NEO-MARKSİZM: BAGIMLILIK VE AZ
GELİŞMİŞLİK
Debray, Che ve Fanon siyasal
aktivist kuramcı olarak mücadele verirken,
akademik alanda, az gelişmiş ülkelerin durumuyla
ilgili neo marksist teoriler geliştirildi. Rostowcu modelin getirdiği
sunular ve ilettiği anlamlar karşısında, bu
yaklaşıma karşıt olarak, bağımlılık ve egemenlik
ilişkilerine ağırlık veren uluslararası
yapısalcılık yaklaşımı, daha doğrusu en yaygın
adıyla bağımlılık teorisi geliştirildi. Aslında,
nasıl ki Rostowcu teori klasik ekonomik görüşe
dayanıyorsa, bağımlılık teorisi de Marksist
teoriden çıkartılmıştı. Rostowcular'a bakarak,
onlara cevap veya karşılık verme amacıyla ortaya
çıkmamıştır; fakat onlara karşıtlık olarak
durur. Bağımlılık teorisi çizgisel
evrim teorisini reddeder ve ilişkiyi şu şekilde
anlatır: Az gelişmişlik, kapitalizmden önce
gelen gerilik durumu değildir; bağımlı
kapitalizm olarak bilinen kapitalist kalkınmanın
özel bir biçimi ve sonucudur. Bağımlılık
şartlandırıcı bir durumdur. Bu durumda bir grup
ülkenin ekonomisi diğer bazılarının kalkınma ve
genişlemesiyle koşullandırılır. Bu ekonomiler
arasında veya bu ekonomilerle dünya ticari
sistemi arasındaki karşılıklı bağımlılık
ilişkisinde, bazı ülkeler kendi gücüyle genişler
ve diğerleri, bağımlı durumda oldukları için,
ancak egemen ülkelerin gelişmesinin bir
yansıması olarak genişleyebilirler. Bağımlılık
bu ülkelerin geri kalmasına ve sömürülmesine
neden olur. Bağımlılık uluslararası işbölümüne
dayanır. Bu işbölümü bazı ülkeleri
kalkındırırken, dünyanın güç merkezleri
tarafından koşullanmış ve bu merkezlere bağlı
olan diğerlerininkini engeller. Bağımlılığın
tarihsel biçimleri şunlardır: (a) dünya
ekonomisinin temel yapısı; (b) kapitalist
merkezlerdeki egemen ekonomik ilişki biçimleri,
ki dışa doğru uzanır; (c) yan (bağımlı)
ülkelerdeki var olan ekonomik ilişkiler, ki
bunlar kapitalist yayılmayla ortaya çıkan
uluslararası ekonomik ilişkiler şebekesi içinde
bağımlılık durumuna sokulan ülkelerdir. Santos’un bağımlılık
tipolojisi ise şöyledir: (a) kolonici
bağımlılık: ticari ve finans kapitalin
egemenliği, ticari ihraç biçiminde olan
bağımlılık; 19. yüzyılın sonuna kadar olan
kolonicilik; (b) Finans-endüstriyel bağımlılık:
19. yüzyılın sonunda kendini kurmuştur; egemen
merkezlerdeki büyük sermaye; bunun dışa
yayılması; yatırımların hegemonyacı merkez için
ham madde üretimi ve tarım ürünleri olması
(Santos, 1970). Uluslararası egemenlik ve
bağımlılıkta şu genel özellikleri görürüz
(Todaro, 1977: 58-59): (a) Bazı ülkelerin dünyanın
emtia pazar ve kaynaklarını kontrolü ve
yönlendirmesi; (b) Uluslararası şirketlerin
az gelişmiş ülkelerde ki yatırımlarıyla, bu
ülkelerde uluslararası kapitalist egemenliğin
yaygınlaşması; (c) Egemen kapitalist
ülkelerin kıt kaynaklara imtiyazlı sahipliği ve
bunları kullanması; (d) Uyumsuz ve uygun olmayan
bilim ve teknolojinin transferi; (e) Kapitalist ürünlerin, az
gelişmiş pazarlara tekelci uluslararası firmalar
tarafından empoze edilmesi;
(f)
Modası geçmiş ve
ilgisiz eğitim sistemlerinin transferi; (g) Az gelişmiş ülkelerin
kendi endüstrilerini geliştirme çabalarının
dışarıdan getirilen ucuz mallarla engellenmesi; (h) Az gelişmiş ülkelere
zararlı olan kalkınma, ticaret, yardım teori ve
politikalarının kullanılması: (i) Ülkeye değil dış dünyaya
ekonomik ve ideolojik bağlılığı olan elitlerin
yaratılması. (j) Uygun olmayan yüksek okul
(üniversite) eğitim sistemi; (k) Az gelişmiş ülkelerdeki
beyinlerin sanayileşmiş ülkelere göçü; (l) Kitle iletişimi
ürünleriyle yapılan propaganda yoluyla
gösterilen lüks yaşamla yaratılan “gösterme
etkisinin” moral bozucu etkisi (Bu sadece az
gelişmiş ülkelerin halklarına yönelik bir etki
değildir. Aynı etki örneğin, lüks yaşamı ağzının
suyu aka aka seyreden Amerikan işçi sınıfının
insanları üzerinde de vardır). Kalkınma ve modernleşmeyi
evrensel olarak almayanlar, kalkınma
denildiğinde kalkınmanın niteliğinin ne olduğu,
kimin için, kimin tarafından ve neden
gerekliliği üzerinde durulmasının zorunluluğunu
belirterek yola çıkarlar. Bu sorularla
gelindiğinde, günümüzde süregelen kapitalist
kalkınmanın belli bir sınıf için olduğu, ücretli
kölelik durumuna sokulmuş insanların emeğiyle
sağlandığı, sermayenın belli ellerde toplandığı
ortaya çıkar.
