MODERNLEŞMENİN ELEŞTİRİSİ
Direniş iletişimi çoğunlukla
modernleşme ideolojisinin ve pratiklerinin
analizi ve eleştirisiyle işe başlarlar. Bunu
yaparken (veya sonrasında) herhangi bir genel
modernleşme sürecini kabul etmez ve özel,
kendine özgü, tarihsel tecrübe üzerine eğilir.
Bu eleştirilere göre, modernleşme incelemeleri
soyut analiz kategorileri kullanmaktadır ve bu
kategorilerle, inceledikleri tarihsel bakımdan
özel süreçler ortamını görme imkanını
yitirirler. Bu özel süreçler, kapitalizmin
yayılmasının ve sonuçta kurulan emperyalist
dünya sisteminin parçalarıdır. Bu dünya sistemi,
egemen ve bağımlı toplumlardan oluşur. Bu
toplumların geleneksel diye nitelenmesi, egemen
olanların baskın özelliklerinden çıkartılan ve
evrensel olarak nitelenen karakterlerine
dayanarak yapılır; bu özelliklere göre yapılan
ölçmeler ve karşılaştırmalar nesnel değildir;
geçersizdir; ölçülemez.
Toplum değişimini
modernleşme ve burjuva yaklaşımlarının
sözlüğüyle ele alıp incelemeye girişmek, ta
başından yanlış yola girmek demektir:
Modernleşme, kalkınma, az gelişmişlik, gelişme
ve geri kalmışlık gibi kavramlar, egemen burjuva
ideolojisinin biçimlendirdiği ve/veya kendi
ideolojik çerçevesine göre anlam yüklediği
kavramlardır. Bu kavram ve yaklaşımlarla
uğraşırken, özellikle eleştiriler öne sürerken,
kesinlikle, alternatif olarak o kavramın burjuva
ideolojisinin çerçevesi içinde hazırlanan
zıddını veya tersini veya karşıtını benimseme
sınırları içinde kalmamak gerekir. Örneğin
serbest akıma karşı, devletin akımı/kontrolü;
serbest teşebbüsün kitle iletişimini kontrolü ve
sahipliğine karşı, devletin veya devlet
kurumlarının kontrolü; ortak pazara karşı
yönetici sınıfların gümrük duvarlarının
savunulması gibi... Ayrıca, yukarıdaki sunum,
burjuva sisteminin sunduğu kontrollu
karşıtlıklardan hepsini de reddederek, hiçbir
alternatifle ortak tanımlamalarda bulunmama
olarak anlaşılmamalıdır. Devrimleri hiç bir
zaman tek bir sınıf kendi gücüyle yapmamıştır,
yapamamıştır. Örneğin çevre korunması için,
işkencelerin durdurulması için, insan hakları
için, alışılan “burjuva girişimleri”
gerektiğinde desteklenmelidir. Doğruya ve
haklıya başkası sahip çıkıyor diye, doğruyu ve
haklıyı yüzüstü bırakmak yanlıştır. Devrimle
yoksunluk ve yoksulluk arasında doğrudan pozitif
ilişki kurmak doğru değildir. Yoksunluk ve
yoksullukla, devrimden çok faşizmin ve
diktatörce bir yönetimin daha çok ilişkisi
olmuştur. Yoksunluk ve yoksulluğun artması illa
ki devrime gidileceği anlamında değildir. Devrim
materyal güçsüzlüğün yaygınlaşması ve üretim
araçlarının tekelleşmesiyle gelmez; üretim
güçlerindeki güç kompozisyonunun değişmesi ve
bunun üretim ilişkileriyle ters düşmesiyle
gelir. Yoksullaştırma ve tekelleşmeyle, üretim
ilişkilerinde egemen üretim güçlerinin egemen
üretim ilişkileriyle ters düşmediği ilişkisel
güç ve güçsüzlük yaratılır. Bu durum da
ideolojik anlatımlarla meşrulaştırılır. Üretim
güçlerinde değişiklik yoktur, sadece
kapitalizmin karakteri olan tekelleşme vardır.
Sosyal devrim, siyasal darbeden (coupe d'eta)
farklı bir oluşumdur.
