt konusunda gırgıra alırdım. Epey de ciddi bir şekilde "Bozkurt Türklüğün temsili" derdi. Romantiklik işte. Hem de yanlış temeller üzerine oturan bir romantiklik. Hastalık kötü. Hemen hepimizin içinde bu hastalığın mikropları çeşitli ölçüde hakimdir. Bazılarımızda, cinayetler işletecek kadar. İçimizdeki mikropları atmak, temizlemek  gerek. Hadi temizleyelim: Öldürün dinsizleri, imperyalistleri, kapitalistleri, takunyalıları, çevre sakallıları ve komünistleri! Geriye kim kaldı? Zekiye! Vurun Zekiye'ye!. Zekiye de kim? Kim olduğu önemsiz, temizlik yapıyoruz! Yaşasın vatan! 

         Amerikalılar 1970'lerden beri artan bir şekilde aşağılık duygusuna kapılmaya başladılar. Amerikalılar daima kendilerinin "Number 1" (birinci) olduklarına inanır ve bundan seks yapıp da geliyormuş gibi zevk alırlardı. Durumları kötüleşiyor. Bunu biliyor ve hissediyorlar. Buna çare olarak Reagan ve Rambo'yu getirdiler. Fayda etmedi. Eskiden "We are number 1" (Biz birinciyiz) denilirdi. Şimdi slogan değişti. Arabaların tamponlarında şu sloganları görmeye başladık: "We are still number 1" (Biz hala birinciyiz). yakında slogan "We are probably # 1"  (muhtemelen birinciyiz) olacak. Ardından da muhtemel, muhtemel olacak. Şu bizim Muhtemel. Bugün Amerika hala dünya'da ne kadar iblislik varsa onda kesinlikle birincidir: Savaş endüstrisi ve ölüm tüccarlığında Amerikayı kimse geçemez!. 

Amerikan ideolojisi Amerikanın ("BİZim") en medeni, en modern, en güçlü, en ileri, en birinci, en kahraman, en cesur, en atılgan, en atmaca, ve dünyadaki diğer insanların ("ONLARın"), özellikle Avrupa'nın dışındaki diğer ülkelerin insanlarının, vahşi, barbar, gaddar, ilkel, medeniyetsiz, geri olduğunu sürekli tekrarlarlar. Bunda da epey başarı kazanmışlardır. Bu başarının derecesi, genellikle halkı dünyanın herhangibir ülkesine karşı harekete geçirme ve düşmanca tavır takınma yolunda kitle iletişimi araçlarını kullanarak yaptıkları siyasi kışkırtmada hemen başarı göstermelerinde görülebilir. Bu "başkalarına karşı düşmanca tutum" kendini özellikle siyasi uyuşmazlığa girdikleri ülkelere karşı tutumlarda hemen gösterir. Buna en belirgin iki örnek verelim:

İkinci Dünya savaşında Japonlar  Peal Harbor limanının bombaladıktan sonra, Amerika'daki Amerikalı Japon'lara hücumlar başladı, dükkanları ve evleri yakıldı, dövüldü, toprakları, işyerleri ve evleri ellerinden alındı. 120,000 Japon-Amerikalı evinden, işinden, okulundan toplanıp konsentrasyon kamplarında rehin tutuldular. Askerden atıldılar, kamplara gitmeyi red edenler hapse tıkıldı. Ancak 40 yıl sonra, 1984'de bu konuda kurulmuş bir Federal Komisyon  Japonların bu şekilde askeri kamplarda tutulmasının ciddi bir haksızlık olduğu sonucuna vardı. Neden olarak da ırkçı bağnazlığı, savaş histeryasını ve siyasal liderliğin görevini yapmadaki başarısızlığını verdi. Komisyon bu kampa konanlardan yaşayan 60,000 Amerikan vatandaşına ve oturma izni olanların herbirine  20,000 dolar ödenmesini öngürdü (New York Times, may 18, 1984 haberi bunu ayrıntılı anlattı).

