KÜLTÜR,
MEDYA VE EKONOMİK EMPERYALİZM TEZLERİ
İletişimin küresel bağlamda işlevleri konusu oldukça karmaşıktır. Dünyada tarihsel geçmişleri farklı olan birçok ülke vardır. Dolayısıyla, iletişim ve toplum, iletişim ve toplum değişimi konusu örgütlü yer ve zaman (tarihsel ve toplumsal) olarak ele alınmalıdır. Bu yaklaşım egemen modernleşme yaklaşımının temel varsayımlarına ve yaklaşım biçimine ters düşer. Bu nedenle de, Schiller, Mattelart, Varis, Beltran, Boyd-Barret, Leys, Smythe ve Golding gibi aydınlar kalkınma kuramlarının evrensellik ve yansızlık iddialarını reddederler. Bu kuramların ideolojik işlevleri ve ekonomik ve siyasal amaç ve sonuçlarını eleştirirler. Dünyada, günümüzde çok yoğun bir mülkiyet ilişkilerinin parçası olan faydalı enformasyon ve bilinç yönetimi çıktıları kontrollü bir şekilde akmaktadır. Kontrol üretim araçlarına sahiplik ve içeriklerin işlevsel ve ideolojik biçimlenmesinden geçerek sağlanmaktadır. Kitle iletişim araçlarını üreten teknolojilerde belli ülkeler (Batı ve Japonya) egemendir. Dünya kitle iletişim araçları ve ürünleri pazarında da gene bu ülkeler egemendir. Satılan elbette sadece kitle iletişim araçları ve bitmiş ürünler değil, aynı zamanda ve çok önemli olarak, kapitalist pazarın dünya görüşü ve tüketime yönelik motivasyonudur. Teknolojik üretimdeki bu dengesizlik endüstriyel, siyasal ve askeri güç dengesizliklerinin işlevsel bir parçasıdır. Teknolojiyi üreten ve ürünlerini dağıtanların üstünlüğü, kaçınılmaz olarak hem kendine işlevsel bilinçler hem de karşıtlıklar yaratmaktadır. Bu sonuç tesadüfi değildir. Praksisten geçerek olur; fakat bu oluş evrensel değil, praksisle yürütülen ilişkinin doğasından gelmektedir. Bu sonucun/oluşun bilinci yaptığıyla kendini yaratan insanın kendini-yeniden işçi, memur, programcı, yazar, film yapımcısı, gazeteci vs olarak üretmesiyle gelen bilinçtir. Postmodernizm, post-pozitivizm, küreselleşme ve karşılıklı bağımlılık bu bilinçlilikle sıkı sıkıya bağlıdır. Bu bilinçle bir zamanlar modernleşme ile eritilmek istenen “kültürler ve kültürel yerellikler” sonradan korunması ve güçlenmesi gereken “unutulan yerel kimlikler” olarak yeniden keşfedilir. Din, dil, ırk, renk, cinsiyet gibi ne denli “böl ve yönet” politikaları için işlevsel faktörler varsa “bu koruma” içine yerleştirilir. Yereli daha düzenli, ucuz ve sürekli bir şekilde sömürme politikaları “yerel kimlikler politikası” adıyla yüceltilir. Dünyanın yerel çokluklar ve çoğulculuk içinde demokratikleşip globalleştiği söylenir. Yerellik ve yereli koruma kapitalist bilinç yönetiminin en karmaşık yapılandırmalarından biridir. Bu yapı aslında (1) kontrolü kolay yerel yönetimlerin kurulmasını ve (2) yerel kimliklerin yanına, içine ve üzerine global kapitalist pazarın tüketici kimliklerini koyarak heterojenlik hayaliyle kendini kandıran homojen bir kültür yaratmayı amaçlar. Kitle iletişim araçlarının yaygınlığı ve özelleştirilmesi bu amaca ulaşmada hayati öneme sahiptir. Kitle iletişimi oldukça karmaşık endüstriyel çıkarların ve güçlerin birbiriyle ittifakta ve yarışta olduğu bir ulusal ve uluslararası çevrenin parçasıdır. Anlaşılması ancak bu çevre içinde incelenerek mümkündür. Marksist ve eleştirel yaklaşımlar 1970'lerden beri iletişimin önem kazanan yeni bir yanına, uluslararası alana eğilmeye başladılar. Pozitivist okul uluslararası ilişkileri olumlu bir gözle herkesin kalkınma çabası içine sokarken, Marksist yönelimli görüşler ve incelemeler bu süreci sömürü ve yeni-emperyalist, yeni-sömürgeci, kültürel emperyalizm ve medya emperyalizmi gibi tanımlamalar içinde anlamlandırmışlardır. Bu yaklaşımlar ve araştırmalar doğrudan sömürgecilikten yeni sömürgeciliğe geçiş ve bu geçişteki siyasal ve ekonomik yapı transferi, bu transferde gerekli olan teknolojik ve profesyonel ideolojilerin aktarılması üzerinde dururlar. Uluslararası iletişimde ulusların iletişim sistemlerinin bu tür etkilenmesi ve biçimlendirilmesi yanında, uluslararası iletişim örgütlerinin faaliyetleri ve bu faaliyetlerin ekonomik, kalkınma ve ideolojik anlamları üzerinde durulur. Kültür emperyalizmi ve kültürel egemenlik üzerinde duran yaklaşımlar, ürün transferi ve profesyonel ideolojilerin gittikleri ülkelerin sosyal bilinci ve kültürüne yaptığı biçimlendirmeler, yeniden biçimlendirmeler ve egemenlik kurması üzerinde çalışırlar (Erdoğan, 1995). 1960'ların kültürel bağımlılık kuramı, Paul Sweezy ve Paul Baran’la önem kazanan Neo-Marksist yaklaşımdan beslenmiş, A. G. Frank ile bağımlılık olarak ele alınmış ve özellikle Latin Amerika’daki durumun analiziyle geliştirilmiştir. Kuram, merkez (endüstrileşmiş ülkeler) ile periferi/yan (Üçüncü Dünya Ülkeleri) arasında bir tarafın egemenliğine dayanan dengesiz ekonomik ilişki varsayımına dayanır. Bu ekonomik bağımlılıkla birlikte, kültürel bağımlılık ilişkilerinin de geldiği belirtilir. Kültürel bağımlılık kuramları basit merkez ve yan ilişkisinden daha karmaşık gelişmiş ve gelişmemiş ülkeler arasındaki ekonomik, siyasal ve kültürel bağımlılığa gelişmiştir. Bu kültürel bağımlılık kültürel emperyalizm olarak betimlenmiştir. 