Spybey'e göre (1992)
bağımlılık teorisinin orijini, 1930'larda Latin
Amerika ekonomistleri arasında çıkan
“bağımlılık” (dependencia) nosyonuyla başlar.
Oradan B.M. Economik Commission for Latin
Amerika (ECLA) incelemelerine ve özellikle
Arjantinli ekonomist Raoul Prebisch'e gelir.[1]
Dolayısıyla, bağımlılık teorisinin “modernleşme
teorisine tepki olarak çıktığı görüşü yanlıştır.
Spybey'in “bağımlılığı”
ECLA'ya ve daha öncesine götürmesi, ECLA ve
benzerlerinin gelişmeleri için doğru olabilir.
Fakat “bağımlılık” burjuva liberal
revizyonizmiyle başlayıp sola kayan bir
hareketten değil, Marksist teoriden
çıkarılmıştır. ECLA'cılar Marksist görüşten
etkilenmişlerdir ve bu nedenle “sol” olarak
nitelenen kavramlar kullanmışlardır. Bağımlılık
teorisinin modernleşme teorisine tepki olarak
ele alınmasının bir diğer yanlışlığı da,
teorinin geliştiricisi P. Baran'ın kitabını
Rostow’dan 3 yıl önce yazmış olmasıdır.
Bağımlılık dolayısıyla, bir diğer teoriye tepki
değil, bir sosyal durumun eleştirici
yansımasıdır. Bağımlılık teorisi 1950'lerin
sonunda modernleşme yaklaşımına olan alternatif
görüşü anlatır. Bu görüşte modernleşme veya
kalkınma kavramının yerini azgelişmişliğin
kalkınması; yayılmanın yerini bağımlılık veya
emperyalizm aldı. Bağımlılık teorisi kendi
içinde homojen bir özellik göstermez, aksine
1950'lerden günümüze kadar çeşitli bağımlılık
teoristleri tarafından çeşitli yorumlara
uğramıştır. Bu çeşitliliğe rağmen hepsi de belli
ortak özelliklere sahiptir: Bağımlılık
teoristleri, modernleşme teorisinin yayılma
fikrinin, pozitif sonuçları olmadığını, aksine
emperyalizmin ve bağımlılığın mekanizmaları
olduğunu belirtirler. Bu mekanizmalarla sunulan
modernleşme şu sonuçları ortaya çıkarmıştır: a.
Üçüncü dünya emeğinin süper sömürüsü;
b. Tekelci pazar yapıları tarafından dengesiz
mübadele kaidelerinin empoze edilmesi; c. Çok ülkeli firmalar
tarafından transfer fiyatının belirlenmesi; ç. Ödünç alma ve geriye ödeme
koşullarını dikte eden metropolitan finans
kurumlarının egemenliği; d. Üçüncü dünyanın
tasarrufları tarafından finanse edilen
metropoli- tan genişleme ve yayılma;
e.
Üçüncü dünyanın ham
maddelerinin ele geçirilmesi ve kontrolü; f. Üçüncü dünya işgücünün,
köle ticaretindeki gibi sömürülmesi; g. Hint kumaşları, Meksika
petrolü ve Vietnam pirincinde olduğu gibi,
üçüncü dünya endüstrilerinin metropolitan
tarafından tahribi; ğ. Koşullu ödünçler ve çok
ülkeli firmaların yerel pazarları ele geçirmesi
yoluyla üçüncü dünya pazarlarının herkesten önce
satın alınması; h. Uluslararası bir işbölümü
empoze ederek, üçüncü dünya ekonomilerini
dışarıya dönük ve dinamizm için metropolitan
talebe bağlı kılmak; ı. Emperyalist egemenliğe
yardımcı olan askeri rejimlerin dış ticaretini
ve toprak sahiplerinin korunmasını sağlamak; i. Üçüncü dünya milli
burjuvazisinin, yukarıdaki süreçlerden geçerek,
küçültülmesi veya en azından sınırlanması; j. Sermayede intensif
teknolojinin egemenliği ve bunun sonucu olarak
proletaryanın tabakalaşması çapının sınırlanması
ve kentlerde alt proleteryanın yaratılması. Özetlersek, teoriye göre,
dünya sisteminde bir parçanın gelişmesi ve
kalkınması diğer parçaların sırtından
olmaktadır. Bu oluşum mekanizmaları; ticaret ve
dengesiz mübadele, artı değerin merkez ülkelere
transferi, teknolojinin az gelişmiş ülkelere
yayılmasını önleyen sınırlı koşullar altında bu
ülkelere transferi ve bu transferin metropolitan
sahiplerine kazanç sağlamasıdır. Azgelişmişlik,
bu ülkelerin dünya kapitalist sistemine
entegrasyonuyla ortaya çıkmış kendine özgü birer
sosyal ekonomik yapı tipidir. Bağımlı ülkeler,
özerk, kendi kendini yürüten ve besleyen büyüme
kapasitesine sahip değildir ve sadece metropolün
gelişmesiyle gelişebilirler. Bağımlılık teoristleri,
modernleşme teorisinin aksine “yayılmayı”
negatif olarak nitelerler. Azgelişmiş ülkelerin
az gelişmişliğinin gelişmelerden izole
olmalarından kaynaklandığı ve gelişmeleri için
gelişmişlerle ilişkilerinin verimli olduğu
görüşünün aksine, gelişmiş ve azgelişmişliğin
birbirine bağlı olarak alınmasını savunurlar: Az
gelişmişler, geleneksel sosyal kalıplarının
kalıcılığı nedeniyle değil, kapitalizmin
eksenine sokulduklarından/getirildiklerinden
dolayı az gelişmiş olmuşlardır. Bağımlılık teorisini
savunanlar kendi aralarında da belli
farklılıklar gösterirler. Aşağıda bu teorinin
önde gelen aydınlarının düşünceleri özlüce
sunuldu.