Modernleşme Lerner (1957) modernleşmeyi,
iletişimdeki sözlü tarzdan media sistemlerine
geçiş olarak belirler. Lerner'e göre, tipik
geleneksel yapıda (örneğin 1957'nin
Türkiye’sinde) sözlü iletişim sistemi egemendir;
sosyo-ekonomik yapı kırsaldır; siyasal yapı
temsiliyetçilikten uzaktır; kültürü okuma-yazma
bilmez. Bu sözlü iletişim sisteminde izleyici
homojendir; kaynak, statüye dayanan
hiyerarşidir; iletişimin içeriği sıkı
kuralcıdır. Gelişmiş sistemde kanal medyadır;
izleyici heterojen kitledir; kaynak
profesyonelliktir; içerik tanımlayıcı\tasvir
edicidir. Bu ayırım ve sunumla gelen D. Lerner
ve benzerlerinin hem sözlü hem de medya
sistemini yorumlama biçiminin bilimsellikle
ilgisi, bilimi siyasal ve ırkçı yobazlığa kurban
etmesidir. Geleneksel sistemde eğer kuralcılıkla
(gelenekler, görenekler, görevler ve
sorumluluklarla) egemenlik kurulmuş ise;
“Gelişmiş sistemde” daha kötü bir şekilde,
insanlar, mülkiyet ilişkilerinin yapısı
nedeniyle, temel ihtiyaçlarını elde etme ve
kendilerini sağlama araçları ve geliştirme
olanaklarından yoksun edilmişler; ücretli\maaşlı
köle durumuna düşürülmüşlerdir. Medyanın yapısı
buna en açık bir örnektir (Erdoğan, 1997). Sözlü sistem ile kitle
iletişimi sistemi ayrı iki dönemin ve teknolojik
düzenin ifadeleri olarak alınabilir. Fakat
Lerner gibi karşılaştırma yapıp birini gelişmeye
engel, ilkel ve kuralcı olarak ilan edip,
diğerini ilerleme ve modernlik olarak sunmak
tarihe hakarettir. Lerner, sözlünün reçeteci
(önceden her şeyin reçete gibi belirlenmiş
olması ve kullanılması) ve medya sisteminin
tasvirci (tanımlayıcı, özelliklerini anlatıcı,
açıklayıcı) olduğunu iddia etmektedir: (1) Amerikan firma sisteminde
çalışan kitleler her gün üretimin yönetimiyle
ilgili sözlü iletişimlerinde sıkı kuralcılığa
bağlı kalmak zorunda değiller mi? Amerikan
kitleleri istedikleri zaman, özgürce,
kuralcılığa uymaz ve işlerini terk mi ederler?
Buna cevap vermek için illeki Amerika’da yaşamak
gerekmez.
(2) Medya sisteminin
kapitalist dünyada egemen sistem olduğunu iddia
etmek toplumdaki iletişimin ne olduğunu bilmemek
veya bazı iletişim türlerini göz ardı etmektir.
Kapitalist düzende de, yine egemen iletişim
tarzı sözlü ve çoğu kez yüz yüzedir: Kapitalist
dünya günlük yönetimini, kitle iletişimi
medyasıyla yapmıyor. Amerika’da her gün
milyonlarca insan örgütlü üretim ilişkileri
içindedir ve bu ilişkilerin çoğunluğu sözlü ve
yüz yüze iletişimle yürütülür.[1]
(3) Medyanın tasvirciliği veya tanımlamacılığı,
eğer varsa, nesnelliğin ve yansızlığın getirdiği
bir tasvircilik değil, belli ekonomik ve siyasal
çıkarların belirlediği tasvirciliktir. Sözlü
geleneğin reçeteciliği ilişkinin kimler arasında
olduğu ve nasıl biçimlendirildiğine bağlıdır:
Kapitalistle işçisi arasındaki iletişimin yapısı
geleneksel kültürdeki sözlü iletişimin
yapısından nitelik bakımından daha mı ileridir,
gelişmiştir ve sıkı kuraldan yoksundur?
Kapitalizmin sözlü iletişimde özgürlük iddiası
çölde susuz sürünenin su içme özgürlüğüne sahip
olmasına benzer. Kapitalist, işin koşullarını
belirler ve işçi de yoksun bırakılmışlığında işe
kapaklanır. Geleneksel baba oğluna ne yapacağını
söyler, oğlu gık bile çıkarmadan, istemese de
yapar. (4) Sözlü yüz yüze iletişim,
sözelliği ve de o anlık karşı tepkiyi anlatır.
Eğer toplumsal yapısal kölelik ilişkileri yoksa,
yüz yüze iletişim medya iletişimiyle
karşılaştırılamayacak kadar demokratiktir. (5) Sözlüde kaynağın
hiyerarşik olması ve medyada profesyonel olması
farkı da gene geçersiz bir yorumdur. Medya,
yapısal özelliği nedeniyle asıl kendisi
hiyerarşik ve tek yönlülüğü ve yukarıdan aşağıya
doğru etki ve yönetimi anlatır. (6) Sözlüde, örneğin toplum
yönetimindeki hiyerarşik iletişim ilişkilerinde,
egemenlik ilişkileri apaçıktır, gizli değildir.
Medya profesyonelliğinde egemenlik ilişkileri
profesyonelliğin ideolojik pratikleri içinde
gizlenmiş profesyonel (bilinçli veya bilinçsiz
yapılan) sahtekarlıktır. (7) Geleneksel sözlü
iletişimin homojenliğinde dayanışma vardır.