         Amerika ile Humeyni'nin İran'ı arasındaki çekişme sırasında Amerika'da yaşayan İranlı'lar ve İranlı Amerika'lılar Amerikan milliyetçi şovenizminin çeşitli saldırısına uğradılar: İranlı talebeler dövüldü, iranlıların işyerleri ve evleri taşlandı, yangın bombaları atıldı, yakılmaya çalışıldı, sokakta İranlı ve iranlıya benzeyenler saldırıya uğradı, evlerinin camları taşlandı, arabalarının tekerleri patlatıldı. İranda Amerikalılar rehin tutulduğunda, Amerika'da kitle iletişiminde bazı kişiler Amerika'da yaşayan İranlıları toplayarak rehin olarak tutmayı öngördüler.  Carter yönetimi bütün İranlı öğrencilerin göçmen bürosuna rapor vermelerini zorunlu kılan bir emir çıkardı. Göçmen Bürosu ajanları İranlı talebelerin evlerine kanunsuz olarak girdiler, kişisel şeylerine el koydular, aramama yaptılar. İranlı işçiler işlerinden atıldı ve öğrenciler üniversitelerden kovuldu. Washington D.C.'de bir öğrenci kırmızı ışıkta karşıya yürüyerek geçtiğinde polis durdurup İranlı olup olmadığını soruyor, çocuk da İranlıyım dediğinde de "Jay walking"(kırmızı ışıkta geçme) suçuyla tevkif ediliyor. (Ben Amerika'da bu nedenle kimsenin durdurulduğunu görmedim. Bir zamanlar durduruyorlar ve para cezası veriyorlarmış. Mişli geçmiş zaman yani). Ardından da Amerika'dan atma işlemleri başlıyor. İranlı talebeler Göçmen Bürosunda toplanıp sorguya çekildiler. New York'ta bir İslam Camisine yangın bombası atıldı. Kitle iletişimi bu olayları sanki öfkeli Amerikalıların kendiliğinden yaptığı olaylar olarak sundu. Gerçekte bu milliyetçi şovenizm gösterilerini yansıtış şekli Amerikan yöneticilerinin halkı savaşa hazırlama stratejilerinden biridir. Fakat şunu da belirtmem gerek ki, Amerika'da birçok ülkelerde olmayacak birşey de olur: Bu milliyetçi şovenizme, bayraklar satın alıp, bayrak sallama ve saldırganlığa karşı, insanlıklarını yitirmemiş kişiler karşı gelir ve seslerini  protestolarla duyurmaya çalışırlar. Örneğin Göçmen bürosuna birçok okullar İranlı talebeler hakkında bilgi verdi. Fakat Jersey City State College gibi bazı okullar bu bilgiyi vermeyi red etti. Bazı okullar göçmen büro ajanlarının okula gelmelerine izin vermedi.  Çeşitli yerlerde savaş aleyhtarı gösteriler yapıldı. Savaşa karşı Vietnam Askerleri Pentagon'un  "kanlı elini İran'dan çekmesini" istedi. Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği (Avukatlardan meydana gelmiş bir birlik) hükümetin İranlı öğrencilerin Göçmen bürosuna rapor vermeleri emrine karşı mahkemeye başvurdu.              İran'a ve İranlılara karşı şovenizmin körüklendiği zaman  birçok yer Amerika'nın bir numaralı kahramanı Walt Disney'in faresini İran'a orta parmağını gösterirken  sergiledi. Amerika'da orta parmağı gösterme kötü bir küfürdür.

         Yıl 1980. Tina Bahadori, Amerika'da akrabalarının yanında kalıp okula giden İranlı bir lise talebesi. Sınıfında beşinci. Atlantic City High School'a (liseye) gidiyor. Okulun diploma töreninde konuşma yapacak bir öğrenci rekabet sonucu seçilir. Tina  rakiplerini yenerek bu konuşma hakkını elde etti. O sırada İran'da 53 Amerikalı rehin tutuluyordu. Amerika'da milliyetçi Şovenizm ayaklandırılmıştı. Her yerde olduğu gibi öğretmenler arasında da bu şovenist hastalığa yakalanmışlar vardı. Bunlardan biri, 39 yaşındaki tarih öğretmeni Ted Manos "İran'da 53 Amerikalı rehin tutulurken, bir İranlı okulumuzun töreninde konuşma yapma hakkına sahip olamaz, Bir İranlı'ya bu onur verilemez" diyerek öğretmenler arasında konuşmayı durdurmak için imza topladı. 140 öğretmenden 80'i imzaladı. Ve Tina'nın konuşma hakkı elinden alındı.  Tina gerçi bu karardan dolayı üzülmediğini belirtti, fakat Tina'nın Amerikalı arkadaşları Tina'nın incindiğini ve şaşkın olduğunu söylediler.

 

New York metrosu. İran rejiminin Amerikalıları rehin tuttuğu zaman. Yabancılara karşı düşmanlığın yüzeye çıktığı ve milliyetçiliğin körüklendiği günler. Trendeyim. Tren kalabalık. Yanımda Amerikalı bir genç oturuyor. Elinde kesekağıdına sarılı ağzı açık içki şişesi. Arada bir fırt çekiyor şişeden. Bir ara bana yan yan bakmaya başladı. Pek oralı olmadım. "İranlı mısın?" diye sertçe sordu. "Yok" dedim. Aynı tonla devam etti: O zaman nerelisin?

Türkiye.

         Öfkeli öfkeli bağırarak devam etti: Hepiniz ayni boksunuz!.

         Eliyle trendeki kalabalığı işaret ederek ekledi: Bak şu millete. Hepsi senin ciğerini şöööyyyle sökkkmeye hazır.

         Bunu söylerken elinde bıçak var da onunla benim ciğerimi söker gibi bir hareket yaptı. Bağırdığı için yakındaki insanlar korkuyla çekilmeye başladı. Ben sesimi çıkarmadım. Öfkelendim, gücümün yeteceğini anladığım için, yerimden kalkmadım. Gerçekte ordaki milletin umurunda bile değildi. Ya işlerine gidiyor ya da işten eve dönüyorlardı. Kimsede ben Türk olduğum için benim ciğerimi sökmeye kalkacak değildi. Sadece, bu lümpen serseri benim ciğerimi sökerek vatanı kurtarma peşindeydi. Tabi ciğer sökme peşinde olanlar elbette sadece lümpenler değildir. Milliyetçi hırs ve öfkeyle kudurmaya hazırlanmış herkes, kendi ciğerinin de sökülebileceği olasılığını bile bile ciğer sökmeye hazırdır. Böyle olmasaydı zaten savaşları yapacak enayi kitleler nerden bulunacaktı ki? İşçi grevlerinde erkekleri, kadınları, çocukları  gadddarca kim kıracaktı ki? Azınlıkların evlerine hücum edip hunharca katliam yapacak caniler nerden bulunacaktı ki? Toplantı salonlarını yakıp insanları kimler öldürecekti ki?  Maşayı tutanlar mı? İpi çekenler mi? İpi çekenlerin ipini çekenler mi? Profesyonel cambazlar ipten inmeye tenezzül etmezler! Birlik ve dirlik demeçleri verirler! Cambazlığa devam!