1.
Paul
Baran ve Neo-marksizm
Paul Baran (1910-1966) Rus
doğumlu, Berlin, Frankfurt, Paris ve Harvard'da
eğitim görmüştür. A. G. Frank, I. Wallerstein,
A. Emmanuel ve diğer neo-marksist
entelektüelleri etkilemiştir. Hatta Baran,
neo-marksizmin babası olarak tanımlanır. Baran,
Frank, Wallerstein ve diğer neo-marksistler
belli noktalarda birbirlerinden ayrılsalar da,
hepsi de özellikle milletlerarası siyasal
ekonomide ticaret kalıbına eğilmiş ve ticari
kapitalin devri ve egemen dünya kapitalist
sisteminin uydu-yan sahalara etkisiyle
ilgilenmişlerdir. Baran, Marksist teoride ilk
kez az gelişmişliği ele almış ve kapitalizmle
azgelişmişlik üzerinde durmuştur. Baran'a göre
(1957:2) az gelişmiş ülkelerdeki ekonomik
kalkınma, ileri kapitalist ülkelerin egemen
çıkarlarına esasında ters düşer. Endüstrileşmiş
ülkelere birçok önemli ham maddesi ve bu
ülkelerin firmalarına geniş ölçüde çıkar ve
yatırım alanları sağlayan geri kalmış dünya,
kapitalist Batı için daima vazgeçilmez bir
yaşama alanını temsil etmiştir. Bu nedenle,
Amerika'daki yönetici sınıflar “kaynak ülkeler”
denen bu ülkelerin endüstrileşmesine şiddetle
karşı çıkmışlardır. Baran, tekelci sermayenin
kişiye ve topluma etkisiyle ilgilendi ve az
gelişmiş ülkelerdeki kapitalizmin usdışılığını
ve adaletsizliğini inceledi. Kalkınma konusunda
Baran, Marx, Lenin, Rosa Luxemburg ve
benzerlerinin, kapitalizmin “durgunluğa”,
emperyalizme ve siyasal krizlere doğru evrim
yöneliminde olduğuna ilişkin görüşlerinin
doğrulandığını öne sürmüştür. Baran günümüzde
koloniciliği bağımlılıkla eşitlemiştir ve
bağımlı ülkelerin gelişmiş ülkelerin eskiden
yaptığı şekilde birikim elde edemeyeceklerini ve
tekelci kapitalin üstesinden gelemeyeceklerini
savunur. Baran'a göre, az gelişmiş olan
ülkelerin sömürüsü kapitalizmin Batı'da
gelişmesinde hayati bir rol oynadı ve bu
ülkelerin kendilerinin gelişmesini engelledi. Baran, az gelişmiş ülkelerin
kapitalist kalkınmayla gelişeceğini savunan
modernleşmecileri, özellikle Rostow'u eleştirir:
Rostowcu teori ekonomik büyümeyi tek bir kalıba
indirger; Rostow'un sunduğu kalkınma safhaları
şeması ilgisiz konular, kavramlar, düşünceler
kullanmaksızın (örneğin Durkheim ve Weber'den
gelen ve neo fonksiyonalistler tarafından
kullanılan ideal tipi ve geleneksel toplum
özelliklerini vb. kullanmadan) ne açıklamalar
yapabilir ne de öngörüler ortaya atabilir. Bu
teori bizim ekonomik kalkınma hakkındaki
bilgimize hiçbir şey katmaz (Baran, 1969:xxxiii) Baran, Marksist teoride önemli
bir yönelime, özellikle tekelci kapitalin
gelişmiş ve az gelişmiş ülkelerde duraklamanın
nedeni olduğu konusuna eğilmeye katkıda
bulunmuştur.
James Cypher ve John Taylor
gibileri Baran'ın ve neo-marksistlerin kalkınma
ve az gelişme tartışmasını “tarihsiz, statik ve
alış-veriş'' üzerine kurulmuş olduğunu;
emperyalist girişimin az gelişmiş ülkelerde
kapitalizmin evrimini engellediği görüşünün,
ekonomik kalkınmayı teyit ettiğini, girişimin,
üretilen artı değerin nasıl kullanıldığını
tasvire indiren basit bir karşı gelme olduğunu
belirtmişlerdir. Gerçi Baran'ın katkısı
reddedilemez. Fakat, emperyalizmle az
gelişmişliğin yan yanalığı, merkez ve perifer
ayırımı oldukça genelleştirilmiş bir ayırım ve
kategorileştirmedir. Ayrıca, bu kategorileşmede
“sosyal sınıf” kavramı ve sınıf çatışması
uluslararası ilişkiler üzerine ağırlık verildiği
için geri planda görünmektedir. Emperyalizm
günümüzde tek merkezli değildir; yan yanalık
ortadan kalkmış iç içelik kurulmuştur;
dolayısıyla uydu, kenar, çevre veya uç kavramı
ve ilişkisinden çok, kapitalist ülkelerin kendi
ülkelerinin içindeki işçi sınıfını “geri
bırakma,” az gelişmiş denen geri bırakılmış
ülkelerdeki sermayeyi kontrol ve ona ortaklıkla,
bu ülkelerin de çalışan sınıflarını “geri
bırakma” ilişkileri egemendir. Geri bırakma
ilişkilerinde elbette gelişmiş kapitalist
ülkelerin kendi ülkeleri içinde uyguladıkları
siyasal ve ekonomik politikalar, dünyanın diğer
ülkelerinde uyguladıkları politikalardan
farklıdır. Hatta geri bırakma ve yoksullaştırma
politikaları her ülkede küçük veya büyük
farklılıklar gösterir. Fakat bütün farklılıklara
rağmen, ana amaç ve politika aynıdır: Mümkün
olduğu kadar çok kontrol, güç ve kar elde etmek.