Medyanın heterojenliği (kitle olması)
izleyicileri atomlaştırılmış bağımsız bireyler
olarak görmeye dayanır ki, bu da demokrasi ve
özgür seçim iddiasının meşrulaştırılmasını
getirir. Aslında medyanın içerik bakımından
heterojenliği de niceliksel çokluk ve tekrardan
öteye gitmez. İdeolojik heterojenlik iddiası,
Amerikan moda ve popüler kültürünün “dışsal
görünüm ve paketleme ayrılığı içinde”
homojenliği gizler. Bunun ardında da tekelci
kitle (fordist) üretim biçimi yatar. (8) Ayrıca, 1957’de Batı'nın
kitle iletişim sistemini (bugün bile) toplumun
egemen iletişim biçimi olarak tanımlamak
geçersizdir. O gün kadar bugün de kitle
iletişimi, toplumsal iletişimde sadece (a)
tüketim mallarının pazarlanması (b) kitle
iletişim örgütünün kendi ticari çıkarlarını
gerçekleştirmesi ve (c) ideolojik beyin yönetimi
görevlerini yapar. Tekrarlayalım: Toplumsal
iletişim, kitle iletişiminin kapsamının çok
üstünde ve ötesindedir. Toplumsal üretim
ilişkileri kitle iletişiminde değil, kitle
iletişiminin de dahil olduğu, örgütlü üretim
faaliyetleri ağ ve şebekeleri içinde olur. Kitle
iletişimi insanların günlerinin büyük kısmını
geçirdiği iş\çalışma yeri iletişimi yanında
sınırlı, fakat önemli bir köşede kalır. Ekonomik
birim olarak kitle iletişiminin çalıştırdığı
insan sayısı ve insanların kitle iletişimiyle
geçirdikleri zaman miktarı, diğer günlük örgütlü
ilişkilerle karşılaştırıldığında çok azdır.
İnsanlar kitle iletişiminin ürettiği haber,
eğlence, düş ve umutlarla karınlarını
doyurmuyor; kendine sığınacak bir yer yapmıyor;
kendini giydirmiyor ve yaşamını düzenlemiyor.
Kitle iletişimini ve iletişim teknolojisini
bütünün bir parçası olmaktan çıkartıp, bütünün
kendisi gibi göstermek, veya bütünün
belirleyicisi egemen parça olarak sunmak
hatalıdır. Sözlünün “cahil” ve medyanın
“okumuş” oluşu, ille ki aralarında anlama ve
yorum bakımından niteliksel üstünlük farkı
olduğunu işaret etmez. Medyada her gün bize
verilenlere bakarsak, oynadıkları rolün cehaleti
besleme ötesine ender gittiğini görürüz. Yazılı
veya kayıtlı gelenek, iletişimde yönetim gücünü
tutma ve muhafaza etme olanağını getirir.
Medyanın her gün sunduğu çöp yığınını tutmanın
anlamı ne ki? Okuma-yazmayı bilmek, okul
bitirmek, okuduğunu anlamak, mutlaka yazılı
iletinin sözlü iletiden daha “ileri” niteliklere
sahip olduğunu anlatmaz. Ayrıca, insanlar arası
ilişkilerin çoğu yazılı iletişimle değil, sözlü
iletişimle yürütülür.
Psikolojik Hareketlilik (psychic mobility)
En geniş anlamıyla,
psikolojik yaklaşım, toplumun üyeleri arasında
yeni tutum ve değerler elde edilmesi gerektiğini
ileri süren görüştür. Bu modelde ana kavram
Lerner'in “empathy”
kavramıdır. Bu kavram Mead’in “rol alma” ve
“sonuç çıkartma” kuramından çıkarılmıştır.
Lerner bu kavramı psikolojik hareketlilik
(psychic mobility) veya “kendini bir başkasının
rolüne, yerine koyma kabiliyeti” olarak
tanımlar. Bu görüşe göre, geleneksel toplumlarda
kişilik yapıları “süreduran, değişmez” ve
sınırlanmış olarak tutulur. Bundan dolayı,
“iletişim stratejisi” yapıcı faaliyete uygun bir
tutumsal çevre yaratmalıdır. Bu da, çevrenin
yeni yanlarıyla yüksek dereceyle kendini bir
tutma kapasitesi vererek, geçişteki insanın
hayalini genişletme ile olabilir. Hareketli bir
psikoloji (ruh hali) hareketli bir kişi yaratır
ve bu modern endüstri toplumunun gereğidir
(Lerner, 1958).
Fatalizme karşıt ilgi (empathy) Lerner’in yaklaşımın
merkezinde “empathy” kavramı vardır: Empathy,
Lerner'in ve diğerlerinin kullandığı asıl
anlamda, kitle tüketim mallarına arzu demektir:
Tüketim için ilgi... Kapitalist kitle üretimi
için kitle tüketimi yapacak pazar yaratma ve
geliştirmenin psikolojik koşullarının ilgi
(empathy) olduğu ve geleneksel kültürün
insanının bundan yoksun olduğu ileri sürülür.
