NÜFUS ARTIŞI VE SÜRDÜRÜLEBİLİR KALKINMA İLİŞKİSİNİN EGEMEN İDEOLOJİNİN ÖTESİNDEKİ ANLAMLARI

    İrfan erdogan

       Bu incelemede nüfus artışının sürdürülebilir kalkınma ve çevre konusu çerçevesi içindeki çeşitli sunumlarını ve anlamlarını deşmeye çalışacağız. Sosyal ve ekonomik sorunlarla ilgili konferanslar, makaleler, tartışmalar, kitaplar ve okullardaki derslerde 'nüfus artışı" bazen tek, bazen en önde gelen neden olarak sunulur. Ardından da çozum yolu olarak nüfus planlaması önerileri gelir. Nüfus artışı genellikle çözüme ulaşma çabalarının ele aldığı bir faktör değil,  suçlu arama, suçlu bulma ve "elimizden birşey gelmiyor, kontrol edilemiyor" gibi bahanelerle, nüfusu neden olarak gösterilen faaliyetlere devam etmek icin kullanılır. Bu klasik stratejiye elitist kapitalist düşünü tarzinin yansitıcısi Ekonomist'in 1994'deki bir yazısını örnek vererek başlayalım: Economist (1994)  "Apocalypse soon" başlıği altında, Sürdürülebilir Kalkınmanın (SK) Soğuk Savaşın son bulmasından beri dünyaya en büyük tehlikenin nüfus artışı olduğunü belirtmekte ve nüfus artışının stabilize edilmesinin acilliğini savunmaktadır.(Bunu yazarken, ayni zamanda, Amerika'da doğum kontrolu ve çocuk düşürmeye karşı tepkiler, doktor öldürecek kadar ileriye gitmiş durumdadır.) Ekonomistin yansıttığı fikir, ozellikle 1960'lardan beri, dünya kapitalizminin kalkınma programlarına modernleşmenin bir özelligi olarak az gelişmiş (daha doğrusu geri bırakılmış) ülkelere transfer ettiği bir ideolojidir. bu ideolojide nüfus artışı insanlığın geleceğini tehlikeye sokan en büyük düşman olarak sunulmaktadır. Bu düşman nüfus artışı "kim"?  Dünyanın fukara kitleleri. 19'uncu yüzyıldan beri kitlelerin başkaldırısı kabuslarıyla yaşayan bir ekonomik ve siyasal sistem, kitlelerin hacminin artışını büyük korkuyla izlemiş ve durdurma yolları aramış, uygulamış, başarısızlıklara uğramış, ve 1990'lardaki sürdürülebilir kalkınma anlayışı içine nüfusu (yani fukara kitleleri) en büyük düşman olarak sokarak hem kendini çevre ve insan peyzajının talanı sorunlarından sorumsuz kılmış hem de kendi politikasının devamı için klasik-nedeni araç olarak kullanmıştır.  Nüfus bu amaçla sık sık kullanılır. örneğin, nüfus artışı, çevre bozulmasının, açlığın, sefaletin nedeni olarak gösterilir: Afrika'da nüfus artıyor, millet açlıktan ölüyor. Durdurmak gerekir. nasıl?   Örneğin, Amerika'da hala, bir zamanlar açıkça ve şimdi de gizlice yaptıkları gibi, hastanelere fukara kadınların herhangi bir nedenle geldiklerinde, özellikle doğum için geldiklerinde, bakim şartı olarak kısırlaştırmayı koyma tartışılmaktadır (Erdogan, 1994).