1970'ler ilerledikçe, bağımlılık yaklaşımındaki dünya egemenliği anlayışı, kapitalist sistemin yaygınlaşarak dünya kapitalist sistemi olduğu fikrine dönüşmeye başlamıştır (örneğin Wallerstein, 1979). Mattelart'a göre (1992) kültür emperyalizmi tezi 1980'lerde geriledi ve anlamını yitirdi. Bu da kültürel emperyalizm tezinin “metropol-periferi” ikilemi içinde sunulması, bağımlı ülkelerdeki iç sömürü yapısının göz önüne alınmaması, kültürel ırkçılığa yönelimi ve kültürü ekonominin önüne koymasından kaynaklanmaktadır. 1980'lerde aynı zamanda Marksist ve Marksist yönelimli iletişim araştırmaları ve yaklaşımlarında yeniden gözden geçirmeler ve kültürelcilerle siyasal ekonomistler arasındaki anlayışın ve iletişimin artması görüldü. Fakat kültürelciler "son andaki belirleyicinin ekonomik taban" olduğunu kabul ederken, kültür pratiklerinin mücadeledeki önemli yerine işaret ederek araştırma ve yorumlarına devam ettiler. Garnham ve benzerleri kültürel materyalizm tezi üzerinde açıklamalara devam etti. Diğer siyasal ekonomistler ise iletişim incelemelerinin materyal ilişkiler içinde incelenmesi gerektiği üzerinde durmaya devam etti; "ekonomizm", basitleştirilmiş bir eleştiri olarak nitelenip bir kenara atıldı. 1990’larda, bazıları bağımlılık anlayışını, karşılıklı bağımlılık biçimine dönüştürdü. Bazıları da eşit olmayan (simetrik olmayan, dengesiz) karşılıklı bağımlılık teziyle geldiler. Kültür emperyalizmiyle incelemelere başlayan ve gelişenlerin bazıları (örneğin Schiller) merkez ve yan nosyonunu bırakıp uluslararası ekonomik ilişkiler düzenine ve bu düzendeki örgütlenmeler ve ekonomik ilişkilere eğildiler; sadece ileri kapitalist ülkelerin yapısına değil, aynı zamanda az gelişmişlerin yapısına da eğilerek, konuyu uluslararası ekonomik düzen ve iletişim düzeni değişmesi üzerinden aldılar. Medya Emperyalizmi TeziMedya emperyalizmi tezi, 1970’in başlarında çıktı ve yaygınlaştı. Bu tez, uluslararası iletişim düzeninde kitle iletişimini ele alarak inceleyen ve sonunda, iletişim medyasıyla ilgili olarak teknolojik üretim ve dağıtımda, örgüt yapılarında, üretim ve ürün ilişkilerinde, içeriğin doldurulmasında ekonomik, siyasal ve kültürel sömürüye dayanan bir uluslararası yapı olduğu görüşüyle gelir. Boyd-Barrett’e göre (1977), medya emperyalizmi, herhangi bir ülkedeki medya sahipliği, yapısı, dağıtım veya içeriğinin tek başına veya birlikte, diğer ülke veya ülkelerin medya çıkarlarının önemli miktarda dış baskısına maruz kalması sürecidir. Bu süreçte kültürel işgalde güç dengesizliğinin varlığı emperyalizm kavramını kullanmayı haklı çıkartır. Bu durum uluslararası medya faaliyetlerinin incelenmesini ve bununda uluslararası ekonomik ve siyasal ortam ve tarih içinde yapılması gerekliliğini ortaya çıkartır. Bu bağlamda önde gelen aydınlar arasında, Ben Bagdikian, Noam Chomsky, Edward S. Herman, Robert McChesney, Herbert Schiller, Dallas Smythe, Dan Schiller gibi isimler bulunmaktadır. Medya emperyalizmi tezine göre: ○ Gelişmiş Batı ile diğer ülkeler arasında, üretimden tüketime kadar ciddi dengesizlikler bulunmaktadır. Bu dengesizlikler yaratılmış ve yeniden-üretilmiş dengesizliklerdir. ○ Amerika’nın medya örgüt yapısı, iş yapış biçimi, profesyonel ideolojileri, ürün biçimi ve içeriği, birkaç istisna dışında, tüm dünyaya egemendir ve buna karşı mücadele devam etmektedir. Örneğin, Tüm Avrupa kanalları, İran’ın Press TV’si, Rusya’nın RT’si ve Çin’in CCTV9’u haber formatıyla, sunumuyla ve diğer tüm profesyonel yapısal özellikleriyle, Amerikan türü yayıncılığı yeniden-üretmektedir. ○ Çeşitli biçimdeki birleşmeler sonucunda, dünyaya giderek birkaç uluslararası dev firma egemen olmaktadır. Bu dev firmalar eski basit, tek iş gören firma karakteri yerine, “conglomerate” denen karmaşık bir yapıya sahiptirler. 2010’da, Walt Disney Company dünyanın en büyük medya şirketler grubuydu; onu News Corporation, Viacom ve Time Warner takip etti. ○ Sermaye ve üst-yönetim birkaç ülkenin egemenliğindedir; fakat sermayede birçok ülkeden gelen hisseler bulunmaktadır. ○ En-üst yönetim, dışındaki yönetim, üretim, dağıtım kadroları da uluslararası karaktere sahip olmaktadır. ○ Üretim ve dağıtım tek merkezden değil, çok merkezden, çoğu kez yerel-merkezlerde yapılmaktadır. ○ Uluslararası medya sahipliği, kitle iletişiminde akla gelebilecek her alana yayılmaktadır. Bu yayılma, telekomünikasyon, cep telefonu ve diğer ilgili endüstrilere doğru genişlemektedir. ○ Ülkelerde dil ve kültür giderek, küresel pazarın diline ve kültürüne (ideolojisine) bütünleşmektedir. ○ Medya endüstrileri üretimden tüketime kadar olan tüm süreçleri kontrol etmektedir. ○ Küresel pazarda, bitmiş-ürün ve hizmetlerinin (televizyon, cep telefonu, bilgisayar) kullanımı yaygınlaştırılmakta; bu bitmiş araçlara sahiplik ve kullanım, “erişim, enformasyon toplumu ve bilgi toplumu” gibi iddialarla gelen