İlginin yaratılması bakımından, iletişim pazarı
(radyo, televizyon, gazete, dergi, müzik, film,
telefon) sadece kendi endüstrisinin teşvikçisi
değil, aynı zamanda bütün diğer kapitalist
endüstri ve yapıların reklamcısı olarak rol
oynadığı için oldukça önemlidir. Lerner ve
Schramm'a göre, geleneksel toplumun insanı
ilgiden yoksundur veya yeterince ilgiye sahip
değildir. Bu yoksunluğun nedeni de fatalizmdir.
H. Gans 1962 yılındaki incelenmesinde,
Amerika'nın yoksul semtlerde yaşayanlarının ilgi
ölçeğinde oldukça zayıf olduğunu buldu. Bu
bulguya göre sosyal merdivende üste doğru
harekete karşı olan güçlü yapısal engellerin
algılanması, role ilgisini azaltır. (Gans,
1962). Daha doğrusu, ilgi azlığı veya yokluğu
fatalizmin değil, engellenmiş, frastrasyonlara
uğratılmış tecrübelerin, alternatif kıtlığının
ve yokluğunun, olasılıkların çok uzak olmasının
sonucudur.
Girişim Yoksunluğu ve Motivasyon
İndeks (ve modernleşme)
yaklaşımında kapitalizmin günlük propagandasında
olduğu gibi, ana tema yenilikçi
bireyselciliktir: Sosyal değişimde bireysel
girişim/yatırım fikri egemen rol oynar. Bu
iddianın evrenselliği, dünyanın çeşitli
yerlerinde yapılan incelemelerin bulgularıyla
geçersizleştirilmiştir. Örneğin, birçok Batılı
araştırmacı, Japonya'da insanların hiyerarşiye
sıkı sıkıya bağlılıklarına rağmen hızla
endüstrileşmesini tuhaf bulmuşlardır. Bu
kuramsal tutarsızlık yani Japonya'daki başarı
sağlamak dürtüsünün/motivasyonunun haddinden
fazla gelişmesi, evrenselliğin içinde yerini
almıştır. Diğer bir örnek: Tayland'ın kültürü,
gevşek sosyal yapı, hareketlilik, çekirdek aile
(kapitalizmin anne, baba ve küçük çocuklardan
oluşan aile tipi) ve bireyselcilik özellikleri
taşır. Yani modernleşme için gerekli evrensel
özelliklere sahiptir, fakat yatırımcı girişim
Tayland insanında azdır. Aynı şekilde,
bireyselciliğin endüstrileşmeyi engellemedeki
rolü Banfield'in (1958) Hindistan’da yaptığı bir
incelemede bulunmuştur. Motivasyon yokluğu,
bireyselciliğin gelişmemiş olması, ilginin
olmaması gibi sayısız psikolojik nedensellikler
aslında, kalkınma programlarının, teknoloji ve
bilgi transferinin, eğitim sistemlerinin
transferinin, dış sermaye ve yatırımlarının
meşrulaştırılmasıdır. Sadece az gelişmiş
toplumlarda değil, aynı zamanda kapitalist
toplumlarda, insanların yoksulluğu, işsizliği,
devlet yardımıyla geçinmesinin nedenleri de,
aynı şekilde, bu insanların tembelliğine,
uyuşukluluğuna, motivasyondan yoksunluğuna
bağlanmaktadır. İkinci olarak, “yenilik
aramaktan yoksunluk” iddiası, sadece hakaret
edilen geleneksel kültürün insanı için değil,
örneğin Amerikan insanı için de, geçersizdir:
Amerikan (veya geri bırakılmış ülkelerin)
insanlarının ilk amacı önce aç kalmamak, başını
sokacak kiralık bir ev bulmak, kısaca varlığını
devam ettirmek mücadelesidir. Yeniliklerin
kabulü veya reddi (örneğin doğum kontrolü) gibi
kuşkular, bu insanlar için günlük yaşam
mücadelesinde arkadan gelen ve onlara yukardan
empoze edilmeye çalışılan politikalardan
biridir. Her gün yukardan empoze edilen ve onu
sayısız kıskaçlar içine almış politikalarla
mücadele ederek yaşamını sürdürmeye çalışan
insanları, tembellik ve uyuşuklukla suçlamak
burjuva biliminin ve onu benimseyen Türkiye gibi
ülkelerdeki üniversite çevrelerinin etik
yoksunluğudur. Evrensel olarak öne sürülen
kişisel nitelikler, elbette rekabet içindeki
sermayenin egemen karakterleri olacaktır.