      Sürdürülebilir kalkınma, çevre korunması metodları ve teknolojisinin uluslararası karakteri beraberinde belli tedbirler ve sorumluluklar çerçevesini de getirir. Bu sorumluluklar ve tedbirlerin en önünde hemen herkesin sorgusuz kabul ettigi nüfus artışi ve nüfus planlaması vardır.  Nufus planlaması ideolojisinin iddiasının aksine, nüfus artışı çevre bozulmalarına katkıda bulunabilir fakat bozulmaların nedeni degildir. Ayrıca, nüfus planlaması da çevre bozulmalarına çare degildir. Nüfus artışini neden olarak gösteren ideolojinin temelinde, bilinçli veya bilinçsiz olarak, çin gibi ülkelerde sahip olunan teknolojinin bu insanları doyuramayacağı, gelişmiş kapitalist ülkelerde ise işsizlik, sefalet ve hoşnutsuzluğu daha da artirararak,  istikrarsızlık yaratarak,  kurulu düzeni tehlikeye düşüreceği, ve kar maksimizasyonunu azaltacağı korkusu yatar.  Nüfus artışıyla açlık ve sefaletin artığı da, fukara ve sefilin korkusu değildir. Egemen güçlerin güvenli, sürdürülebilir bir çevre ve insan sömürüsünün tehlikeye düşmesi korkusudur. Kapitalist ülkelerde sermayenin sosyalleşmiş üretiminde nasiplerini gıdım gıdım alanları ve çalışan sınıfın maaş ve ücretlerini aşağıda tutacak hacimde yeterince işsizler kitlesinin varlığı gibi nedenlerle, kitlelere bir veya birden fazla çocuk yapmamaları aşılanmaya çalışılır. Bir çocuklu, bir arabalı, bir köpek veya kedili, ana ve babalı, büyük babaların ve annelerin kendi evlerinde veya ihtiyarlar yurdunda kaldığı, aile tipi modern aile olarak gösterilir. bu da modernliğin bir göstergesi olarak sunulur. öte yandan, eğer, bu görüşün çıktığı ve dünyaya yayıldığı Amerika'ya bakarsak, zengin sınıfın ailelerinin bol çocuklu olduğunu görürüz? Neden? çünkü nüfus planlaması fukaraya yöneltilmiş egemen bir eşitsizlik düzeninin koruma çabasının getirdiği, kendi için savunduğu, çarelerden biridir: Kitlelerin dondurulması ve durdurulması gerekir, yöneten grupların ve sınıfların değil.

      Nufus artışı ile kalkınma ilişkisindeki "nüfus artışının kalkınmayı kösteklediği" ve "doğum kontrolü yoluyla nüfus planlamasının, bu nedenle, zorunluluğu" fikriyle gelen politika, kitleleri stabilize etmeyi de amaclayan bir cabanın ifadesidir. Gerçekte 'nüfus artışı" trendi, kalkınmayı engelleyen bir "neden" değildir, bir netice, sonuçtur, en negatif biçimiyle sadece bir etkendir. Honduras'da U. of Pittsburgh Center of Latin American Studies'in yaptığı bir araştırmada nüfus artışı ile çevre bozulması ve ekosistemin tahribi arasında kurulan nedensellik ilişkisinin geçersizliği ortaya çıktı: 1970'de Honduras'ın nüfusu 2.6 milyon kadardı. 1989'da bu iki misline yakin artarak 4.9 milyona çıktı. Bu süre içinde, Honduras çok büyük ölçüde çevre tahribine uğradı. İlk bakışta nüfusun hizlı artışıyla, sürdürülemez su-kaynakları ve toprak kullanımi arasinda doğrudan bir ilişki olduğu gözükmektedir. Fakat araştırmanın bulgularına göre,  çevre tahribinin, nufüs artışı yerine, kaynak dağılımının eşitsizliğine ve ekonomik kalkınma biçimine bağlı olduğu ortaya çıkmıştır. Araştırma nüfusta artmama veya gerilemenin doğanın tahribi hızını yavaşlatmayacağını ve kapsamini azaltmayacağını da bulmuştur (Jakobson, 1994). Elbette, eğer dış yardım denen paralar, geniş toprak sahipleri, tüccarlar ve endüstriyalistlerin eline gectiği, nufusun yüzde onunun verimli topraklarin yarısından fazlasına sahip olduğu, uluslararası şirketlerin sömürüsünün yaygın olduğu bir ülkede bu tür sonuç oldukça normaldır. Bu gerçeği de görünürlükten kaybetmenin bir yöntemi de, nüfus artışını ana neden olarak göstermek, nufus planlaması yapılmasını önermek, bedava preservative ve kısırlaştırma için finans yardımı yaparak ne denli insancıl olunduğunu ilan etmektir.

      Sorulması gereken soruyu soralım: Nüfus artışıyla doğa bozulmamakta, sefalet artmamakta mı? Nüfus artışı var olan bir  durumu niceliksel katkıyla kötüleştirmede bir etken olarak rol oynar. Fakat artan çevresel ve toplumsal oluşumların nedeni nüfus artışı değildir. Dolayısıyla, nüfus planlaması, sorunların önlenmesi değil, en dürüst biçimiyle, sorunların kontrolü için yapılan bir diğer girişimdir.