biliş ve davranış yönetimiyle desteklenmektedir. ○ Nicel dengesizlik kurnaz bir şekilde kullanılarak, “dijital divide” sorununa çare olarak, yukarıda belirtilen bitmiş-ürüne sahiplik sunulmaktadır. Aynı-şekilde, tek-yönlü araç ve ürün akışı olduğu bulunmuştur. Çözüm çift-yönlü mü olmasında yatıyor? Hayır, çünkü dengesiz akış bir neden değil, sonuçtur. Sonuçla uğraşmak, egemen yapılar için anlamlı ve işlevseldir; ama güçsüz için değildir. Zaten çift-yönlü olması demek, üretimde, dağıtımda ve pazarlamada güçsüz olanın rekabet edecek güçte olmaya başladığı demektir ki bu da ender olandır. ○ Sömürünün ve yoksulluğun yeniden yaratılması (sürdürülebilir kalkınma adı altında sürdürülebilir sömürü ve yoksulluk) yeni-strateji ve taktiklerle garanti altına alınmaktadır. ○ Süregelen mücadeleler, yaratılan kontrollü alternatifler ve geliştirilmiş ve meşrulaştırılmış yollarla kontrol altına alınmaya, evcilleştirilmeye çalışılmaktadır. ○ UNESCO dahil, birçok uluslararası kurumlar; küresel siyasal ve ekonomik pazarın çeşitli yollarla gelişmesine yardım etmektedir. ○ Batı dışındaki ülkelerde “enformasyon azlığı, bilgi azlığı” öne sürülerek, sanki internet dahil eski ve yeni kitle iletişim medyalarının yaygınlaşması, bu sorunu çözecekmiş gibi sunulmaktadır. Yani, araç ile içerik karıştırılmaktadır: Araca sahiplik bilgi, enformasyon, gelişme getirmez; aracın içeriğinin ve kullanımın karakteri enformasyonu, bilgiyi veya gelişmeyi getirir (veya getirmez). ○ Medya etiği ve ilkeleri de medya pratiklerini meşrulaştırma mekanizması olarak kullanılmaktadır.
Emperyalizmin klasik sıcak ve soğuk savaşı devam
ederken; kapitalistlerin mülkiyetine zarar
getirmeyecek ve onlara “büyük sermayeye mal
olmayacak” “yeni savaş” denemelerinin sıcak
savaş ötesinde uygulandığı kuşkuları da giderek
artmaktadır. Bu yeni savaş, psikolojik-savaşın
bir uzantısı olan, muhtemelen ileride sıcak
savaşın yerini alacak olan “biyolojik savaştır”.
Biyolojik savaşta, virus gibi mikro-organizmalar
savaşı ve bunlara karşı korunma mücadeleleri
olacaktır. Klasik kontrol mekanizmalarında biri olan CİA, MI-5, RAW ve MOSSAD ile medya ve profesyonelleri arasındaki ilişki devam etmektedir. Örneğin, CİA CNN’de, MI-5 Reuters ve BBC’de, RAW ZEE’de, MOSSAD Robert Maxwell’in medya zincirinde bağlara sahiptir.[1] Kültür EmperyalizmiKültür emperyalizmi yaklaşımı, medya emperyalizmi gibi, Marksist ve Neo-marksist bağımlılık ve emperyalizm görüşlerine dayanır. Kitle iletişimi, bu tür yaklaşımlar başlangıçlarda, ekonomik emperyalizm ile yeterli bağ kurmamışlardır; fakat sonradan bu bağ kurulmuş, böylece kültürel emperyalizm bağımsız olarak ayrı bir yerde durma yerine, ekonomik emperyalizmle bütünleşik olarak ele alınmaya başlanmıştır. Uluslararası kültürel ilişkilerde, kültürel kontak, kültürel alışveriş ve karşılıklı bağımlılık tezlerine alternatif olan ve kapitalizmin uluslararası faaliyetlerinin kültürel yanını irdeleyen kültürel emperyalizm tezi 1960’larda önem kazandı;[2] Amerikalı Herbert Schiller, Kanadalı Dallas Smythe ve Belçikalı Armand Mattelart gibi akademisyenler, Yeni Dünya Enformasyon ve İletişim Düzeni Hareketi’ni benimseyen UNESCO ve UNESCO’yla çalışan Latin Amerikalı, Amerikalı ve Avrupalı akademisyenler tarafından yaygınlaştırıldı. Örneğin Nordenstreng, Varis ve Galtung’un yaptığı “enformasyon akışı” incelemeleri UNESCO’da karar verileri olarak ele alındı. Schiller ve Mattelart, gerçi UNESCO’nun girişimine şüpheyle baktılar; fakat yazıları UNESCO hareketine önemli etkiler yaptı. 1970’lerin sonunda özellikle Latin Amerika’da yaygın olan Neo-Marksist bağımlılık kuramına bağlı olarak gelişen kültürel emperyalizm tezi, bağımlılık kuramında olduğu gibi ciddi değişimlere uğramak zorunda kaldı (Erdoğan, 1997, 1999, 2002). Mattelart (1979:57) kültürel egemenliğin içsel (ulusal) faktörlerine de ağırlık verilmesi gerekliliği savını getirdi. Yani kültürel emperyalizm, Schiller’in tanımında olduğu gibi (1976), yerel (ulusal) işbirlikçilerin oynadığı önemli rolle gerçekleşmektedir. Mattelart, ayrıca Amerika’nın yanında Fransa gibi ikincil emperyalist güçlerin de emperyalizmde ele alınması gereğini savundu. Mattelart “alıcıların” pasifliğini soruşturarak, Frankfurt Okulu’nun kitle kültürünün “silip süpürücü” uluslararası etkisi görüşünü eleştirdi. 