Ezilende bu karakterler varsa ezilmişliği
anlatır; eğer yoksa, gene ezilmişlikte
faydasızlığı ve yok edilmişliği ifade eder. Bir
insan ne denli yatırımcı ruhla dolu olursa
olsun, yapısal gerçekler, örneğin sermaye
gerekliliği, pazardaki geçerliliği ve başarı
olasılığı, bu ruhu materyal ilişkiler gerçeğinde
tuz ruhu yapıp eritir. Ama efendim, Hüsnü çorap
satarak, hiç durmadan tekrar tekrar yineleyerek
zenginledi. Öyle olduğunu bile kabul etsek;
Hüsnü bu yapısal ilişkiler düzeninin egemen
karakterini değil, ender istisnaları temsil eder
ve egemen ideolojinin desteklenmesini değil,
çürütülmesini anlatır. Bu satırları yazarken,
benim köpeğim büyük motivasyon, zevk ve iştahla,
güçlü bir arzu ve girişimle, peçete kağıdını
almış, bir sanat eser yapar gibi dişleriyle
küçük parçalara ayırıyordu. Gidip elinden aldım:
Geçmiş olsun motivasyon, geçmiş olsun arzular,
girişimler, zevkler, istekler ve yenilik
arayışları...
Yeniliğin kabul edilmemesi
de geleneksel kültürün gerici ve tutucu
özelliklerine atfedilmektedir. REFAH veya
FAZİLET Partisi'nin gerisindeki sermaye
geleneksel kültürün gerici ve tutuculuğunu mu
temsil etmekte yoksa bu kültürel tabanı
kullanarak sermaye birikimi sağlayan pragmatik
ve fırsatçı bir yapıyı mı? Kapitalizm kendi
olanı, kendinden olanı ve kendisinin üstünlüğünü
ve muhteşemliğini ilan ederken; kişilerin seçme
özgürlüklerinden bahsederken, başkalarına
gelince aynı şeyi reddeder: Bir kültürün bir
diğerini kendi değerleriyle değerlendirip
aşağılamasının ve
buna katılımın nedenleri nedir? Bir
güçsüzleştirilmiş yapının kendi ekonomik ve
kültürel çıkarlarının gerçekleşmesi için yaptığı
girişimler reddedildiğinde, reddeden kültür,
direnişi küçümseyerek olumsuz karşılarken,
reddedilen kültür en azından kendini korumak
için (veya yayılmak için) direndiğinde, rekabete
girdiğinde ve “çek elini belimden, ben sevgilin
değilim” dediğinde, neden “serbest ticarete,
serbest enformasyon akımına, insan haklarına,
özgürlüğe saldırı var!, Komünist var!, hurafeci
var, gerici var!” diye bağırarak saldırılır?
Çünkü, talancılar, sömürgeciler ve
emperyalistler her devirde kendilerini haklı ve
ileri ilan etmişler ve kendilerine karşı
direnişi de hem kültürel, hem siyasal, hem de
ekonomik alanda ezmek için silahlı yok etme
dahil akla gelen her yola başvurmuşlardır.
Emperyalizmin, koloniciliğin, feodalizmin bilim
adamları da bu saldırılarda kendilerine düşen
görevi yapmak için birbiriyle yarışmışlardır.[2]
Geleneksel insanın tembelliği, burjuvanın
çalışkanlığı
Modernleşme teorilerinin
“ertelenmiş doyum” nosyonu, Weber'in ideal
tipinden alınmış ve Protestan ahlakı ile
kaynaşmış, orta sınıf kişisel hareketliliğini
idealleştiren bir görüşü yansıtır. (Ertelenmiş
doyum, kısa dönemli kapkaççılık, köşe dönmecilik
yerine uzun dönemli hesapçılık demektir). Geri
bırakılmış ülkelerin halklarının tembel, aylak,
uyuşuk, geri kafalı olduğunu benimseyen bu
anlayış tarzına, örneğin Schramm'a göre
iletişim, bu ülkelerde “insanları, kemerlerini
sıkmak ve adalelerini sertleştirmek, çok
çalışmak ve ödülünü beklemek için harekete
geçirmelidir.” Diğer bir deyişle, geri
bırakılmış ülkelerin insanları hayatı gayet
hafife alan, kemerlerini sıkmaya gerek duymayan,
çalışmadıkları için adaleleri cıvık et gibi
olmuş kitlelerden oluşur. Bu kitleyi harekete
geçirmek için Protestan çalışma ahlakını
vererek, düşünce tarzlarını “dünya sınırlı
şeyler verir/sunar, denemeye ne gerek var”
biçiminden, “eğer yeterince sıkı çalışırsan,
onları hak etmek için, dünya sınırsız
zenginliklere sahiptir” biçimine değiştirmek
gerekir. Lerner'e göre (1963) iletişim,
ödülü çaba ile açıkça ve sürekli olarak
ilişkilendirerek, kalkınma için gerekli yaşam
biçimlerinin dönüşümüne biçim verebilir. Yani
iletişim geleneksel kitleleri modernleştirmek
için, kişisel çaba (istekle gelen çalışma
arzusu) ile kişisel ödülü (istenen şeyi,
çalışmayla elde edileni) ilişkilendirerek,
onları çok çalışıp çok kazanmaya teşvik
edecektir. Lerner'in tek korkusu 1970'de,
isteklerin elde edilenlerden (ödüllerden) fazla
olmasıdır. Lerner buna çare olarak da
iletişimcilerin, kitlelerin haddinden fazla
isteklerini (taleplerini) kısıtlamayı
öngörmektedir. Modernleşmenin gerektirdiği
“çabayı (= çalışma arzusunu) teşvik etmek için
medyanın dürtücü, teşvik edici ödüller
çizmesi/resmetmesi gerekir. Bunun gizli ve açık
anlamı şudur: Medya, Batı'nın reklamını yaptığı
orta sınıf tüketimci yaşam biçiminin teşvikiyle,
kapitalist ürünlerin satışı ve kapitalizmin
yaygınlaşmasının teşvikini yapmalıdır. Pool
(1966) bunu çok özlüce belirtmiştir: Medya
elektrik, buzdolabı, otomobil gibi yeni malları
kullanmak için ne tür fırsatların olduğunu
sergiler. Modernleşmecilerin medyaya verdikleri
bu görevi medya en iyi ve yaygın bir şekilde
yapmaktadır. Fakat bunun kimin ve ne için
modernleşme, ilerleme, kalkınma olduğunu
sormazsak, Lerner, Pool ve benzerlerinin teorik
tuzağına düşeriz.