Tekelci kapitalin engellemesi elbette milli
devletleri kontrol eden iç sermayelerin gümrük
duvarları ve direnişiyle karşılaşmıştır. Bu
direniş 1970'lerde ve 1980'lerin sonlarına kadar
Birleşmiş Milletler'deki Amerikan egemenliğinin
kaybı sonucuyla da destek görmüştür. 1990'lara
gelindiğinde uluslararası sermayenin yavaş yavaş
(veya bazı ülkelere hızla) girişleri ve pazar
kontrolündeki artan arzuları, yeni baskılarla iç
sermayeler (devlet kurumları dahil) için gümrük
duvarlarını sadece turist ve işçileri soyan ve
engelleyen bir sistem durumuna düşüren, yaygın
teşvik ve ortaklıklarla sonuçlanmıştır. Birçok
ülkede milli sermaye kavramı, dışla ortaklık ve
dışın parçası olması nedeniyle klasik anlamını
yitirmiştir. Sermaye birikimi böylece belli
montaj, üretim ve tüketim sanayilerinde birkaç
ailenin dış sermayeyle ortaklaşa tekelleşmesi
biçiminde olmaktadır. Bu da klasik milli
kapitalist sermaye birikiminden ve kalkınmadan
farklıdır: Modernleşme ve kalkınma, uluslararası
sermayenin iç sermayeyi yok etmesi ve
ortaklıklar kurarak sürdürülen uluslararasılaşma
ve “geri bırakma” biçiminde olmaktadır. Elbette
geri bırakma dünle aynı durumda bırakma
anlamında alınmamalıdır. Aksine, geri bırakılan
ülkelerin bazılarında oldukça hareketlilik
vardır ve bu hareketlilik bu ülkelerdeki
kitlelerin bazılarını lüks tüketim malları için
çalışarak tatmin peşinde koşturup memnun
ederken; bazılarını da eskisinden çok daha fazla
yoksunluk ve yoksulluğa itmektedir.
2.
A. G.
Frank ve metropol-uydu bağımlılığı
Frank da birçokları gibi
Batı'nın gelişmesini ve diğerlerinin
gelişmemesini, Batı'nın diğerlerini sömürmesine
ve ekonomik artı değerlerinin gasp edilmesine
bağlar. Gelişme ve az gelişme
kapitalizmin bazı içsel çelişkilerinin
sonucudur. Birinci çelişki: Kapitalizm
diğerlerinin tahribi üzerinde yükselir, yani
diğerlerinin ekonomik artı değerlerinin gaspı ve
kaynaklarının kullanılıp tüketilmesi üzerinde...
İkinci çelişki: Kapitalizm metropolitan merkez
ve yan uydulara kutuplaşır. Kapitalizm uydunun
iç ekonomisini aynı çelişkiyle gebe bırakır ve
böylece “metropolis - uydu” kutuplaşması
uydularda da yaratılır. Bu durum az gelişmiş
ülkelerin metropolist kapitalistlerinden az
gelişmiş ülkelerin işçilerine kadar uzanan
metropolis - uydu ilişkileri zincirini
oluşturur. Kimsenin uydusu olmayan Batı
sermayedar ve yönetici sınıfları az gelişmiş
ülkelerin başkentleri için metropol olarak,
başkentler de kendi ülkelerinin bölgesel ve
yerel merkezleri için metropol olarak faaliyet
gösterirler. Yerel toprak sahipleri ve tüccarlar
kendi köylüleri, kiracıları ve topraksızları
için metropolis görevi görür. Bu en alttaki
gruplar herkesin uydusu ve hiç kimsenin
metropolisi değildir. Her ara uydu kendi
uydusunu sömürerek ekonomik artı değerin bir
kısmını kendine bir kısmını da sisteme emer. Bu
süreçte toplanan artı değer sonuçta dünya
metropolisine ulaşır ve oradaki burjuvaziyi
zenginleştirir (Frank, 1970:7). Frank'a göre, az gelişmiş
ülkelerin burjuvazisi, metropolis burjuvazisi
gibi, kendi boyunduruğundaki sınıflardan artı
değeri gasp etmede araçtır. Fakat kendisi
metropolis tarafından sömürüldüğü için, Batı
burjuvazisinin Batı'da gördüğü klasik kalkınma
rolünü yapamayacak kadar zayıftır. Dolayısıyla
lumpen burjuvaziden başka bir şey değildir. Frank'a göre, Batı ile yakın
ilişki kuran ülkeler en az gelişmiş, az ilişki
kuranlar ise daha çok gelişmiştir (örneğin Meiji
restorasyonundan sonraki Japonya... Japonya 1980
ve 1990'larda Amerika’yla yarışa girmiştir.) Frank, soldan gelen
eleştiriler sonucu, önce teorisini Latin Amerika
ötesine çıkartıp genelleştirmeye çalışmıştır.
Daha sonra “bağımlılık” teorisini terk etmiştir.
Frank'ın kalkınma ve az gelişmişlik konusunda
ortaya attığı görüşleri şöyle özetleyebiliriz: (1) Dünyada bugün (1960'lar)
metropollerle uydular arasında belli ilişkiler
vardır; bu ilişkilerle metropoller gelişirken
uydular az gelişir. Dünya metropolis bütünü
tümüyle kucaklar ve hiçbir yerin uydusu
değildir. Milli ve diğer alttaki metropollerin
gelişmesi kendilerinin uydu statüleriyle
sınırlıdır. Örneğin Buenos Aires ve Sao Paulo
bağımlı milli metropolleri 19. yüzyılda büyümeye
başladılar; fakat bugün İngiltere ve Amerika’nın
metropollerine bağımlıdırlar. (2) Uydular metropollere
bağları en zayıf olduğu zaman, örneğin dünya
metropollerinde yaşanan depresyon ve savaşlar
sırasında, gelişirler. Bununla beraber,
metropolis krizden kurtulur kurtulmaz, uydular
dünya sistemine yeniden emilirler ve sonuçta
kriz sırasında elde edilen gelişme boğulur ve
kendini sürdüremez.