1980’lerde kültürel emperyalizme karşı olan eleştiriler arttı. Örneğin Fejes (1981) ve benzerleri, Mattelart’ın yukarda belirttiği noktalar üzerinde etraflı yorumlarda bulundular. Kültür emperyalizmi tezi, özellikle Amerikan kapitalizminin ekonomik yayılması, büyük miktarda yapılan Amerikan kitle kültürü ve medya ürünlerinin ve teknolojisinin transferinin anlamı ve ilişkilerine ağırlık verdi. Analiz daha çok, kültürelci değil, Marksist siyasal ekonomi eksenliydi. “Kültürel emperyalizm” literatüründe, birbirinden çok ciddi farkları olmayan “kültürel bağımlılık, kültürel egemenlik, medya emperyalizmi, yapısal emperyalizm, elektronik sömürgecilik (McPhail,1987), iletişim emperyalizmi (Lee,1988), ideolojik emperyalizm gibi başlıkların ve kavramların kullanıldığını görürüz. Kültür emperyalizmi anlayışına göre: ○ Uluslararası ilişkilerde, transfer edilen teknolojik araç ve ürünlerin doğal olarak ekonomik ve kültürel sonuçları olacaktır. ○ Teknolojik araçların transferi demek, örgüt yapılarının, profesyonel iş kültürünün, değerlerin ve ideolojilerin transferi demektir. ○ Bu transfer, uluslararası ve ulusal sermayenin birbiriyle ve devlet kurumlarıyla (özellikle hükümet ve orduyla) olan ilişkileri sonucu gerçekleşir. ○ Transferle oluşan üretimle, ürün içeriğini doldurma ve dolaşıma sokma sonucunda, küresel ve yerel endüstriyel yapıların çıkarına uygun, siyasal, ekonomik ve bilinç yapıları oluşturulur ve desteklenir. ○ Bu oluşturma ve desteklenmeyle getirilen egemenlik koşulunda, yerel kültürler pratiklerin ve kültürlerin bir kısmı yok edilir, bir kısmı dönüştürülerek kullanılır ve bir kısmı da değersizleştirilerek marjinal hale getirilir. Buna kültürel emperyalizm denir. Dikkat edilirse, bir merkezden ürünlerin üretilmesi ve dolaşıma sokulması, sadece ekonomik emperyalizm bağlamında önemlidir. Kültürel emperyalizm bağlamında, üretim tarzı ve ilişkilerinin ve bu ilişkilerin profesyonel ideolojileriyle yapılan işin karakteri nedeniyle, bir merkez veya çok merkez olması veya yerelde üretilmesi ciddi ideolojik/kültürel farklılıklar ortaya çıkarmaz; tam aksine, yerelde yapılan, muhtemelen daha etkili olacaktır. Örneğin, Madison Avenue’de yapılmış ve dünyaya yayılmış bir reklam, ramazanda “iftarda soğuk bir kola iyi gider” diye yerelle bütünleşmiş bir reklamdan daha etkili olamaz. Dolayısıyla sorun, diğer ülkelerin ürün üretip üretememesi değil, üretilen ürünün içeriğinin ideolojik/kültürel doğasıdır: Sorun hem “sahibinin sesini” nasıl ürettiğidir, hem de kendi sesi kaldıysa veya kendi sesini beğeniyorsa veya kendini “değerli ötekinden” geçerek tanımlamıyorsa veya, satması ve tüketmesi için “yerli yoğurdu” dağıtan ona 4 liraya ve “yabancı yoğurdu” dağıtan 3 liraya, pazarlamıyorsa, “kendinin sesini” nasıl ürettiğidir. Yani, izleyicinin/insanın “nerede durduğunu” belirleyen, tüccar ise, materyal çıkarı ve tüketicilerin egemen yönelimleridir (3 liraya verilen “yabancı isimli” yoğurt dururken, 4 liraya verileni niye satsın ki); tüketiciyse, kaliteli-ucuz olandır ve ideolojik bağın gücüdür. “Orada her şey pahalı, kazıklanıyorsun” gerçeğine karşı verilen “olsun, o Müslüman” yanıtı, kültür ve ideolojinin iki reklamla iki günde oluşmadığını ve önemli içselleştirmeler yapılması ve özdeşlikler kurulması ve değerle/inançla ilgili atıfların yapılması gerektiğini gösterir. Araya giren faktörler, kültürel emperyalizm tezinin varlığını veya yokluğunu hecelemez; egemenliğin ve mücadelenin koşulunu heceler. “Etki” olarak tanımlanan “kültürel emperyalizmin göstergeleri, anketlerle insanlara sorulan sorularla bulunmaz; insanların gündelik yaşamlarında kendilerini nasıl gerçekleştirdiklerinde (neleri nasıl yaptıklarında) bulunur. Aktif olarak kendi yaşamını yeniden üreten aktif-izleyici/birey, bunu ancak kendini içinde bulduğu koşullarda üretir.[3] Eğer bu koşulları üretmede, bireyin üretim ve dolaşıma sokma olanakları eilnden alınmışsa ve serbest-köle durumuna düşürülmüşse, neyi, nerede nasıl üreteceği ve dağıtacağına (mal ve hizmetlerin, maddi ve düşünsel kültürün üretimine) sadece çalışan, işçi, emekçi veya uygulayıcı olarak katılıyorsa, onun aktifliği bu katılımın şartlarını belirleyenlerin amaçları ve sonuçları çerçevesi içinde olacaktır. Dolayısıyla ya aktif olarak “katılacaktır” ya da çeşitli karşıtlıklar sergileyerek, direnerek, mücadele vererek katılacaktır. Tarkan’ı tercih ile diğer bir pop-yıldızını tercih, “aktif olarak” ticarileşmiş müzik endüstrisinin materyal ve düşünsel/ideolojik çıkarına katılmadır; önceden belirlenmiş tercih çokluğu içinde özgürce yapılan bu tercih, bireysel katılmadan geçerek kültür sömürüsüne, emperyalizmine katılmaktır. Che Guevera’nın resmi olan bir t-shirt giyersen ne olur? Düşünsel olarak modacı bir karşıtlığı ifade ederken, kapitalist sömürüyü yeniden-üretmiş olursun. Che artık bir devrimci değildir; ticari çıkarları gerçekleştiren bir araca, bir emtiaya dönüştürülmüştür. Kültürel ürünlerin üretim ve dolaşıma sokma süreçleri sırasında, kaçınılmaz olarak bu transfere, işleyişe, iş yapış biçimine, politikalara karşı, direnişler ve mücadeleler ortaya çıkar. Bu direnişlerin bir kısmı toplumun ve dünyanın tarihsel gelişiminin Amerikan biçimi kapitalist tarz tarafından yeniden biçimlendirilmesine karşı direnişler olarak biçimlenir. Bir kısmı, kapitalizmin zorda-kaldığında kullandığı uzantısı olarak biçimlendirilir. Bu uzantının yoğun kullanılanları 1980’lere kadar “milliyetçilik” adı altında getirilen ırkçılık ve tutuculuktur. 