         Irak savaşı sırasında durum çok daha gergindi. Çünkü Arapların çoğu, Saddam Hüseyini desteklemese bile, Irak'a saldırıya karşıydı. Ayrıca Amerika'nın hemen her yerinde Arab'a rastlamak mümkündür. Arablara çeşitli yerlerde saldırılar oldu. Arabayla (Arapla değil!) bir yere gidiyorum. Benzin almak için durdum. Biraz ötedeki pompanın önünde benzin almak için 8 silindirli, 1970'lerden kalma eski büyük bir araba durdu. Arabada bir kız ve üç erkek vardı. Hava güzel. Kız çirkin. Kız arabanın açık penceresinden kafasını çıkarıp bana seslendi: Hey! Hey!

         Ben merakla "ne var?" der gibi baktım. Kız ellerini pencereden çıkartıp sanki yıkıyormuş gibi ovuşturarak devam etti: Iraklı! Iraklı! Elini benzinle yıkıyorsun değil mi?

         İlk anda ne demek istediğini anlayamadım. Şaşırdım. Kız ayni teraneyi elini ovarak tekrarlamaya devam edince, ne demek istediği kafama dank etti. Kız sanki Amerika'nın Exxon firmasının sahibi veya hissedarı da, hissesine zarar geldiği, umduğu kadar soygun yapamadığı için, Iraklı'nın benzinle elini yıkamasını kıskanıyor. Ve kıskançlıkla kudurmuş bir şekilde laf atarak saldırıyor. Kız kendini Amerika sanıyor. İdeolojinin gücü bu: Sana kendi elinle kefeni giydirir, cennete gideceğini vaad ederek ayağınla seni tıpış tıpış cehenneme gönderir. Cehenneme gidersin, çünkü başkasının canını alma yolunda canını kaybeden "şehit" değildir bence. "Şehit" kendine saldırıyı önlemeye çalışırken ölendir. Azınlıkları falan katlederken veya imperyalist bir savaş verirken değil.

         Amerikan milliyetçiliği Amerikanın uyuşturucu madde kullanan hapçı bir hasta ülke olduğunu kabul etmez. "Mafya" derken bile, bu kavramı "Amerikalı olmayan," örneğin "İtalyalı" anlamına kullanır. Kendi dışında suçlu arar. Bulur da: 1980'lerin sonunda Reagan ile birlikte saldırganlıklarını artıran Amerikalı siyasetçiler Amerikanın hastalığının sebebi olarak dış ülkeleri gösterdiler. Çare olarak da, örneğin Kolombiya gibi ülkelere saldırdılar. Bu ülkelerde uyuşturucu madde satımı sonucu zengin çarlar türemişti. Hatta Noreaga gibi kişiler Panama'da siyasal gücü bile direk olarak ellerine geçirmişlerdi. Bazıları da CIA ile işbirliği de yapıyordu. Bu çarlar Amerikanın ajanlığını yaptıkları ve faydaları devam ettiği sürece devranlarını sürerler. Fakat faydaları bittiğinde veya Amerikanın çıkarlarına karşı gelmeye başladığında alaşağı edilirler.

         Bir ara Türkiye'ye de takmışlardı: Türkiyede uyuşturucu madde satışından yakalanıp uzun sene ye mahkum olan bir Amerikalıyı Ankara hapishanesine gidip gördüler (ünlü 60 Minutes programcıları). "Midnight Express" filmini gösterdiler. Bizim ve kanunlarımızın geriliğinden bahsettiler. Neymiş adama yirmi yıl mı ne verilmiş. Amerikanın güneyinde elli yıl yiyenler var!  Türkiye legal olarak haşhaş yetiştiren ve ilaç için bunu satan ülkelerden biridir.  Vaay sen misin haşhaş yetiştiren! Yetiştiremezsin!. Bizim çocuklarımızı uyuşturucu madde kullanmaya sevkediyorsun!. Kitle iletişim araçlarında Türkiye'deki haşhaş tarlalarının Amerikan uçakları tarafından bombalanması bile savunuldu. Şansa, denildiğine göre, bir Türk cumhurbaşkanı çıkıp Amerika ile kişisel-göbekten yakın bağ kurarak ve Türkiye'yi batıya açarak, ülkeyi "Türkiye'de olmayan birşey yok" durumuna getirdi de Amerikanın çenesini kapattı. Irak'a da Allah razı olsun!. Irak sorunu çıktı da Türkiye'nin nerde olduğunu Amerikalılar biraz anladılar: Irak'a yakın bir yerde. Peki Irak nerde? Taa uzakta bir yerde herhalde!. Yoksa yakında mı? Korkma uzakta. iyiki uzakta.  Birgün Amerikan uçakları, uzaktan değil, incirlik gibi bir üssünden kalkan Amerikan uçakları, haşhaş tarlalarını ve haşhaş tarlası diye başka yerleri bombalarsa hiç de şaşmam. 