(3)
Şimdi feodal ve geri olarak görünen alanlar, bir
zamanlar izole olmamış ve kapitalist öncesi
durumdaydı ve dünya metropolüne temel ürünler ve
geniş kapital kaynağı sağlıyordu. Metropolisler
tarafından terk edilir edilmez, bu alanlar
gerilemeye başladı. (4) Azgelişmiş alanlarda,
Latifundium (Güney Amerikan toprak ağalığı),
milli ve dünya pazarlarının taleplerini
karşılayacak ticari (commercial) teşebbüs olarak
kuruldu. (5) Latifundium'ın geri ve
feodalliğe benzer karakteri izolasyonun sonucu
değil, dünya metropolü tarafından terk edilen
tarımsal ve madencilik alanlarının gerilemesinin
sonucudur. (Frank, 1966:23-30). (6) Frank’a göre kalkınmadan
önce az gelişme yoktu. Bununla Frank az
gelişmişlik ve gelişmişlik evrim safhalarını
reddeder. Az gelişmişlik ve ekonomik kalkınma
birbirine entegre olmuş, kapitalist sistemin ve
gelişmenin aynı anda olan ve ilişkili
ürünleridir. (Frank, 1975:43) Yani, Frank'a
göre, az gelişmişlik gelişmeden önceki bir safha
değildir. Benim anlatımımla az gelişmişlik
kapitalist ideolojinin bir kavramıdır ve az
gelişmişlik değil, az geliştirilmişlik, daha
doğrusu geri bırakılmışlık vardır ve bu da
kapitalist ekonomik düzenin, emperyalizmin
yaratığıdır. (7) Frank'a göre kapitalizm,
dünya çapında entegre olmuş tek bir sistemle
gelişmiştir. Bu sistemin bir parçası diğerini
sömürür. Bölgesel farklar da belirir: Az
gelişmiş bölgelerde gelişmiş sektörler ve
gelişmiş bölgelerde az gelişmiş sektörler, aynı
dengesiz kapitalist gelişme sürecinin ürünleri
olarak gelir (Frank, 1975).
(8) Frank Latin Amerika'nın
kapitalist az gelişmesinde üç çelişki görür: (a)
Üreticiler ve işçiler tarafından yaratılan
ekonomik artı-değerin kapitalistler tarafından
tekelci gaspı ve kendine ayırma; (b)
Metropolitan merkez ve yan uydulara kutuplaşma;
(c) Kapitalist sistemin sürekliliği ve az
gelişmişlik yaratılışı (Frank, 1967:6-14). (9) Frank (1969), Parsons'un
“kalıp değişkenlerini”, Weber'in ideal tipini,
Rostow'un beş safhalı kalkınma kuramını,
antropologların Amerikan gizli servislerine
yakın bağlarını ve liberal yönelimleri
eleştirmiştir. Ayrıca, Amerikan dış yardımının
Latin Amerika'da oynadığı emperyalist rolü,
Brezilya'dan Amerika’ya kapital akımını
inceledi. Casanova gibi “ilericilerin” çift
toplum (= kısmen kapitalist kısmen feodal) içsel
kolonicilik ve kapitalist öncesi görüşlerini
reddetti. Furtado'nun reformculuğunun “devrimi
önleme” olduğunu öne sürdü. Az gelişmiş
bölgelerin sınıf yapısının uluslararası
kapitalizmin kolonici yapısı tarafından
biçimlendirildiğini, anti-emperyalist
mücadelenin ancak sınıf mücadelesi olabileceğini
öne sürdü. (10) Frank'a göre, kalkınmanın
her ülkede aynı safhalardan geçerek olacağı
varsayımı yanlıştır. Bugünün ileri kapitalist
ülkeleri asla, bugünün üçüncü dünya
ülkelerindeki gibi, az gelişmemişti, fakat
gelişmemişti. Az gelişmişliğe üçüncü dünya
ülkelerinin belli ekonomik, sosyal ve siyasal
yapıları sebep olmamıştır; Az gelişmişlik,
gelişmiş metropoller ve az gelişmiş uydular
arasındaki ilişkilerin tarihsel bir ürünüdür.
Kısaca, kalkınma ve gelişme aynı pazarın iki
yüzüdür, aynı sürecin iki ucu, kutbudur.
Metropolitan kapitalist gelişme/kalkınma, dünya
çapında üçüncü dünya ülkelerinde az gelişmenin
gelişmesini yaratır. Bunun ana mekanizması
uydulardan ekonomik artı-değeri drenaj etmedir. Meksikalı eleştirici bir
grubun A.G. Frank'ı sosyal sınıflara
eğilmemesiyle eleştirisine; Frank az
gelişmişliği sınıf açısından, özellikle
burjuvazi açısından anladığı savunusuyla cevap
verdi: Burjuvazinin politikalarının ekonomik
bağımlılığı nasıl güçlendirdiği ve
az-gelişmişliğin gelişmesini (= az gelişmişin az
gelişmiş olarak kalması anlamında) nasıl
sürdürdüğünü anlattı. Bu burjuvaziyi “lümpen
burjuvazi” ve bu burjuvazinin faaliyetleriyle
çıkan az gelişmeyi “lümpen gelişme” olarak
niteledi. Gerçi az gelişme kavramını kullanmaya
devam etti fakat bu kavramın 1970'lerdeki
kullanılışını, gerçeğin doğru bir şekilde
kavranmasının, ideolojik, siyasal, ekonomik,
sosyal, kültürel ve psikolojik bakımlardan, “en
utanmaz reddi” olarak niteledi (Frank, 1977:9). Frank 1970'lerde bağımlılık
teorisinin değişen koşullarda yetersizliğini
kabul etmeye başlamış ve sonunda bu görüşü terk
etmiştir: Frank'a göre bağımlılık/az gelişme
teorisinin önemi reddedilemez, fakat gerileyen
büyüme oranı, karlar ve yatırımları içeren
değişen dünya koşullarıyla bağımlılık teorisi
son buldu veya en azından doğduğu Latin
Amerika'da, doğal hayatının devrini
tamamlamaktadır (Frank, 1974; 1977). Frank 1970’lerin ikinci
yarısında dikkatini, özellikle Immanuel
Wallerstein'in eleştirisinin etkisiyle, Latin
Amerika dışına çevirdi. Frank, üretime ticari
ilişkilerin hakim olduğu ve metropolis-uydu
ilişkilerinin sınıf ilişkilerinden önce geldiği
üzerinde durmasına rağmen, 1950 ve 1960'larda
dünyada at oynatan emperyalist yayılma ve
modernleşme teorisine o sıralarda geleneksel
Marksizm yanında, güçlü bir şekilde karşı gelen
alternatif bir görüş getirdi. Ayrıca, az
gelişmişlik ve gelişmişlik konusunun/sorusunun
dünya çapında incelenmesine ve entelektüel
tartışmaların açılmasına büyük katkıda bulundu.