1980’lerde egemen olmaya başlayan ve devlet, millet, ulus ve milliyetçilik gibi kavramların artık çağ dışı olduğunu ve “eski modernleşme çağına” ait olduğunu ileri süren neo-liberal küresel pazar politikaları ve ideolojileri egemen oldu; zaten eskiden beri sahnede olan, fakat modernleşme anlayışı içinde “gerici” olarak nitelenip bastırılan teoloji, sahnede ön plana çıkarılmaya başlandı: En güvenilir ve sürdürülebilir sömürü, bol tüketen ve Tanrısına verdiği nimetler için şükrederek her koşulu kabullenen ve her koşula boyunsunan inançlı tüketiciyle gerçekleşebilir. 1980’lerde, ırkçı-milliyetçilik yanına ve kısa zaman sonra yerine, kontrollü alternatif olarak biçimlendirilen ve örneğin “ılımlı İslam” gibi adlarla sunulan “tarikatçılık” yerleştirildi. Bu yerleştirme, küresel pazarı destekleyen liberal-demokratik-çoğulcular ve aynı-pazarı demokratikleşme olarak sunan post-modern solcular tarafından desteklendi. Birdenbire, Türkiye gibi ülkelerde, güç merkezinde olanlarla, güç merkezine kayan tarikatçı teolojik güç arasında yoğun bir mücadele başladı ve devam etmektedir. Her ne olursa olsun, kapitalizm, bir zamanlar siyaset sahnesinden attığı ve siyasal alanda hükümet olmasına, parlamenter süreçlerden geçerek izin vermediği teolojik gücün, teolojik söylemlerle sömürü yaparak kapitalizme bütünleşmiş olanlarını siyaset sahnesinde kullanmaya başladı. Dolayısıyla, tarikatçı teolojinin kültür emperyalizmine karşı mücadelesi, örneğin, aynı kapitalist pazardaki teolojik sermayenin türbanını giyerken, altına uluslararası sermayenin Levi’s’ını giymesi, Fransız parfümü kullanması ve Amerikan kozmetik endüstrilerinin mallarını tüketmesi biçiminde olmaktadır. Yani, artık hiç kimse “gavur icadı hoparlör kullanarak ezan okunur mu?” gibi bir düşünceyi aklından bile geçirmemektedir. Kültürel emperyalizme karşı mücadele, aynı zamanda, böl ve yönet politikalarının yeni biçimleriyle de kontrol altına alınmaktadır. Bunların en başında, post-yapısalcılık ve postmodernizm gibi post ön ekleriyle gelen düşüncelerle desteklenen mikro-mücadelelerdir: kadının feminist olarak erkek egemenliğine karşı mücadelesi, eşcinsellerin seksist bir dünyaya karşı mücadelesi, etnik grupların kendi kimliklerini korumaları mücadelesi gibi oldukça zengin türler ve onların düşünsel ürünleri yoğun bir şekilde dünyada dolaşıma sokulmakta ve teşvik edilmektedir. Her olası mikro-birimler arası ayrıştırma, bölme ve birbirine düşürme teşvik edilirken, Marksizm, her mikro-grubun eleştirdiği ve saldırdığı “kendini tatmin etme” tahtalarından biri olmaktadır. Kendine-düşman bir sınıf yaratma ve yaratılmış olanı sürdürme de yoğun bir şekilde devam etmektedir. Kültür emperyalizmi, medya emperyalizmi içinde, kitle iletişimi ürünlerinin içeriğinin karakteri olarak ve bu yolla gerçekleştirilen kültürel ilişki ve bu ilişkiyle kurulan egemenlik olarak ele alınabilir. Kültür
emperyalizmi, medya emperyalizmi dışında
düşünüldüğünde, kitle iletişim araçlarının
katıldığı, diğer tüm insan ilişkilerini de
kapsar. Moda, yiyecek, giyecek, içecek, eğitim
sistemi gibi yaşamın üretilmesindeki her örgütlü
faaliyeti içerir ve o faaliyetlerle gelir,
yeniden-üretilir (veya yeniden-üretimine karşı
mücadele verilir). SCHILLER: Kültür Emperyalizmi ve Global EkonomiBatı’nın diğer teknolojik ürünleriyle birlikte kitle iletişim araçları, yapıları ve ürünlerinin (iletişim sistemlerinin) az gelişmiş ülkelere sunulmasını, “kültürel alışveriş” gibi çerçeveler dışında ve uluslararası ekonomik ve siyasal bağlam içinde sistemli olarak ilk ele alan Mass Communications and American Empire (1969) yapıtıyla Herbert I. Schiller olmuştur. Schiller’in belirttiği gibi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerikan iletişim ve enformasyon politikası Amerikan sosyo-ekonomik sistemini ideolojik ve coğrafik bakımdan yaymaya çalışan saldırgan ve güçlü endüstriyel-elektronik işbirliğinin genişleyip yayılmasına yardım etmiştir. Schiller’e göre (1988:14) kalkınma ve iletişim yaklaşımları bu iletişim politikalarını uygulamak için kuramsal gerekçe sunmuşlardır. Schiller iletişimin küresel siyasal, ekonomik ve kültürel bağlamlar içinde zararsız ve yansız bir güç olduğu nosyonunu reddeder. Amerikan kültürel incelemelerinin statükoya hizmet ettiğini belirtir. Onun yerine, Amerikan politika plancılarının Amerikan imparatorluğunun genişlemesi ve yayılmasına hizmet etmek için uluslararası iletişim sistemlerinin gelişmesini teşvik ettiklerini belirtir. Schiller 1969’daki yapıtından sonra ölünceye kadar otuz yıl boyunca incelemeleriyle, medyadaki konuşmalarıyla ve uluslararası alandaki faaliyetleriyle kültür emperyalizmi tezini ve ardından iletişimin siyasal ekonomisi tezlerinin gelişmesi ve kullanılmasına önderlik etti. Schiller siyasal, ekonomik ve askeri yapılar, uluslararası şirketler, kitle iletişimini hem üretim biçimi ve ilişkileri hem de kültürel ve ideolojik bağlamlarda ele alıp inceledi. Amerika’yı devlet (Pentagon ve Washington) ile özel teşebbüsün el ele sömürdükleri ve bunun Amerikan ordusunun güvencesi ve desteği altındaki uluslararası şirketler yoluyla bütün dünyaya uzatılmasını