         Milliyetçi propaganda çok yönlüdür ve süreklidir. Amerikan halkı her gün Lübnan'ı, El Salvador'u, Afrika'da aç ölen insanları ve çocukları, Yugoslavyadaki vahşeti, cinayetleri, kitle halinde öldürmeleri televizyonlarında seyrederler. Dünya onlara korkunç şekilde tehlikelerle, açlıkla, savaşla, terörle dolu kargaşalık içinde bir yer olarak gösterilir. Ve bu dünyada da en sakin ve güvenilir yer de Amerika cenneti olarak sunulur. Dünyanın korkulu durumunu seyreden Amerikalılar Amerika'da yaşamaktan ve Amerikalı olmaktan gurur ve mutluluk duyarlar. Sokaktaki aç, evsiz ve işsiz bile kendini şanslı hisseder: Düşün, ya bir de Somalia'da falan doğmuş ve yaşıyor olsaydı? Yanmıştı valla. Egemen ideoloji hiçbir zaman insana kendini içinde yaşadığı çerçeve içinde kendi durumunu tartması ve değerlendirmesi düşünü tarzını aşılamaz. Tam aksine, aç ve susuza kendinden daha kötü durumda olanlar göstererek "Allahından bulasıca, başına kiremit düşesice, canı çıkasıca, nankör, ne şikayet ediyorsun? Komünist misin?  Şükret ki bu durumdasın, bak dünyanın haline. Gör. Senden bin kat daha kötü olanları var" der. Bunu gören ve bu teranelerle büyüyen kişiler bu ideolojiye sarılmadan başka bir çıkar yol göremeyip korkuyla bu idelojiye sımsıkı sarılır. Sarılmak iyidir. Sarılmak iyidir de, sarıldığın kim?

         Bu "haline şukkret" ideolojisine bağlı olarak "ya bu deveyi güdersin ya da bu diyardan gidersin" anlayışı gelir. Bu anlayışla milliyetçi ideoloji kendi gibi düşünmeyene kendiyle birlikte yaşama hakkı tanımaz. "Bak biz sana iyilik yapacağız. Eğer burayı beğenmiyorsan. Sana battaniye ve yiyecek verelim, Alaska'ya git yaşa!" der. Bu insancıl milliyetçilik, horoz kılığındaki sinsi tilkinin gülüşüyle büyülenmiş tavuk sürülerinin öfkeli gıt gıt gıdaklamasıdır. Sana zorla battaniyeyi verir, zorla trenlere doldurur ve zorla gönderir. Nereye? Tatile değil elbet.

 

         C. SAHİPLİK VE AİT OLMA HAYALİ

        

Kapitalist sistem halk arasında çarpıtılmış ve sahte "sahiplik ve ait olma" hissi yaratır. Bunlara çeşitli bahanelerle zaman zaman değindik. Bu sakat duyguya biraz daha ayrıntılarla yaklaşalım.

 

           1. BANA BEN SAHİBİM FANTAZİSİ

         Amerika'da halk, eğitim ve kitle iletişimi yoluyla, (a) "ben benim, ben kimseye ait değilim" hissiyle ve (b) satın alma ve tüketme ile "`birşey olma" fantazisiyle büyür. Tüketim yoluyla (belli tüketim maddelerini kullanarak) "birşey olma" hissi,  "bana ben sahibim" hissi  üzerine çakıştırıldığı zaman, "ben" diye "tüketim" peşinde koşan benliği kitle üretimi endüstrisi tarafından saptanan insan sürüleriyle karşılaşırız. Bu sürüler aynı otu yer, aynı tarlada yayılır ve kendini yanında yayılandan farklı ve özgür sanır. Daha kötüsü, bunu kendisinin özgür bir şekilde seçtiği hayalindedir.

          Amerikan insanı kendi altında olanları hor görür, kendisiyle aynı seviyede olanları sevmez, kendinden güçlülerle hayali ilişkiye girer ve onlar gibi olma rüyasıyla yaşar. Güçlüyle, zenginle ve zenginlikle bu tek yollu hayranlık ve düşleme, insana kendi objektif geçmişini unutturur ve "yarın" fantazisiyle yaşatır. Fakat bu "yarın" "bugün" olduğunda, değişen birşey yoktur: İnsan hala aynı yarınlar fantazisini yaşamaya devam eder.

         Amerikan iletişim araçlarında halka durmadan "dene" denir: Başaramazsan gene dene. Bugün değilse bile yarınlar senin olabilir, yeter ki umuttan ve hayalden vazgeçme. Umut Joe'nun yemeği. Ye Joe ye!.  Joe umutla dener. "Ben" der, kendine bakar ve "Bana ben sahibim" diye övünür:  Bu Ücretli\maaşlı kölenin sahiplik iddiasıdır. "Ben" der, kendine bakar, "Ben" başarısızlığının nedeni olur. "Ben" der, dövünür: Bu modern kölenin köleliğinden dolayı kendini suçlamasıdır.

 

          2. VATANA, BAYRAĞA, MİLLETE SAHİPLİK HASTALIĞI

         Yer yer belirttik ama, bu sahiplik üzerinde tekrar durmakta büyük fayda var.  Amerikan bayrağının önünde bayrağa onu yüksekte tutmaya and içiliyor. Herkesin sağ eli kalbinin üzerinde: "Amerikan bayrağına ve onun temsil ettiği, Tanrının altındaki tek bölünmez millet olan, herkes için adalet ve özgürlüğü sağlayan, cumhuriyete bağlılığa and içerim." Amerika burası: Bazıları her gün bayrağa selamla işe başlar, bazıları sadece bayramlarda evinin önünü, camını ve arabasını bayrakla süsler. Bazıları sömürü ve adaletsizliğin sembolü diye yakar. Bazıları pantolonunun götüne bayrak diktirip üzerine oturarak protestosunu yapar. Bayrağa selam çakanlarla bayrağı bir bez parçası veya faşizmin simgesi olarak görenler birbirine diş bilerler. Her durumda olduğu gibi bunda da tüccarlar ceblerine dolan paraya bakıp sinsi sinsi gülerler: Amerika demek ticaret demektir.