3.
Novack
ve Mandel
Novack'a göre kapitalizmin
yayılmasıyla bir dünya pazarı ortaya çıktı ve
kapitalizm, bütün kapitalist öncesi biçim ve
ilişkilere girdi, fakat bu kapitalizm-öncesi
ilişkilerin çoğu kaldı. Belçikalı ekonomist Ernest
Mandel'in düşünceleri Novack'ın görüşlerinin
çoğunun kaynağıdır. Mandel “geç kapitalizm”
(late capitalism) görüşüyle, Marks, Lenin ve
Troçki'nin fikirlerini birleştirip dünyanın
İkinci Dünya Savaşı'ndaki durumuna göre
“yenilemeye” çalışmıştır. Mandel’in yaklaşımında
“Kapitalizm, üretimi sınırsız ölçüde
genişletmek, etki alanını bütün dünyaya yaymak
ve bütün insanları potansiyel satın alıcılar
olarak hesaba katmak eğilimindedir” (1991:57).
Kapitalist gelişme ve az gelişmişlik konusunda
Mandel, devletlerin, bölgelerin ve endüstrinin
dengesiz ve birleşik gelişmesine işaret ederek,
bir gelişme ve az gelişmişlik sistemi
belirlemiştir. Bu sistemde her parça birbiriyle
karşılıklı ilişkidedir. Böylece artı-değer kar
şeklinde, az gelişmiş ülke ve bölgelerin
(kolonilerin ve yarı kolonilerin) sırtından
sağlanır. Dolayısıyla kalkınma ancak az
gelişmeyle birliktelik içinde olur: Az
gelişmişliği sürdürür ve kendini bu sürdürme
sayesinde kalkındırır (Mandel, 1975:102).
Mandel'e göre, az gelişmiş bölgeler olmaksızın
artı değerin endüstrileşmiş bölgelere transferi
olamazdı, çünkü kapitalist dünya sistemi
bütünleşik ve hiyerarşileşmiş bir gelişme ve az
gelişme bütünüdür ve bu, farklı dönemlerde
farklı biçimler almıştır. Serbest rekabet
kapitalizmi döneminde, gelişme ve az gelişme
bölgesel yan yanalık içindeydi. Klasik
emperyalizm döneminde, 1945’den önce, bu
emperyalist devletlerin gelişmesi ve koloni ve
yarı koloni ülkelerdeki az gelişme uluslararası
yan yanalıktaydı. Geç kapitalizm döneminde
büyüme sektörlerindeki gelişmenin ve
diğerlerindeki az gelişmenin genel endüstriyel
yan yanalığında yatar. Mandel çalışmalarında,
Amin, Prebisch ve Emmanuel’i Marks ve Ricardo'yu
birleştiren “birleştirici” teorileri nedeniyle
eleştirmiştir. Amin ve Emmanuel “dengesiz
alışveriş” sorununun az gelişmiş ülkelerin
farklı sosyal yapılarının problemlerine kadar
geri gittiği fikrinde hem fikirdirler. Mandel,
Frank'ın merkezdeki kapitalizmin artı değeri
kendine ayırdığı ve böylece az gelişmiş
ülkelerde az gelişmişlik ürettiği fikrine
katılmaktadır. Fakat bağımlılık getiren
mekanizmaların analizinde Frank’tan ayrılır.
Mandel'e göre, Frank bu mekanizmaları, koloni ve
yarı kolonilerdeki kapitalist dünya pazarının
boyunduruğu altındaki, ekonominin kapitalist
doğasında bulur. Mandel ise mekanizmaları, bu
ülkelerin sosyal yapısını karakterleştiren
kapitalist öncesi ilişkilerde görür. Daha
açıkcası, Mandel üretim ilişkilerine öncelik
verdiğini, Frank'ın vermediğini öne sürmüştür
(Mandel, 1975:365- 366).
4.