Artan Beklentiler, başarılar ve frastrasyonlar
Jean Baudrillard (1969)
modernleşme kuramcılarının sonradan,
girişimlerinin başarısızlıklarını
“beklentilerle” “elde edilenler” arasındaki
dengesizlik ilişkisiyle açıklamalarını, oldukça
ayrı bir biçimde anlamlandırmaktadır: Kişiler
“umar”, çünkü umabileceklerini bilirler. Çok
fazla ummazlar, çünkü toplumun özgür yükselmeye
karşı koyduğu büyük engellerin farkındadırlar.
Bununla beraber “azıcık çok umarlar,” çünkü
hareketlilik ve büyüme ideolojisini
tecrübelerler. (Her gün bu ideoloji, toplumsal
hareketlilik, yani yükselme olanaklarının
bolluğu ve büyüme, yani zenginleşme örnekleriyle
yaygın ileti faaliyetlerinde bulunur).
Dolayısıyla kişilerin beklenti/umut seviyeleri,
gerçek verilerin getirdiği gerçekçilik ve
kuşatan ideolojinin tuttuğu gerçek dışıcılık
arasındaki uzlaşma, uyuşma ve anlaşmanın bir
sonucudur. Bu uzlaşma tüm toplumun içsel
çelişkisini yansıtır. Bu uzlaşmanın, kişinin kendi
kendine vardığı bir sonuçtan çok, kişinin günlük
üretim faaliyetlerinde bu üretim faaliyetlerinin
biçiminin zorlaması (basitçe güç ilişkileri)
sonucu çaresiz bırakılmasından dolayı olduğunu
belirtmek daha doğru olur. Çünkü egemenlik,
mücadele, boyunsundurma ve boyunsunma,
yapısallaştırılmış örgütlü faaliyetler gerçeği
içinde olur, yürütülür, tutulur, sürdürülür ve
geliştirilir. Değişim de aynı şekilde, bu
faaliyetlere direnme ve bunlarla mücadelenin bir
sonucu olarak ortaya çıkan üretimin
niteliğindeki değişikliklerle gelişir. Bu
değişmede fikirlerle mücadele, materyal
ilişkiler üzerindeki mücadelenin verildiği bir
alandan öte bağımsız bir şey değildir.
Ülkelerin kendi geçmişlerinden edilişi
Modernleşme yaklaşımları hem
kendi endüstriyel tarihlerinden hem de az
gelişmiş ülkelerin tarihlerinden soyutlanmış
varsayımlarla gelirler: Yaklaşımları
tarihsizdir. Tarihsizliğin birinci biçimi,
kalkınan ülkeleri durgun izolasyondan çıkan ve
“20. yüzyıla sarsıp sokacak dışsal bir uyarana
ihtiyacı olan ülkeler” olarak nitelemesidir. Bu
görüş, kalkınan ülkelerin gerçek tarihi
tecrübelerinin verileri ışığında tümüyle
geçersizdir. Hem sömürgeleştirilmiş ve geri
bırakılmış ülkeler hem de resmi olarak
sömürgeleşmemiş Osmanlı İmparatorluğu gibi
ülkeler medeniyet götürdüklerini iddia edenler
tarafından geriletilmiştir. Modernleşme
araştırmacıları ve görevselci okulun
temsilcileri, modern devletin ön koşullarını
aramaktan hala geri durmazlar ve sistemli bir
şekilde bu ayrı devletlerin bağlı olduğu
uluslararası koloni sisteminin kenarından geçip
giderler. Schramm ve
“modernleşmecilerin” bu görüşü, gerçekte soğuk
savaşla yapışık gelen psikolojik savaşın, bu
bilim adamları tarafından sürdürülmesi
girişimleridir. Bu aydınlar Hristiyanlığın da
yayıcılarıdır ve din propagandası yapan
örgütlerle ilişkidedirler. Din tüccarlarıyla,
din tüccarlarının ideolojisine inanmış kültürel
tüccarlar, egemen tarihte “keşiflerin yayılması,
modernleşme ve kalkınma” diye okutulan
sömürgeleştirmedeki işbirliklerini hala
sürdürmektedirler.