          Güzel bir yaz günü. Central Parkta yürüyorum. Küçük gölün kenarındaki kanapelerden birine oturdum. Yaşlı sıska bir kadın bütün malvarlığı olan eski bir yorgan ve birkaç giyeceği küçük bir el arabasına yüklemiş çeke çeke bana doğru yaklaşıyor. Kadın eviyle birlikte yürüyor yani. Geldi ve yanıma oturdu.  Evsiz olduğu ve tahminen parkta yattığı belli. "Merhaba, güzel bir gün değil mi?" diye söz açtım. Bana baktı ve "evet güzel. Sen Amerikalı değilsin. Nerelisin?" diye sordu.  Ben "Türkiyeliyim" diye cevap verdim. "Amerika'da olmak, Amerika'da yaşamak çok iyi değil mi?" diye ekledi. Ben "Niye ki?" diye merakla sordum. Bir deri bir kemik kalmış yüzünü bana biraz daha yaklaştırarak, sanki bir sır açıklıyormuş gibi bilmişce ekledi: "Başka ülkelerde millet açlıktan ölüyor, sefil durumda. Amerika'da olmak şahane birşey. Tanrı Amerikayı korusun. Amerikalı olmaktan gurur duyuyorum." Bu zavallı kadın  kendi evsizliğini, kendi işsizliğini, kendi sefilliğini, kısaca kendi feci durumunu kendini kendinden daha kötü durumda olduğu söylenen diğer insanlarla karşılaştırıyor. Diğer ülkelerdeki aç ve sefil insanlar olduğunu, onların feci hayat şartları altında yaşadığını düşünüp, "Tanrıya çok şükür, ben öyle bir ülkede doğmadım" diye kendi kendine kendinin şanslı olduğuna inandırıyor. Amerika'da yaşamaktan ve Amerikalı olmaktan büyük gurur duyuyor, ve "ne mutlu Amerikalıyım" diyor. Ardından da bana soruyor: "Amerika'da olduğundan memnun olmalısın, değil mi?."  Amerika'ya ait olmak. Şahane birşey! Bu zavallı kadın bu tür düşünü tarzını nerden alıyor?

         Yaşam boyu eğitim ve propagandalarla halka işlenmiş "sahiplik" duygusundan biri de ait olduğun "vatana"  sahipliktir. Vatana sahiplik, fiziksel aitlikle (yani fiziksel olarak orda bulunmakla) ve "Ne mutlu Amerikalıyım diyene!" bağlılığıyla (ideolojik aitlikle) iç içedir. Yani, fiziksel olarak bulunduğun bir yeri kendinin sanıp, bu sahiplikten gurur duymadır. Ölüm boyu hapsolmuşun hapishaneyi "benim hapishanem" diye nitelemesi gibi... Bu soyut sahiplik ile birlikte,  milliyetçilik, kahramanlık, vatan uğruna canını feda etme gibi güçlü hisler de gelir.  Amerikan egemen ideolojisi pençesinde tuttuğu insanlara ta küçük yaştan itibaren  "vatanın ve milletin kutsallığından, bölünmezliğinden, iç ve dış düşmanlara karşı canla başla korunmasının yüce bir görev olduğundan, vatan uğruna akan kanın değerinden, askerlerinin kahramanlığından, şehitlikten, düşmanların alçaklığından" bahsederek "vatan, millet" dendiğinde hemen silaha sarılıp katliama ve katledilmeye hazır insan kitleleri yaratmaya çalışır ve bunu başarır da. Bu kitlelere bu soyut "vatana" sahip olmanın ve onu savunmanın ödülü olarak da kahraman, gazi veya şehit ünvanları verilir, cennet vaad edilir. Vatan uğruna şehit olanların ağzıyla da annelere şöyle yazılır:[5]

 

      Anne, senin oğlun cennetin en yüksek yerinde duruyor...        

     Uzan ve elimi tut ki kazandığımız bilgeliği sana devredeyim... 

     Senin durumuna düşebilecek diğer annelere, eğer onların da     

     oğulları birgün savaşcının ölümüyle karşılaşırsa, Oğullarının  

     Tanrının yanında kafası dimdik yukarda yürüyeceğini söyle

 

 

Analara ölmeleri için çocuk yetiştirmelerini isteyen, tarihi çarpıtan ve  örneğin Amerikan Kızılderelilerinin topraklarını ellerinden aldıklarını ve onları soyduklarını ve varlıklarından yoksun ettiklerini bile anlayamayacak kadar insanları cahilleştiren aynı ideoloji, düpedüz yalan söyleyerek, şöyle devam eder:

           Hiçbir Amerikan savaşcısı, başkasının servetini              

            elinden almak için veya başkasının haklı mirasına konmak     

            için asla savaşmadı. Zulmün kanamasını durdurmak, özgürlüğün 

            tohumu nerde susuzluktan buruştuysa veya nerde bir zalimin   

            elinde yere düştüyse orda yeşermesine yardım etmek için      

            savaşmıştır.