Wallerstein ve Kapitalist Dünya Ekonomisi
Amerika’nın “State
University of New York at Binhangtom“
okulundaki “Fernand
Braudel Center for the Study of Economics,
Historical System and Civilization“ inceleme
merkezinden çıkıp gelen Dünya Sistemi görüşü,
“bağımlılık“ teorisinin açıklamalarını ve
yaklaşımını yetersiz buldu.[2]
I. Wallerstein'in liderliğinde devam eden bu
görüş, Dos Santos, Frank ve Amin gibi
bağımsızlık teorisinin ileri gelenlerinin
görüşlerinin “yenilenmiş“ ve değişime uğratılmış
bir biçimidir. Wallerstein, neomarksist
yaklaşıma, kapitalist dünya ekonomisinin
incelenmesini getirdi. Wallerstein'da,
“metropolis“ kavramı “merkez“ ve “uydu“ kavramı
da “yan (çeper)“ olur. Wallerstein'e göre 16.
yüzyıldan beri dünya kapitalist ekonomisi vardır
ve coğrafya olarak üç bölgede toplanırlar:
Merkez, yarı perifer (yarı yan) ve perifer
(yan). Merkez, sisteme egemendir; perifer ve
yarı periferin ekonomik artı-değerini süzer
alır. Milli devletler ayrı veya paralel tarihe
sahip olan toplumlar değildir. Bir bütünü
yansıtan parçalardır. Dünyanın farklı ülkeleri
kapitalist dünya ekonomisinde farklı roller
oynarlar. Farklı iç sosyo-ekonomik profillere ve
farklı politikalara sahiptirler. Bir ülkenin iç
sınıf çelişkisini ve siyasal mücadelelerini
anlamak için önce bu ülkeyi dünya ekonomisine
yerleştirmek gerekir. Böylece, belli bir devlet
içindeki belli grupların avantajına veya
dezavantajına olan çeşitli siyasal ve kültürel
girişimlerin, bu dünya ekonomisi içinde bir
pozisyonu değiştirme veya tutma yollarını
anlayabiliriz. Wallerstein'e göre, (1)
Sosyo-ekonomik yapı, dünya pazar firsatları ve
teknolojik üretim olanakları tarafından
belirlenir; (2) Devlet yapı ve politikaları
egemen sınıf çıkarlarına göredir. Wallerstein'e göre, merkez,
yarı perifer ve perifer, günlük tüketim için
gerekli mallardaki dünya pazarı ticaretiyle
birbirine bağlıdır; merkez (Batı) sisteminin
“yan” sayesinde gelişir ve “yan” bu süreç sonucu
gelişmez. Wallerstein'e göre, bugün üç parçalı
dünya egemenliği sistemi vardır: 1. Endüstri
üretimi ve ticarileşmiş tarım yapan “merkez”
kapitalist devletler; 2. Merkez tarafından
sömürülen ve “yan”ı sömüren “yarı yan” devletler
(Kanada, Avustralya, Japonya ve İtalya gibi); 3.
Temel olarak ihracat ve merkezde tüketim için
üretilen sınırlı çeşitteki temel ürünler üzerine
uzmanlaşmış “yan” devletler . Wallerstein'e göre, bağımlılık
ve az gelişmişlikten kurtulmanın tek yolu Batı
ile ilişkilerin kesilmesidir; bunun barışçıl
yolla yapılması olanaksızdır, dolayısıyla tek
çare alttan gelen protesto ve devrimdir. Wallerstein dünya sistemini
tek iş bölümü ve birçok çoklu kültürel sistemle
bir birim olarak niteledi. Wallerstein’ın
çalışmalarında kapitalizmi ticarete dayanan iş
bölümüyle eşitlemesi, Paul Sweezy tarafından
eleştirilmiştir. Wallerstein'e göre, milli
kalkınmanın safhalarından değil, dünya
sisteminin safhalarından bahsedebiliriz. Modern
dünya sistemi kapitalist üretim tarzıyla eş
anlamdadır, dolayısıyla, ona aittir. Fakat gene
de, total sistem içinde görevsel bakımdan belli
roller oynayan merkez, yarı perifer ve perifer
gibi tabakalara ayrılır. Wallerstein'in “dünya
sistemi“ analizi, sistemin çok taraflı
ilişkilerine ağırlık vererek bağımlılık
teorisinin tek taraflı “metropol - uydu“
karakterini değiştirmiştir. Buna paralel olarak,
1980'lerde merkez - merkez ve uydu - uydu
ilişkileri incelemeleri “merkez - uydu“
incelemesi kadar önem kazandı. Bununla beraber,
Wallerstein'in yaklaşımı da bizi tarihsel somut
sınıf analizine diğer bağımlılık
yaklaşımlarından daha da yakınlaştırmadı. Bütün
olanlar, süreçler, grup kimlikleri, sınıf ve
devlet, total sistem içinde, total sisteme göre
açıklandı. Wallerstein sosyalist ülkeleri de tek
bir dünya sistemi içine sokar: Sosyalist ülkeler
de kapitalist pazar sisteminin işleme biçimine
uymak zorundadır.
Skocpol'a göre (1977)
Wallerstein milli sisteme karşı dünya sistemini
sunarak “ayna imajı tuzağına düşmüştür.[3]
Devrimci revizyonist veya neo-marksist
bağımlılık teorisi kapitalist dünya sisteminin
sömürgen karakterini etraflıca göz önüne
sermekte oldukça başarı sağlamıştır. Fakat
kapitalist kalkınma ve az gelişmişliği
açıklarken tüm ağırlığı sadece sömürüye vererek
teorilerini oldukça sınırlamışlardır. En önemli
noksanlıkları yeterince içsel faktörlere,
özellikle üretim biçimi ve ilişkilerine önem
vermemeleridir.
5.
Amin
ve emperyalist merkez ve uydu halkları
Mısırlı Samir Amin,
kapitalizmi dünya seviyesinde iki kategoride
inceler: merkez ve uydu. Merkez ve uydu
arasındaki temel fark şudur: Merkezdeki
kapitalist ilişkiler içsel süreçlerin
neticesidir ve uydudaki kapitalist ilişkiler
dışarıdan sokulmuştur. Dolayısıyla, merkez
ekonomiler otosentriktir. Otosentrizm, kitle
tüketim mallarını üreten sektörle sermaye
malları üreten sektör arasındaki içsel ilişkinin
dengeli olması demektir. Bunun aksine, uydu
ekonomileri kendilerine hükmeden merkezdeki
birikimin mantığına tabidirler. Uydu
ekonomilerde düşük ücretler, ve dolayısıyla
yüksek işgücü verimi dengesiz mübadele ve süper
sömürü için temel olur. Amin'e göre, emperyalist
dönemde yeni kapitalist merkezlerin kurulmasına
kapılar kapalıdır ve sosyalist devrim
gereklidir. Amin'in bunu söylediği 25 sene
önceki durumla bugün farklıdır: Gerçekte,
uluslararasılaşma, Japonya'nın güçlenmesi ve
Avrupa’nın ekonomik birlikle getirdiği
mücadeleyle ekonomik tek merkezlilik anlamını
yitirmeye başlamıştır.