araştırdı. Bu araştırmalarında Batı’nın az gelişmiş ülkelerle olan ilişkisini, iletişim bağlamında “kültürel emperyalizm” olarak niteledi. Schiller’in kültürel emperyalizm anlayışı bağımlılık kuramının ötesine giderek, sorunu sadece emperyalist güçlerin pervasız ve tek taraflı baskıcı ve yayılmacı girişlerine indirgememiştir. Schiller’e göre (1976:9) kültürel emperyalizm şu süreçlerin toplamı olarak tanımlanabilir: (a) Toplumun modern dünya sistemine getirilmesi süreci; (b) ülkelerin egemen tabakalarının cazibeyle, zorla ve bazen rüşvetle, kendi ülkelerinin sosyal kurumlarını egemen sisteme uygun bir şekilde biçimlendirmesi ve hatta (c) sistemin egemen merkezinin değerlerini ve yapılarını teşvik etmesi. Bu tanımlamadan da görüleceği gibi kültürel emperyalizmde zorlama, baskı, istekle katılma, katılmaya teşvik ve gönüllü işbirliği gibi öğeler var. Günümüzde kültürel emperyalizm, ulus içindeki siyasal, kültürel ve ekonomik güçlerin uluslar arası güçlerle yoğun çıkar işbirliğiyle yürütülmektedir. Kültürel (ve ekonomik) emperyalizm egemen kültürün karakterlerine az gelişmişin kendini uyarlaması ve özdeştirmesi biçimindedir. Hamelink’in belirttiği gibi (1983:6-7) Batı’daki belli bir kültürel gelişme “alan ülkelere” ikna edici bir şekilde iletilir. Kültürel ürünler trafiği bu şekilde tek yönlü olarak akar. Böylece Batı, özellikle Amerika serbest ticaret, ifade özgürlüğü, yatırım özgürlüğü gibi özgürlüklerle paketlenmiş bir model sunar, alıcılar bu modele kendilerini ayarlarlar/uyarlarlar. Eğer bunu yapmazsa, yaptırılırlar. Schiller’in kullandığı anlamda, kültürel emperyalizm tezine göre iletişimde kültürel emperyalizm, genel emperyalist sistemin bir alt setidir. Kendi başına özgür bir karaktere sahip değildir. Kültürel ve ekonomik alanlar birbirinden ayırt edilemeyecek şekilde beraberdir. Gelişmiş şirket ekonomisinde iletişim endüstriyel finans sektörlerinin ekonomik amaçlarını destekler (örneğin, tüketici toplumun yaratılması ve geliştirilmesi gibi). Kültürel üretim, otomobil üretiminden aşağı kalmayacak kadar, kendi siyasal ekonomisine sahiptir. Sonuçta, kültürel çıktı (ürün) olarak nitelenen her şey aynı zamanda ideolojiktir ve sistemin çıkarına hizmettir (Schiller,1991). Schiller’in “cultural domination” tezi ve analizi diğer ülkelerin, özellikle Güney Amerika’nın aydınlarını etkilemiştir. Sadece sorunları belirleme değil aynı zamanda çözümler üzerinde çalışmaların yoğunlaşmasına önderlik etmiştir. Bu tür kuram ve araştırmacılar arasında Dorfman, Mattelart, Varis, Hamelink, Garnham, Smythe, Mosco, Beltran, Dan Schiller ve (siyasal ekonomik analizi post-modern kültürellikle birleştirse de) Harvey vardır. Schiller’in 30 yıl boyu yoğun çalışmalarında, iletişimdeki emperyalizm konusunu incelerken uğradığı değişim, daha çok üretim biçimine ve bu biçimin yarattığı emperyalist dünya ekonomik ve iletişim düzenini anlama ve yorumlama tarzına doğru olmuştur. Schiller emperyalizm ötesine geçildiği fikrini eleştirerek, Körfez Savaşı’nın emperyalizmin var oluşunun en belirgin örneklerinden biri olduğunu belirtir. Amerika’nın uluslararası iletişim ve kültürel pazarlardaki egemenliğinin, 1990’larda artık, Amerika’nın hala lider olduğu fakat Avrupa ve Asya’dan katılan oyuncuların oynadığı, “çokuluslu şirketlerin kültürel egemenliği” olarak daha iyi anlaşılabileceğini belirtir. Schiller'e göre (1991) bazı kişiler tarihin bittiğine inanabilir; bazıları devrim çağının son bulduğu ve sosyal (sınıf) çatışmasının eskidiği ve modasının geçtiği üzerinde ısrar edebilir. Fakat en azından, günlük gazete başlıkları bu iddiadan farklı hikayeler anlatırlar (fakat açıklama yapmazlar). Açıkça görünen, bütün dünyada halklar, liderleri yapmasa bile, içinde yaşadıkları koşulları protesto etmektedirler. Halkın ve kaynakların sömürücü denetimi sistemi olarak anlaşılan emperyalizm hala canlı ve sıhhattedir. Aynı zamanda, emperyalizme muhalefet ve direniş bugün 19. yüzyılın sonundakinden çok daha şiddetlidir. Bugün 125 ülkenin varoluşu birçok egemenlik (dominasyon) ilişkilerinin kırıldığını ifade eder. Fakat güçlü denetim araçları yoluyla, Asya ve Güney Amerika ülkelerinin çoğu ekonomik, finans ve hatta askeri egemenlik deneyine devam etmektedir. Ortadoğu’daki son durum, örneğin 400 bin askerin gönderilmesi, çağdaş emperyalist stratejinin bir diğer yönüdür: Sovyetler’in çözülmesi ve Batı’ya entegre olmasından beri, milletlerarası örgütler (Birleşmiş milletler gibi) emperyalist amaçlar yönünde kolayca harekete geçirilmektedir. Dünya nüfusunun önemli bir kısmı güç yaşam koşulları altında yaşamaktadır. Bu kötü koşulları değiştirme çabaları “milli” seçkinleri veya “milli burjuvazinin” üstünlüğünü koruyan düzeni ayakta tutmak için daima yabancı müdahale ile karşılaşır. Son yıllarda Vietnam, Şili, Guatamela, El Salvador, Dominican Republic, Nicaragua, Kuba, Panama, Angola, Mozambik, Zaire, Afganistan, Irak ve benzeri ülkeler Amerika’nın ekonomik, askeri ve ideolojik müdahale gücünü çeşitli derecede hissettiler. 