      Benzer şekilde, nüfus artışını neden olarak gösterip gene halka suçu yükleme ve nüfus planlaması girişimlerinin gerekliliği önerisi de büyük ölçüde geçersiz ve tek yanlıdır. Araştırmaların ve EPA raporlarının da gösterdiği gibi, atik artışi nüfus artışıyla oranlı gitmemektedir, çok üstündedir. Rekreasyon alanlarına çok kişinin gelmesi, bozulmanın niteliğinin ve hacminin aritmetik olarak artacağını garantilemez, bozulma olasılığı, eğer önleme metodları yoksa ve insanların davranış biçimleri kirletme yönündeyse, elbette artırır. Fakat eger önleyici tedbirlerin alındığı ve uygulandığı, insanların çevreye duyarlı bir şekilde davrandığı bir ortam varsa, çok veya az kişinin gelmesi hiçbir  bozulma yaratmaz. Sayısal çokluk çok atik olacağını da garantilemez. Çok atik olmasını garantileyen  kullananların sayısından çok rekreasyon anlayışındaki farklılıklardır. Dunya devletlerinin politikaları ve ekoloji arasındaki ilişki, nüfus kontrolü ve sürdürebilir kalkınma bakımlarından da incelenmesi gerekir (Macmeill,1991). Fakat bunu sürdürülebilir kalkınmanın başarısızlığını nüfusa yüklemek için değil, etkinin kapsamını ve politikaları çevreci bir açıdan saptamak için yapmalıdır.

      Endüstrileşme sonucu, çevre bozulalarına neden olan atık miktarında artış ve kompozisyonda değişmeler immense oldu. Türkiye'deki Araştırmacıların bazıları bu artmayı nüfus artışına yormaktadır ki bu gerçekte hem ara neden hem de hızlı artış için zorunlu bir neden değildir. Nüfus artışından çok, en önde gelen neden "kullan at" ve moda ve gösterişe bağımlı  düşünü tarzının egemenliği ve bu egemenliği yaratan ve destekleyen kitle üretimi teknolojisi düzenidir.  Kitle üretiminin sonucu atik hacmi birçok ülkede 1960'lardan sonra hizla arttı. örneğin Amerikan nüfusu son otuz yıl içınde % 38 artarken, attığı atık % 100 artarak iki misli oldu: 1960'da 88 milyon ton iken 1990'da 195.7 milyon tona ulaştı.