Modernleşmenin, Aynının Büyümesi Olması
Modernleşme teorileri,
kapitalist şirket büyümesi gibi, toplumsal
geleceği şimdinin aynısının daha geniş ve büyük
biçimi ve iş bölümleriyle çeşitlenmiş şekli
olarak görürler (Elliott & Golding, 1974:234).
Daha basit dille, büyüme, mükemmelleşme,
farklılaşma, entegrasyon ve yeniden entegrasyon
az gelişmiş ülkelere taşınarak evrensel
geçerlilik ve kalıcılık iddia edilir. Giderek,
1990’ların sonuna gelindiğinde, Türkiye gibi
ülkelerde maaşlı köleliğinin bile bilincinde
olmayan bazı “aydınlar” yerel kimliklerin
sınırlayıcılığına karşın “evrensel değerlerden”
bahsetmeye
başlarlar. Böylece 1990’ların egemen pazar
yapısını meşrulaştıran düşünsel\ideolojik
anlatımlar evrensel değerler yapılır.
Modernleşme teorilerini
eleştiren Baran ve Hobsbawm (1961) “az gelişme”
sorununu çözmek için önce bu ülkelerin neden “az
gelişmiş” olduklarını anlamak gerektiğini
belirtmişlerdir. Bu soruya cevap, ancak, bu
ülkelerin tarihi geçmişine bakarak verilebilir.
Bu da bizi her ülkenin kendi yapısal ve dışla
ilişkisel geçmişini incelemeye götürür. Goran'ın belirttiği gibi
(1982:19) modernleşme teorisinde, az gelişmiş
ülkeler sanki birden bire yoktan çıkıp
gelmektedirler. Hiçbir tarihe sahip değildirler.
Hepsi de “geleneksel toplumlar” kategorisi içine
sokulurlar. En iyi biçimiyle, tarihin eski
dönemlerine ait kültürlerin toplumları olarak
nitelenirler.
Nicelik artışının niteliksel değişim olarak
sunulması
Modernleşme arayışında dikkat
edersek “geri kalmış” kafalarda yerleşmesi
istenen, kitle iletişim araçlarına sahip ol,
onları izle, onların istedikleri yönde mutfak
eşyaları ve modern tüketim malları al, çok çocuk
yapma, çocuklarına bol oyuncak ve yiyecek al,
çok çalış ve harca, eskiyi at ve yeniyi al,
tutma, başkaldırıyı unut, sana bizim gibi iyi
niyetlilerin ve gelişmişlerin sunduklarını al
yut gibi teşviklerle gelen ve kapitalizmin
Batı'da egemen bir şekilde uyguladığı tüketim
için hareketlilik ve nicelik artışının nitelik
değişimi olarak sunumudur.
Teorinin Irkçılığı
Modernleşme indeksleri, ideal
tipin kavramları, az gelişmiş ülkelerden ve
insanlarından istenen ve beklenenler ve empoze
edilmeye çalışılanlar, kapitalist Batı'nın ırkçı
kültürel üstünlük görüş ve politikalarının
kendinden olmayanlara yönelik saldırısıdır.
Teoride Gelenekselliğe Düşmanlık
Türkiye’de ve diğer ülkelerde
yaptığı araştırmada ve önceki psikolojik savaşla
ilgili araştırmasındaki kategorileri göz önüne
alırsak, Lerner, geleneksel toplumu değişime
karşı olarak nitelerken, modern veya “geçişte
olanlara” (daha doğrusu propagandaya açık olana)
değil, “geleneksel tip” olarak nitelediğine,
yani daha evvelce faşist olarak nitelediği tipe
saldırmaktadır: Geleneksel tip değişime, yani
kapitalist tip olmaya, tamamiyle karşıdır.
Değişme olanağı yoktur. Lerner bunun
farkındadır; bu nedenle gelenekseli, karşı
saldırıyla, küçümseyerek, değersizleştirerek,
her türlü negatif değerle isimlendirerek,
psikolojik olarak yıkma yolunu seçmiştir.
1970’lerde durum değişti ve 1980’lerde
“kültürlere” ve “yerele saygı,” diğer deyişle
çoğulculuk ve yerellik politikaları daha
görevsel oldu. Ulus kurma ve geleneklik
tartışması atıldı. Türbanlıya “türbanı bırak”
politikasının verimsizliği ortaya çıktı. Onun
yerine türbanın altında Levi’s, elinde Coca Cola,
dudaklarında Fransız veya Amerikan ruju ve
yüzünde gene Amerikan veya Avrupa boyasıyla
“yerel veya geleneksel kimlik” daha verimli
oldu.