 

 

Haksız yere kan döktüğünü söyleyen bir düzen duydun mu? Olmaz! Haklı olmak zorunlu. Bunun için de minareye kılıfı iyi hazırlamak gerekir. Gerçekte yukarda Şehit Amerikalının ağzından söylenen düpedüz yalan ve uyutmacadır: Amerikan savaşcısı bir başka ülkenin varlığını elinden almak için savaştığının asla farkında bile değildir. Amerikalı savaşçı kendine yutturulan idealler için savaşır. Tanrıya katliamda kendine yardım için dua eder. Savaş sırasının ve sonrasının nimetlerini ve ganimetlerini ise onları savaşa gönderenler toplar. Savaşan ve ölen kendisidir, soyanlar ve ganimete konanlar ise başkaları. Amerikan askeri Amerikan firmalarının serbest at oynatmalarına karşı demokrasi mücadelelerini ezmek, işbirliği yaptığı zalimlerle birlikte firmaların özgürce istediklerini yapmalarını sağlamak için savaşmıştır. Bu ideoloji ölen askerin ağzıyla "özgürlük" derken, Amerikan firmalarının elini kolunu sallayarak kolayca bir ülkeyi, o ülkeden bazılarının da yardımıyla, soyması anlamına geldiğini gizlemektedir.

         Tabi bu ideolojinin cahilleştirdiği bilmiş-cahil gerçek konuşma özgürlüğünün kimin ve ne amaçlarla kullandığını asla bilmez. Konuşma hürriyeti egemen güçlerin silahlarıyla yapılan kıyımlarla asla elde edilmeye çalışılmamıştır, aksine bastırılmaya çalışılmıştır. Eğer ben bugün böyle bir özgürlüğe sahip isem, bunu bana sağlayan güç silahlı kuvvetler gibi devlet güçleri asla değildir. Tam aksine sivil toplumdaki sivil insanların özgürlüklerini  kazanması için yönetici sınıfların çıkarlarını temsil eden devlet güçlerine karşı verdiği süregelen mücadelenin bir sonucudur. Hiçbir devlet gücü ve yönetici sınıf kendi işlerine gelmeyen gerçeklerin yazılmasını istemez.

           Bu ideolojiyle "bilgiçlendirilerek cahilleştirilmiş" insan, bütün dünyanın diğer cahilleştirilmişleri gibi egemen sistemlerin kendilerine sattıkları ölüm hapını zevkle yutar ve ardından da annelerine şöyle der (veya onun ağzından analara şöyle denir):

 

                                     Sen beni asla kaybetmedin, anne.      

                                       Daha senin dizin boyundayken,        

                                       senden Tanrı aşkını, yuva aşkını,    

                                       vatan aşkını öğrendim. Bu üç aşk     

                                       için öldüm.

 

Tabi bu bilgiç-cahil dünyanın en katil rejimlerinin bu üç sloganı (tanrı, aile ve vatan) kullanarak insanları boğazlayarak güçlerini korumaya çalıştıklarının ve bu üç sloganla kendisi gibi bilgiç-cahillerin bu katil rejimler için  kendi ülkelerinin  gençlerini öldürdüklerinin farkında bile değildir.  Bu üç sloganı kullanarak dünyada en hunhar cinayetler işlenmiştir ve işlenmektedir. Bu üç slogan canilik için yoğurulmuş kitleleri harekete geçirip katliamlar yapmasını sağlar.

         Bilgiç-cahilin ağzından konuşan bu egemen ideoloji, aynı zamanda, benim gibi "insan önce insan olmayı öğrenmeli, hiçbirşey adına hiçkimsenin başkasını öldürmeye hakkı yoktur" diyenleri yerer ve haksız çıkarır:

 

        Senin oğlunun boş yere öldüğünü kim söylüyor?.          

        Benim kendi canımı feda etmemle desteklenmiş,            

        onun için kazandığım konuşma özgürlüğüyle                

        cesaret kazanmış, hain, kötü dilli bazı hatipler..."

 

İdeoloji "şehitin" ağzından konuşarak benim gibi eleştiricileri nankörlükle, yılanlıkla, hainlikle, sapıklıkla suçlar. Benim kullandığım özgürlüğü, onun ölerek benim için kazandığını söyler. Hiçbir Amerikan askeri, polisi, National Guard'ı (Jandarması), Amerikan tarihinde,  benim kullandığım özgürlüğü benim için korumak için savaşıp ölmemiştir. Tam aksine, devlet güçlerinin "özgürlük" savaşı, Lousiana'ya Kennedy'nin federal askerleri göndermesi bile dahil, egemen güçlerin çıkarlarını koruma savaşıdır. Ben ölenin boş yere öldüğünü söylemiyorum. Aksine, egemen sistemin güçlerinde görev alıp  savaşarak ölenin öldüğü ve öldürdüğü savaşın kendi savaşı olmadığını, başkasının soygununa katıldığını söylüyorum. Ben "vatan, millet, aile, Tanrı" adına ölmek ve öldürmek için her zaman hazır potensiyel caniler yetiştirildiğini söylüyorum. Ölenler yanlış idealler için ölüyorlar. Ölenler kendilerini ve dünyayı soyanların çıkarlarını korumak ve soygununu sürdürmek için ölüyorlar. Böyle savaşan ve ölenler de bu dünyanın düzeninin bugünkü durumundan sorumludurlar. Köleliğini bilmeyen köle, efendisinin katliamına severek katılırsa, kölelik durumu işlediği suçu ortadan kaldırıcı bir neden olamaz. Katil ezilen de olsa katildir. Bir istisna: Zorunlu askerlikte zorunlu olarak savaşa gönderilen ve zorunlu olarak savaşan asker kitleleri, egemen caniliğin kurbanlarıdır.