Amin'de
dünyadaki temel çelişki emperyalist merkez ile
uydu halklarıdır. Dolayısıyla, uydu’da sosyalist
devrim milli kurtuluştan farklı değildir. Yerel
burjuvazinin liderliğinde ulusal kurtuluş
imkansızdır; bu nedenle önderlik edecekler
köylüler ve işçi kitleleridir. Amin, emperyalizmi ana düşman
olarak gösterir. Uydunun içsel sınıf yapısını ve
bu yapının ilişkisiyle sürdürülen sömürüyü
görmemezlikten gelmektir. Bunun siyasal
sonuçlarından biri, bu ülkelerdeki işçi
hareketleri anti-emperyalist ve anti-kapitalist
nutuklarla milliyetçi veya İran’da olduğu gibi
dinci anti-emperyalist hükümetler tarafından
bastırılır. Ecevit ve Papandreau gibi 1970'lerin
sosyal demokratlarının, sosyalist yöne
yönelmeksizin anti-emperyalist nutuklarla
pozisyonları güçlenir. Amin bağımlılık teorisini
Afrika’ya uygulamıştır. Amin'e göre uydunun,
özellikle Afrika'nın geriliği uydu ile merkez
arasındaki dengesiz mübadeleden dolayıdır. Dünya
sisteminin global dengesizliği alçak ve yüksek
ücretin ülkeler arasında bölümü üzerine dayanır.
Bir kez kuruldu mu, bu dengesizlik dünya
pazarının işlemesiyle sürdürülür ve arttırılır;
bu yolla merkez, uyduların ekonomilerini kendi
ihtiyaçlarına uygun bir biçimde çarpıtır.
(Dengesiz uzmanlaşma, peşin para ile satılan
mahsul üretimi ve ihracatı, tarım işçilerinin iş
yaratmadan proleterleştirilmesi ve üretim
sürecinden çekilmesi gibi.). Bu çarpıtma
ekonomiye geriletici etki yapar. Bu da
modernleşme teorilerinin öngördüğü kendi kendine
yeterli büyümeyi engeller. Amin sistematik bir şekilde
ana yolun siyasal ekonomi ve kalkınma
görüşlerini eleştirmiştir: Dünyayı gelişmiş ve
az gelişmiş olarak ayıran görüşlerden farklı bir
yaklaşım ortaya atmıştır. Amin'e göre biri
sosyalist, diğeri kapitalist olan iki tür dünya
pazarı yoktur. Batı Avrupa’nın da düşük olarak
katıldığı tek bir kapitalist dünya pazarı
vardır. Amin az gelişmeyi, her yerde görülen
üretimin, ekonominin farklı sektörleri
arasındaki iletişimin yetersizliğiyle gelen
verimliliğin dengesizliği; ekonomik dağılma ve
bağımlılığın neticesi olan dıştan gelen
egemenlik bakımlarından tanımlamıştır. Dengesiz
verimlilik her yerde hatta ileri ülkelerde bile
görülür. Merkezde büyüme, gelişmedir. Uyduda
büyüme, gelişme/kalkınma değildir. Dünya
pazarına entegrasyona dayanan uydudaki büyüme
“az gelişmenin gelişmesidir“. Amin “üçüncü
dünya” ve “az gelişme” kavramları yerine,
“yandaki kapitalist biçimlenme” kavramını
getirmiştir. Amin'e göre, üretim biçimine eğilme
her ülkede milli kapitalizmlere ve
burjuvazi-proletarya ilişkilerine dikkati çeker.
Bu fokus dünya çapında kapitalist biçimler
sistemine kaymalıdır; çünkü çelişki dünya
burjuvazisi ve dünya proletaryası arasındadır.
Bu ikisi arasındaki çelişki kapitalist üretim
biçiminden değil, sistemdeki merkez ve yandaki
biçimlenmeden kaynaklanmaktadır.
Amin, Batı'nın işçi ve işçi
sendikalarını, tekelci kapitalin suç ortakları
ve global ölçüde “gerçek” işçi sınıfının (=
köylülerin) düşmanı olarak suçlamıştır.
[1] Alman iktisatçı Hans Singer ile birlikte yaptığı çalışmasında Prebisch, Üçüncü Dünya ülkeleri ile sanayileşmiş kapitalist ülkeler arasındaki uluslararası tarım ve sanayi ürünleri ticaret hadlerinin uzun dönemde tarım ürünleri aleyhine değişmekte olduğunu ve bunun ticarete konu olan ülkeler arasındaki sömürüyü gösterdiğini ifade eder. "Singer-Prebisch" adıyla anılan yaklaşım için daha ayrıntılı bilgi: Singer (1968). [2] 1902-1985 arasında yaşamış, Fransız İktisat tarihçisi , F. Braudel, anlatımcı ve olaycı tarih yazımına karşı çıkarak yapısal bütüncülük anlayışını savunan “Annales” ekolünü oluşturmuştur.
[3]
Ayna imajı: bir
eski
paradigmadan
polemik
zıtlıktan
geçerek yeni
paradigma
yaratmaktır.
Modernizm
teoristlerinin
ideal tipe bakıp
gelenekseli ve
modernliği
yarattıkları
gibi. |