2010’lar İran ve Latin Amerika’ya müdahelerle devam edecek. Amerika’nın güdümünde, İsrail’in yerini alacak güçlü bir Kürt devleti yaratılma planları gerçekleştirilmeye çalışılacak. Amaç ekonomik ve stratejik bakımdan değerli bölgelerin denetimini elde tutmaktır. Emperyalizm küresel seviyede emeğin ve doğal kaynakların kontrolü işinde her tür yolu denemektedir. Aynı zamanda, emperyalizme karşıtlık ve direniş de giderek yoğunlaşmaktadır. Schiller de Mattelart, Smythe ve Garnham gibi çok uluslu firmaların denetimi, enformasyonun mallaştırılması, devletin firmaların çıkarı yolunda kullanılması, kültür ve egemenlik üzerine eğilmiştir. 1970’ler ve 80’lerde ‘kültürel emperyalizm” yaklaşımı UNESCO’da egemen oldu ve ciddi tartışmaların ve çekişmelerin ortaya çıkmasına neden oldu. Durum ağırlaştı; önce Amerika ve ardından da İngiltere UNESCO’dan çekildi; UNESCO’YA olan borçlarını vermediler ve finans desteğini çektiler. Yine de, UNESCO 1989’a kadar tek yönlü enformasyon/iletişim akışına karşı ve dengeli bir dünya iletişim düzeninin kurulması yönünde yoğun bir şekilde çalıştı. Başarıların sınırlı kalmasının en başta geleni elbette “ulusal iletişim politikalarını” biçimlendiren, denetleyen ve uygulayanların zaten var olan duruma neden olan güç yapısının kendisi veya ortağı olmasıdır. Schiller “aslında hiçbir tek varlık veya kişi gerçekte güce sahip değildir; güç toplumda birçok alt gruplar tarafından bölüşülür” görüşüyle gelen çoğulcu kültürel incelemeler yöneliminin yeni bir şey olmadığını, önceki modellere geri atılma olduğunu belirtir. “Aktif izleyici” kuramı ve ilgili “direniş” tartışması, şimdi egemen olan kültürel kuramın parçası olarak, soyut kültürel ürünleri veya pembe dizi gibi belli bir türü inceler. Aslında, biz tek tek değil “toplam kültürel paket” ile ilgileniyoruz. Sıradan bir Amerikalı her gün McDonalds’ın altın kemerinden, O.J. Simpson duruşması gibi sayısız kitle kültürü biçimleriyle yüz yüzedir. Schiller
örneğin Fiske ve benzerlerinin kültürel
incelemelerinde sundukları “direniş” fikrini
eleştirmiştir: “Anlamlı direniş” belli bir
televizyon programına izleyicilerin
reaksiyonunda değil, artan sosyal eşitsizlik
konularının analizini yapan somut kültürel
mücadelelerde bulunmalıdır veya aranmalıdır.
Eğer genel egemenlik sisteminin üstesinden
gelinmek isteniyorsa, kültürel emperyalizmin
varlığının kabulü ve ona karşı mücadele her
zamankinden daha çok gereklidir.[4] MATTELART: Çokuluslu Şirketler ve EmperyalizmMattelart uluslararası şirketlerin ve uluslararası teknolojik politikalarını, emperyalizmin kültür, eğitim ve boş zaman faaliyetleri üzerindeki etkilerini, kültür politikalarını vb. birçok ilgili konuları ele almıştır. Mattelart 1970’ler ve 80’lerin başlarında iletişimi “devrimci praksis” bağlamında açıklamaya çalışmıştır. Şili toplumunda Allende yönetimi sırasında Allende’yi devirmeye çalışan “baskıcı güçlerin” ideolojik stratejilerini incelemesi bu tür bir yaklaşımı anlatır. Mattelart ideolojiyi devrimci mücadele için meşru bir alan olarak gördü. Şili solunun ideolojik mücadeleye gereğince önem vermediğini belirtti. Buna neden olarak da materyal tabanın dönüştürülmesine öncelik veren “kaba” Marksizm olduğunu ileri sürdü (Mattelart, 1980). Mattelart burjuvazi tarafından kitle iletişiminden geçerek yaptığı ideolojik saldırıya karşı stratejiler sundu. Bu stratejileri Lenin, Mao, Gramsci, Althusser ve Barthes gibi kuramcılardan faydalanarak kurdu. Mattelart'ın üzerinde durduğu konuları şu şekilde özetleyebiliriz: ○ Kültürel üretimde ve çokuluslu şirketlerin egemenliği altındaki dünya kültür pazarında ekonomik ve tekniksel saptayıcıların önemi; ○ Ulusal ve uluslararası düzeylerde direnişin ve sınıf mücadelesinin karmaşıklığı ve önemi; ○ Kültürel ifadelerin (örneğin tv programları, uydu ile iletişimin) ideolojik-siyasal önemi ve bunların denetim mekanizmaları olarak artan bir şekilde kullanılmaları; ○ Sembolsel ve hayal gücüne dayanan ürünlerin ideoloji ve ekonomi içine çökertilemeyeceğini; ○ Ekonomik yapılar tarafından denetlenen merkezileşmenin (=birbirinden bağımsız çeşitli firmaların çeşitli alanlarda iş yapmaları yerine, çeşitli işlerin tek bir dev firmanın idaresi tarafından yapılması) ve bir alanda toplanmadan çıkışın (=tek bir alanda üretim yerine çok alanlarda bir firmanın iş yapması), yerellik ve küreselliğinin önemi; ○ Kuzey (=gelişmiş kapitalist ülkeler) ve Güney (=az gelişmiş ülkeler) arasındaki ilişkilerin önemi. Mattelart’a göre (1979) emperyalizmin toplumun farklı sektörlerini yeknesak bir biçimde işgal ettiği fikri ortadan kaldırılmalıdır. Pasif veya aktif direniş gösteren alanlar vardır. Burada Mattelart Frankfurt Okulu gibi emperyalist kültürel işgalin her yerde her zaman, direnilemez bir şekilde kitle kültürünün güdümlü kitlelerini yarattığı fikri gibi, mücadeleye yer vermeyen, mücadele için alan bırakmayan toplam etki yaklaşımlarını eleştirmektedir. Eleştirdiği çoğulcu liberal