         Tanrı için savaşarak ölme ve öldürmenin tarihi tek tanrılı dinlerin çıkışıyla başlar ve 2000 yıldan az bir geçmişi vardır. Vatan ve millet için öldürmenin tarihi ise yenidir, 200 yıldan azdır. Hele Türkiye gibi ülkelerde 70 yıl bile değildir. Fakat egemen ideoloji işine gelmediğinde tarihi rafa kaldırır. Yönetici sınıfların milliyetçiliğin ve milli devlet fikirlerinin çerçevesi içinde düzenlerini sürdürmeleri sadece birkaç nesli içine alacak kadar yenidir.  "Kutsal aile" kavramının politikalarda kullanılması da yeni birşeydir. "Özgürlük" fikri de feodal sınırlamalara  karşı kapitalizmin serbest ticaret mücadelesinden çıktı. Bugün kapitalist ideoloji "özgürlük" dediğinde (hangi özgürlükten bahsederse bahsetsin) serbestçe ticaret yapma özgürlüğü anlamınadır.  Türkiye'de özel radyoları kapatamazsınız, Bu özgürlüğe aykırıdır yaygarası gerçekte özel teşebbüsün "param elden gidiyor! param elden gidiyor!" yaygarasıdır. Yoksa "halkın dinleme, duyma, bilme özgürlüğünü" elinden alan bir kısıtlama değildir. Halkın dinleme, duyma ve bilme özgürlüğünü, yani neyi dileyip dinlemeyeceğini, neyi duyup duymayacağını, neyi bilip bilmeyeceğini, saptama hakkını özel teşebbüse kim verdi? Halk mı yoksa bu sermayeninin kendi kendine gelin güvey olması mı? Bu iletişim-sermayesinin var olan iletişim akımına anlamlı, değişik, yeni, halkın arzularını gerçekleştirecek, halkın yaşamını kolaylaştıracak katkısı ne ki dinleyicilerin özgürlükleri kısıtlanmış olsun? Tam aksine, milletlerarası kapitalist ideolojinin sözcülerinin özgürlüğüyle halkın özgürlüğü arasında taban tabana zıd bir ilişki vardır. 

         Kısaca "vatan, millet, kutsal aile, özgürlük" adına insanları savaşa gönderme ve birbirine düşürme politikasının tarihi yeni. Tek eski olan oyun, "Tanrı adına" tanrının verdiği canı alma hakkını Tanrının elinden çekip alarak, çıkarları için, insanı insana kırdırma oyunudur. Bu kırdırmayı, küçük ve dağınık sosyal birimlerdeki dogaya tapan çok tanrılı ilkel dinler değil, çoğulculuğun ortadan kaldırılıp, azınlıkların toplumun üretim ve mal varlığının üzerine yattığı siyasal birimlerde, ağ gibi örgütlenmiş tek tanrılı dinler becermiştir (ve becermektedir). Katolikliği temsil eden Romadaki Papa ve halifelik hırkasını arapların elinden kılıç gücüyle alıp giyen Osmanlı padişahları bunu zevk veya Tanrı için yapmıyordu. Amerikan evlerinin pencerelerinde yapıştırılmış bayraklar görürsün. bayramlarda ve savaşlarda millet ellerinde bayrak "BİZ! BİZ!" diye sokağa dökülür. Bu kendinin sahip olmadığı bizlik peşinde bayrak sallayanlara,  "gazetelerde, dergilerde, televizyonda resimleri çıkan, onlardan bahsedilen kişiler arasında sen var mısın?" diye sorsan ne der acaba? [6] Bayrak sallayanları alsan gökdelenleri, büyük magazaları, firmaları göstersen ve "bunlardan hangisi senin?" diye sorsan, cevabı ne olur? "En son ne zaman Hawai'de lüks içinde tatilini geçirdin, Pariste alış veriş yaptın, ülkenin geleceğiyle ilgili kararlara katıldın, Pentagona  bir milyarlık silah sattın, öğle yemeğini Londra'da yedin, Plaza otelinde bir gece geçirdin, işverenle oturup sözleşme imzaladın, altın tepsilerde kokain çektin" gibi sorular sorsan ne düşünür acaba? Söyleyim: En kibar şekliyle, "bozguncu, bölücü, sen komünist misin?"  der ve, elinden geldiğini farkederse, milli hislerle kudurmuş bir şekilde, bayrağı şeyine sokmaya çalışır. Tabi kendi şeyine değil... Yani, gerçeklerle yüzyüze gelince, egemen ideoloji çok-bilmiş-cahilden geçerek kendini bilmiş-cahilce saldırarak savunur. Böylece egemen ideoloji cehaletin bilmişlik taslamasından faydalanarak kendini korur.