Nüfus artışı ideolojisi ve saplantısının ötesine gitmek gerekir. Surdurülebilir kalkınma, cevre sorunları konularında yapısal özelliklere, teknoloji ve teknoloji transferine egilinmesi gerekir. Örneğin Türkiye'de yapılan tez ve diğer araştırmalarda katı atıkla ilgili üretim teknolojisi ve teknoloji transferi üzerine yapılan bir araştırma tez taramamızda bulamadık. Yapısal ilişkiler yaklaşımı kapsamına sokulabilecek iki tane tez araştırmasıyla karşılaştık: Özdemir (1987) ve özellikle Özcan (1990). Her ikisi de Profesör Ruşen Keleş'in yönetiminde yapılmıştır. Özcan'ın tezi (1990) ÇED metodunun değerlendirmesi, araştırması ve önerileriyle bu açıdan önemli bir yapıttır. Fakat nufus artışı verisini bağımsiz bir veri olarak alması, etkenden çok bir sonuç olduğunu veya nüfus artışıyla kurulan nedensellik ilişkisinin gerçekte spurious\sahte ilişki olduğunu kavrayamaması, incelemenin önemli bir yetersizliğidir. Nüfus artışı ara bir faktördür, ve nüfusla ilgili sorunları dogru anlayabilmek için bu ara-faktörü yaratan koşullar (bağımsız veriler) üzerine eğilmek gerekir. Ayrıca, tezin ÇED ile ilgili gözlemleri, ÇEd'in amaç ve sadece planlama aracı olarak kullanıldığını belirtmediği için yüzeyde kamıştır. Özdemir'in (1987) tezinin toplumsal değişme bölümü ile atık duyarlılığı bölümü kuramsal bakımdan çelışki içindedir. Gerçi makro değerlendirmeyle micro-araştırmayı birlikte yürütmek ve aralarında köprü kurmak çok gerekli bir yaklaşım tarzıdır, fakat bu köprüde kuramsal tutarlılık şarttır. Araştırmanın atık duyarlılığı bölümünde kullanılan "atık duyarlılığı" anketinin istatistiksel güvenirlilik ve geçerlilik sorunu vardır. Daha kötüsü, anketteki soruların çoğu "bilgi" ve bilgiye dayanan değer yargılarıyla (anketçinin dahil) dolu olduğu için, hem geçerlilik hem güvenirlilik bakımlarından hem de kuramsal bakımdan araştırmacının kendini (bilerek veya bilmeyerek) uzak tutmaya çalıştığı pozitivist okulun tek yanlılığını taşımaktadır. Bağımsız veriler olarak alınan faktörlerin çoğu (örneğin kent-kökenlilik ve kasaba kökenlilik; köy, kasaba ve kentte yaşama; nüfus büyüklüğü; gecekondu ve diğerlerinde yaşama; çiftçi ve bilim adamı;erkek ve kadın; genç ve yaşlı; gelir seviyesi; eğitim düzeyi; çevre yayınlarını okuma veya okumama; kitle iletişim araçları gibi faktörler) bağımsız değil, fakat ya gerçekte bağımli ya da ara faktörlerdir. Bu faktörlerle çevre duyarlılığı arasındaki ilişki ya apaçık bir ilişkidir ya da diğer faktörlerle etkilenmiş sahte\yapma ilişkidir. Bu nedenlerle de, duyarlılık testine dayanan sonuçların çoğu objektif doğruluk olasılığından yoksundur ve subjektif gerçeklerin ifadesidir. En kötüsü de, klasik yayılma teorisinin (diffusion of innovations) Weberci ve  elitist düşünü tarzını yansıtmaktadır. Dolayısıyla, ortaya sürülen duyarlılıkla ilgili sonuçlar ve önerilerin de değeri şüphelidir. Ayrıca, CHI-square gibi bir test netice sadece istatistiksel bakımdan anlamlı bir ilişkinin olup olmadığını gösterir. Ordinal ölçek kullanılsa bile, detaylı bir yorum olanağı vermez. Bu nedenle, iki bağımsız degişken arasında ordinal bir ölçüye göre bulunmuş bir anlamlı ilişki sadece ordinal ölçüler sınırı içinde yorumlanabilir. Onun ötesinde yapılan yorum, eğer arastırma micro ile makro arasinda kuramsal bir ilişkiyi kurarak sonuçlara varmayı amaclamiyorsa, sadece yeni bir varsayımdır. Hele bu ölçek "İntelligent Test" gibi Amerikan irkçılığının 1910'larda başlayan ve zaman zaman ragbet gören insanlığı küçültücü  değer yargılarının ifadesiyse, geçerliliğini yitirir. Örneğin bir çevre dergisi elbette ki kentlerde çok okunur, çünkü bu yapısal bir gerçeğin göstergesidir. Kentlerdeki okunurluluğu kasabalardaki okunurlulukla karşılaştırıp, bundan "kentlerdeki insanların çevre sorunlarına daha duyarlı olduğu" sonucunu çıkartmak, Weberci ideal tipe dayanan Toplum Kalkınması kuramlarının düştüğü etno-sentrik (irkçı) yanılgıya düşmektir (veya o yanılgıyı evrensel bir gerçek gibi sunmaktır.) Fakat şunu da belirtmek gerekir ki, yetersizliklerine rağmen, bu tez de soruna yaklaşim tarzıyla bütün tezler arasında bilimsel açıdan (administrative research açısından değil) en anlamlı olanlardan biridir.