Yaklaşımın örgütlü yapılardaki insan yerine
sözlü ifadeye dayanışı
Modernleşme teorisiyle
toplanan ve değerlendirilen veriler ve
çıkartılan sonuçlar, kişilerin kendileri
hakkında ne söyledikleri, ne düşündükleri ve
inançları\tutumlarına dayanmaktadır. Aslında,
dayanılması gereken temel, insanların somut
yaşam gerçekleri ve etkinlikleridir. Sosyal
bilimlerde, özellikle 1970’lerden beri,
insanların kendileri, bir durum veya bir süreç
hakkında söyledikleriyle (tutumlar, bilinç,
inanç, görüşleriyle) gözlemlenen özellikler
arasındaki uyuşmazlığı açıklamaya
çalışmaktadırlar. Sorun ve çözümleri bilme,
bilinç ve tutumun çok ötesine gitmektedir.
1960’ların sonuna kadar egemen olan bilinç/tutum
ile davranış arasındaki belirleyici bağın
günümüzde etkenliği ciddi bir şekilde
soruşturulmuş ve pozitivist-ampirik okul içinde
yeni açıklamalar getirilmiştir. Örneğin, De
Young (1986) geri dönüşüm davranışında, dürtünün
(motivasyonun) ve yapmayla ilgili psikolojik
tatminin yönlendirici nedenler arasında olduğunu
bulmuştur. Çevre duyarlılığı ve ilgisiyle
hareket eden insanların, ekonomik çıkar değil,
değerli ve yararlı bir şey yaptıklarını bilmenin
verdiği tatmin duygusuyla hareket ettiklerini
bulan araştırmalar, davranış değişiminde, tutum
değişimine ağırlık verme yerine, önce bu
duygular üzerinde durulmasını önermektedirler (Oskamp,
1991). Cottrell 1993’deki araştırmasında,
kendini “sözlü onaylama” (örneğin, çevreyi
gözettiğini söyleme), “çevre ilgisi” (örneğin
çevreye olan ilgi derecesi), “çevre kirlenmesi
hakkında bilgi”, “davranışın sonuçlarının
farkında olma”, “kişisel onaylama”, “durumsal
faktörler” ve “genel sorumlu çevre davranışı”
ölçülerini kullanmış ve çok değişkenli regrasyon
analizi sonucunda, “sözlü onaylama” ve “ekoloji
bilgisinin” birlikte, genel “sorumlu çevre
davranışının” sadece % 21.8’ini açıkladığını
bulmuştur (R2 = 21.8). Sosyal normların
(kurallar ve kültürel geleneklerin) nasıl
davranışı etkilediği üzerine eğilen Schwartz’ın
“alturism” modeline göre (1991), kişiyi geri
dönüşüm davranışına iten zincirde, sırayla (a)
sosyal normların kişisel normlar olarak
benimsenmesi, (b) davranışın sonuçlarının
bilincinde olma ve (c) sonuçtan kişisel
sorumluluk duyma duygusu vardır. Ejder-Erdoğan
ise 1997’deki incelemesinde, kişilerin kendi
davranışları hakkındaki sözleriyle, kişilerin
gerçek davranışları arasında önemli farklılık
olduğunu bulmuştur: Değerlerde, tutumlarda ve
enformasyondaki değişim ancak davranışlarda
göründüğünde, sözlerden çok günlük faaliyetlerde
ifade edildiğinde anlam kazanır. Ayrıca, sosyal bilimin amacı
sadece toplumlardaki inanç ve tutum
farklılıkları ve bunların dağılımının
frekanslar, indeksler, merkezi yönelimler ve
standart sapmalarla belirlenmesi değildir.
Sosyal bilim dağılımın özelliğinin neden ve
sonuçlarını açıklamakla yükümlüdür. Bu tür teori, insanın düşünce
yapısından hareket ederek insanı açıklamaya
yönelir. Aslında, insan ve toplumunu yapan ve
değiştiren, insanın materyal yaşamını
belirleyen, insanın düşüncesi değil, tam
aksidir. Düşünceler insanı ancak o zamanın
egemen düşüncelerinden öteye götürebilir; o
kadar; düşüncelerle gidilen “öte” ancak materyal
üretimdeki insanın günlük yaşanan gerçeğiyle
asıl anlamını bulur. Yani, düşünce hiçbir şeyi
tutamaz veya değiştiremez; Tutan ve değiştiren,
materyal ilişkiler gerçeğinde bu gerçekle
ilişkili düşünceler taşıyan insandır.
[1] Medya ile yapılan reklam ve ideolojik yönlendirme ve yönetimin etken olması, ancak kişiden ve kişiler arasından geçerek mümkün olabilir. [2] Adam kavramı “erkek” değil, “insan” anlamında kullanıldı. Dilde mücadelede, kavramdan vazgeçme yerine, anlamlandırmayla sahip çıkılmalıdır. Gerekirse, elbette alternatif sunulmalıdır. |