          Milliyetçi şovenist düşünü tarzının egemenliği, savaş ekonomisi ve militarizm için zorunludur. Bu nedenle, "Amerika! Amerika!" diye, kudurmaya hazır kitleler yaratılır. [7]      

         Grenada'nın 1983'de işgali sırasında basının askeri operasyon hakkında haber vermesi büyük ölçüde kısıtlanmıştı. O zamanın devlet bakanı George Shultz basına karşı öyle şikayet ediyordu: "Sanki gazeteciler daima BİZE karşı görünüyor. Daima herşeyi karıştıracak birşeyi bildirmeye çalışıyorlar." Gazeteciler "BİZin" kim olduğunu sordukarında, Shultz şöyle cevap verdi: "Askeri bakımdan bizim taraf, diğer bir deyimle Amerikanın tümü." Yani gazeteciler "düşman" oluyor. Tabi gazeteciler üzerinde, bu BİZ'e dahil edlimeyerek korkunç bir baskı kurulur. Peki halkın bilme hakkı mavalı? Halk bilip de ne olacak ki. Askeriyenin büyükleri ve diğer büyükbaş büyüklerimiz ne yaptıklarını çok iyi bilirler. Onlar ve özel teşebbüs BİZİM için herşeyi yaparlar. Biz halkın görevi alkışlamak, desteklemek ve gerekirse kellemizi "vatan uğruna" sunmaktır. Tabi bu "vatan uğrunanın" gerçekte kimin ve neyin uğruna olduğunu soruşturmaya kalkarsan, en azından gazeteciler gibi "işbozan" olursun. "Vatan!" de, vur. "Vatan!" de vurul. Kafanı yorma gerisine. Soru sorup durma! Sen vatan haini misin nesin, alçak, namussuz!?

 

          3. EVİNİN SAHİBİ KİM: SEN Mİ YOKSA BANKA MI?

         Küçük çocuk koşarak eve girer ve mutfaktaki annesine soluk soluğa, şaşkın, şöyle der: Anne, anne, dışarda bir adam var, bizim eve bakıyordu, "burası bizim ev, niye bakıyorsun" dedim. Bana soğuk soğuk gülümseyerek baktı ve "yok, sizin değil, bizim" dedi. "Siz kimsiniz" dedim. "banka" dedi. Gerçekten bizim evin sahibi banka mı? 

         Sadece evin değil arabanın bile sahibi bankadır. Bir Türk arkadaşımız vardı. O zaman Ford Mustang en seksi arabaydı. 1971'de New York'ta 3500 doları verip Mustang almak çok kişinin belini kırardı. Bizim arkadaş almıştı. herhalde bir sene falan sonra, birgün araba ortadan kayboldu. Anlayamadık. Bize de söylemeye utandı herhalde. Sonradan öğrendik ki taksidini ödeyemediği için banka arabayı elinden almış.

         Banka ve bankerler tarihi Amerika'da kandırma ve soygun tarihlerinden biridir. Bankacılığın Amerika'da doğuşunda, ticari-kapitalistler alışverişin her iki ucunda da kendilerine büyük pay aldılar: Ucuza alıp pahalıya satma. Amerikan  iç savaşı sonucunda Kapitalistin savaşını yapan Amerika kapitalistlere borçlandı. Şahane bir soygun sistemi! Kapitalistlerin kurdukları bankalar yüksek faizlerle büyük vurgun vuruyorardı. Örneğin 1865'de devletin bankalara ödediği faiz 77 milyon dolardı ki o zaman için bu korkunç derecede fazlaydı. Bankalar üzerinde federal kaideler konmasına rağmen gene de bankalar ve endüstriler büyüdü ve iç içe bir hale geldi. Küçükler ortadan kaldırıldı ve monopoliler kuruldu. Bankacılıkla sermaye ve endüstri dev firmaların  yürüttüğü bugünkü sistem geliştirildi. Bankalar büyük yatırım yapan kapitalistlere kredi verir ve yatırım başarısız olursa bazı yatırımcıların hayatı mahvolur gider: Elinden herşeyi alınır. Bu tabi çoğunlukla küçük yatırımcıların başına gelendir. Amerika'da her yıl açılan küçük işyerlerinin yüzde sekseni iflas eder. Büyük yatırımcılar kaybetse bile, iflas edip emeğiyle hayatını kazanmak zorunda kalan büyük kapitalist yoktur. Kapitalist sınıfın insanı birden bire kendini işçi olarak işçi sınıfının arasında asla bulmaz. Böyle birşey olmaz. Kapitalist nadiren böyle bir durumla karşı karşıya gelirse, intiharı seçer. (Sanki beni haklı çıkarır gibi, bunu yazdıktan birkaç hafta sonra böyle biri intihar etti.)  Alın teriyle çalışıp kimseyi dolandıramadan para yapmak onuruna gider. Herneyse, Bankalar yatırımcılara faizle borç vererek sömürüye ortak olurlar. Borç verirken de verdiği parayı geri alabilmesi için zaten kapitalistin diğer mallarını veya birşeyini ipotek etmiştir. Finans kapital devesini sağlam kazığa bağlamadan Allaha emanet etmez. Wall Street endüstriyel ve finans güçlerinin birleşiminin ifadesini bulduğu yerdir. Amerika'da ta 19'uncu yüzyılın başlarında banka ve endüstrinin ortaklığı zaten devleşmiş olan firmaları daha da devleştirmiştir. Amerika'da mal sahipliği iddiası bile birçok durumda hayali sahipliktir. Gerçek sahipler ve gerçek çıkar sağlayanlar "mal sahibiyim" diye övüneni yolanlardır.