      Ekonomik kıtlık teziyle gelen ve "bu denli çok nüfus beslenemeyecegini" ileri süren görüş, çevreyi ve insani somurme duzenlerinde gasp yoluyla beslenme koşullarının kontrol eden ve dünyayı ekmeğe muhtaç edenler veya onların sozculerinin kuşkularının ifadesidir. Çünkü sorun (ve kuşku, korku) kaynakların ve zenginliklerin sefillik ve muhtaçlık yaratmayacak şekilde yeniden dağıtılması ve kullanılmasıdır. Bugünku ve gelecekteki insanlık durumuna en büyük tehlike, ve durumun yaraaticisi nüfus artışı değil, dünyadaki kaynakların ve zenginliklerin bölüşümü ve knotrolundaki adaletsizliktir: Dünyanın nüfusunun % 22'si dunaynin enerjisinin % 70'ini, metallerinin % 75'ini, ağaçlarınin % 85'ini, ve yiyeceklerinin % 60'ını tüketmektedir. Sahipliğe elince 500 kadar dev firmalar dunaynin zenginliklerini ellerinde tutmaktadır. Nüfus artsın veya artmasın sömürü sisteminde "sürdürülebilir kalkınma" belli bir güçlü azınlığın diğer bir çoğunluğun sırtı üstünde kalkınması anlamınadır. Nüfus artışındaki korku bu sürdürülebilirliğin sürdürülememesidir. Sürdürülebilir kalkınma stratejisinde nüfus planlaması propagandasıyla yeni kar ve kontrol alanları elde etme egemendir. Bunun yerine, teknoloji ve uygulamaların en az materyal ve enerji kullanan ve fukara kitlelere elde edilecek maksimum fayda egemen olmalıdır. Bir mahalleden bir zengin çıkartıp, diğer insanları açlığa veya zenginin kapısında köleliğe mahkum etmek değil. bugün kapitalist ülkelerde ve peyklerinde egemen üretim biçimi kaynakların (insan emeği dahil) minimum masraf\yatirimla maksimum gelir sağlamak için uygulanan enerji intensif bir tarzdır .

      Framton'un (1992) EPA Journal'ında belirttiği gibi,  SK status quo ile direk zıt bir ilişki içindedir. Sürdürülebilir kalkınma davranışlarda, düşüncelerde, politikaların uygulamaların ötesinde teknolojik biçimlerde ve ürünlerde değişim gerektirir. Çevre dostu teknolojinin geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması sürdürülebilirliğin ön koşullarından biridir. Sürdürülebilir kalkınma teknolojik düzenin yarattığı üretimden tüketime ve sonrasına kadar olan yapıların yeniden biçimlendirilmesidir. Sorun ne şimdi nede yıl 2020'de sekiz milyara ulaşacak dünya nüfusunun ihtiyaçlarını karşılamak için tarımsal üretimi, enerji servislerini ve endüstriyel üretimi artırmada bilim ve teknolojinin üstelendiği kritik rol ve sorumluluğu, ve ne de nufus planlaması icine sikıstirilabilecek bir karaktere sahiptir.

      Türkiye'deki çevre bozulmaları ve talanı, ekonomik ekonomik ve kalkınma düzeni değişmedikçe, Türkiye'deki nüfus artışını sıfıra düşürseler bile, hatta azınlıkları vatan, millet, bütünlük, dirlik birlik, bölücülük bahaneleriyle yok ederek geniş bir nüfus planlaması yapsalar bile, ne çevrenin ne de insanların durumu, yaşama koşulunda bir değişim olur. Eğer kötüye gitmezse tabi. Çözüm Amerikalıların deyimiyle, "equitable distribution", yani kaynaklar üzerindeki, üretim, dağıtım ve tüketimdeki, brikimdeki, planlamada ve stratejiler çizip gündemler belirleyip yürütmedeki eşitsizlikleri dengelemektir. Eğer ev konumunda kadın ekonomik güçten tümüyle yoksun bırakılmışsa, onun da seçeneklerinden biri sosyal statü ve ekonomik güvenlik kazanmak için çocuğuna bağlanır. Kadın çocuklarının başarısıyla övünerek kendi değerini bulur. Tarisal alanda ise, klasik kültürel-ekonomik gerekçe aileye "bir agiz, fakat iki elin" eklenmesidir. Çare, örneğin, doğum haplarının dağıtılması değil, sosyal adaletin kurulmasıdır. Sosyal adalet de, tüketiciyi, bireyi, fukara kitleleri suçlayarak, yetmiyormuş gibi bir kez daha onları ezmekle elde edilmez. Sosyal adalet, ekonomik ve çevresel sürdürülebilirlilik sorunları esas nedenlere eğilerek elde edilir.

 

İrfan Erdogan