okul değil, radikal okulun belli yaklaşım tarzlarıdır. Mattelart (a) kültürel anti-Amerikancılığı (Fransızların genel tutumu), (b) konuyu Kuzeyin kötü ve Güneyin iyi olduğuna indirgeyen basit Üçüncü Dünyacılığı, (c) devletin rolüne haddinden fazla ağırlık vermeyi, (d) ekonomik ve siyasal saptayıcılık ve kötümserliği ve (e) kamu hizmeti yayınlarında statükonun savunulmasını reddeder. Türkiye’de olduğu gibi iletişimin kamu sektöründen özel sektörün eline verilmesi, sosyal sorumluluktan yoksun karlılık ve verimlilik egemenliği altında sömürücü özelleştirme entrikaları yaratır. Bunun sonucu kapalı bir sistem değildir; çünkü çok uluslu firmalar rekabet ve tüketim çıkarı yolunda toplumu yarıp parçalarlar. Sistemdeki bu parçalanma kendine dayanma, bir alanda toplanmama ve yerelciliğin olmasına izin verir. Devlet ya çokuluslu şirketlerin ve ortaklarının işini kolaylaştırır ya da yerel cemaatlerin çıkarı yönünde gerçek bir idari yerinden yönetim getirir. Mattelart'a göre 1980’lerde ve 90’larda çağdaş iletişimde görünen olgu deregülasyon ve bunun uluslararası hale gelmesidir.[5] Mattelart (1992) “Rethinking Media Theory” yapıtında, liberal çoğulcu aydınların (örneğin Fiske ve Grossberg) izleyicinin karakteriyle ilgili görüşlerine paralel izleyici öznelliği yorumları getirmektedir. Mattelart, 1970’lerin sonunda, Frankfurt Okulu’nun mesaj alıcısına yeterli dikkati vermediğini belirtmiştir. Bu eleştirisinde Mattelart izleyiciye aktif bir rol verir: İzleyiciler yönetici/egemen bir sınıf ve kültürünün şifreleşerek gönderilen mesajlarını her durumda zorunlu olarak kabul etmez. izleyiciler kendi anlamlarını iletebilirler. Benzer şekilde 1994’te “izleyici alışının” kaba saptayıcılığını (izleyicinin aktif olduğunu) eleştiren ve detaya inen çalışmalara yönelimi övmüştür. Fakat bu öznelliğe eğilirken yapının varlığını reddetme riskinin büyük olduğunu belirtir. Yapının saptayıcılığı reddedilse bile, tüm sosyal belirlemelerde tüketicinin veya izleyicinin özerk olduğunu tasdik etmeye neden yoktur. Mattelart (1994) “Dünya alanı” ve onun “eşitsiz mantığı” olarak çağırdığı büyük güçlerin varlığının reddedilmesini eleştirmiştir. Mattelart 1990’ların deregülasyon, özelleştirme, global ekonomi, Kuzey-Güney ilişkileri, devlet ve sivil toplum konularına eleştirel bir yaklaşımla incelemeye devam etmektedir. Mattelart sonradan sınıf analizini bıraktı ve kültürel emperyalist kuramından vazgeçti; ulusal ve uluslararası elitler arasındaki çatışma, egemen\ana ulusal elitlerin çıkarları, sermaye\yatırımcılar arasındaki rekabet, temel üretim personelin gündem ve faaliyetleri, devletin müdahalesinin etkisi, özellikle politika yapıcı olarak, altyapının destekleyicisi ve reklamcı olarak etkileri üzerinde durmaya başladı (Mattelart & Mattelart, 1990; 1992; 1994). Mattelart konuyu bir çeşit asimetrik karşılıklı bağımlılığa değiştirdi. Bu analiz, Fransız kültürü ve Amerikan kültür ürünleri ve sermayesinin çatışmasında doğru olabilir, çünkü Amerika-Fransa (ve Avrupa) ilişkisinde Avrupa kapitalistleri ve devletleri tarafından güçlü direniş olanağı ve olasılığı vardır. Ayrıca Avrupa kapitalistleri devletlerinin yardımıyla Avrupa Konseyi ve topluluğu içinde kendi aralarında "direnme bloğu" kurarak Amerika ve Japonya ile rekabete girişebilirler. Brezilya’nın Globo'su, Meksika’nın Telenovelaları, Avrupa ülkelerindeki direnişler elbette incelenmesi gereken oluşumlardır. Elbette ulus içi sermaye yapısı, siyasal yapı, iletişim örgütlerinin gelişme tarihi ve değişmeleri önemlidir. Aynı zamanda bu içteki yapının yapılaşmasında dış sermayenin, dış teknolojik, siyasal ve kültürel yapıların aldığı yeri asla gözden çıkaramayız. Örneğin, 2000’lerde televizyon dizilerinin yerli yapım olması, bağımsızlığı veya kültürel emperyalizm olmadığını göstermez; tam tersine, medya profesyonellerinin bilişleri ve pratikleriyle küresel pazarın ideolojik ve maddi çıkarlarına bütünleştiğini anlatır; çünkü bu yerli yapımlar, biçim ve içerikleri dahil her şeyleriyle “yerelleştirilmiş taklitlerdir”: Küreselleşmiş sahiplerin yerel sesleri. Bu sesler, şimdi, Asya’daki Türk halklarına da yayılmaktadır.
[1] Ayrıntılı bilgi için “Google aramada, örneğin CİA CNN connection” “Mossad maxwell connection” gibi kavramlar yazın, çok sonuç bulursunuz. Ayrıca bkz: http://www.defencejournal.com/2000/june/imperialism.htm [2] Ayrıntılı bilgi için bkz: Roach, 1997 ve Erdoğan, 2000. [3] Aktif izleyici teziyle gelenlere ve “insanlar pasif olarak ele alınıyor” diye eleştirenlere H. İ. Schiller’in yanıtı için, bkz: Schiller, 1989. [4] Schiller’in ve kültürel emperyalizm tezini basit bularak eleştiren, Fiske’yi şimdi anlamlı bulan ve eskiden yazdıklarının önemli bir kısmını anlamsız bulan David Morley’in makalesine (2006), İngilizlerdeki ilginç/üzücü dönüşüme örnek olarak bakabilirsiniz. [5] Deregülasyon: Kitle iletişimi pratiklerinin denetiminin yasalar yoluyla yapılmasına son verme; kitle iletişiminin kamu gücü denetiminden çıkması |