1970'LER VE
MODERLEŞMENİN
MUHASEBESİ
1960'ların
ortasında,
Amerika’nın
dünyadaki
ekonomik ve
askeri gücü
sınırsız,
güvenli olarak
görünüyordu. Bu
görünüm
1970’lerde
Vietnam,
enflasyon ve
işsizlikle
yıkılmaya
başladı.
Ardından Avrupa
ve Japonya’nın
ekonomik
rekabeti
tırmanmaya
başladı
(Preston,
1981:116-117).
İlk modernleşme
modeli
1950'lerde, daha
başlar başlamaz,
kırılmaya
başlamasına
rağmen,
1960'ların
ortasına kadar
güçlü kaldı.
Küçük
revizyonlarla
yetmişlerin
başlarına kadar
ayakta tutulmaya
çalışıldı.
1970'lerin
ortasında,
burjuva çevreler
ciddi olarak
teorilerinin
gözden
geçirilmesi
gerekliliğini
hissettiler.
Önce eskinin
muhasebesi
yapıldı,
ardından “ne
yapılması, ne
tür
değişiklikler
getirilmesi
gerektiği”
üzerinde
durulduktan
sonra eskinin
üzerine
inşaalarına
devam ettiler.
Modele karşı
eleştirilerin
ana odağı
modelin
geleneksel
toplumların
farklı
kalıplarını ve
içsel
dinamiklerini
açıklamadaki
beceriksizliği
üzerinde
toplandı. Bu
eleştiriler
sadece
modernleşme
sorununa
eğilmedi; aynı
zamanda,
sosyolojik
analizin ana
problemlerine
eğildi.
Tartışmaların
ardında çoğu kez
siyasal ve
ideolojik
farklılıklar
yatmıştır. Bazı
eleştiriciler
“geleneksel -
modern”
ikileminin
geçerliliğini ve
ilk modelin
Avrupa
merkezliliğini
ve
tarihselliğini
soruşturdular.
Diğerleri
modelin
gelişmeci,
evrimci ve
görevselci-yapısal
sistem
varsayımlarına
hücum ettiler.
Geleneksel -
modern ikilemi
geçersiz oldu,
çünkü geleneksel
toplumlar tipsel
olarak modern
olanlardan
farklı olsa
bile, bu
toplumlar kendi
aralarında da,
en azından,
modernleşmeye
geçişi
zorlaştıran veya
kolaylaştıran
gelenekleri
bakımından
farklılıklar
gösterir. Bu
gerçeği tanıma
sonucu farklı
gelenekler
arasında
analizsel
ayırımlar
yapılmaya
başlandı.
Amerikalılar
merkeziyetçilikten,
yerinden
yönetime
sarılırken,
Latin Amerika
burjuva-liberal
revizyonist
aydınları,
Amerikalılar'dan
biraz daha ileri
giderek, burjuva
teorisine
revizyonlar
getirdiler ve
çeşitli oranda
sola kaydılar.
Pozitivist
okulun
aydınları, 1960
ve 1970’lerin
ortalarında,
modernleşme
kalkınma
modelinin durum
muhasebesini
yapmışlardır.
Modelin
sorunlarını
çeşitli
nedenlerle
açıklamaya
çalışmışlardır.
Ardından, bu
nedenleri
ortadan
kaldıracak yeni
stratejiler öne
sürmüşlerdir.
Modernleşme
teorileri ve
uygulamalarının
durumunu
tartışmak, genel
bir bilgi
alışverişi
yapmak ve
politikaları
gözden geçirmek
için 1964'de
Lerner ve
Schramm'ın
önderliğinde bir
toplantı
yapıldı.
Toplantıda
egemen olan
“umutluluk”
yanında, herkes
aynı fikirde
değildi.
Örneğin,
Inayatullah
(1976:57-58)
1964'deki
toplantıda
Lerner ile
tartışmasında,
modernleşme
modelini üç
temel noktada
eleştirmiştir:
1. Tekniksel
yardım
programlarıyla
uğraşan Batılı
sosyal
bilimciler bu
programların
siyasal
bağlamına kendi
görüşlerini/anlayışlarını
uydurmaya
yönelirler.
Kendi
ülkelerinin
genel
çıkarlarına
uygun çözüm
yolları öne
sürerler. Kendi
kültür ve
örgütlerinin
üstünlüğü
hakkında budun
bencilliğini
(ırkçılığı)
yansıtırlar.
Batı modelinin
Batılı olmayan
ülkelere
uygunluğunu
abartırlar.
2. Batılı bilim
adamlarının
toplumların
kalkınması
hakkındaki
perspektifi,
insan tarihinin
dar ve
sallantılı bir
tek-çizgisel
görüşüyle
koşullanmıştır.
Gelişmenin alt
seviyesindeki
toplumların,
değiştirilemez
bir şekilde
endüstrileşmiş
Batı
toplumlarının
tuttuğu aynı
tarihsel
patikada seyahat
etmek zorunda
olduğunu
belirtir.
3. Batı
modelinin Batılı
olmayan
ülkelerin
koşullarına
uygunluğunu
varsayma yerine,
model eleştirici
bir şekilde
imtihan
edilmelidir.
Schramm'ın
muhasebesi:
W. Schramm
1975'de yapılan
Honolulu’daki
East-West Center
konferansındaki
havanın
1964'deki
konferanstakinden
çok daha az
umutlu olduğunu
belirtmiştir.
Schramm'a göre
1964'de görünüş
umutluydu, çünkü
kullandıkları
kalkınma modeli
Batı'da ve
Japonya’da
çalışmıştı ve
diğer ülkelerde
de çalışacağı
umulmuştu.
Sadece, birkaç
kişi 1964'de bu
modele ciddi
olarak karşı
gelebilmişti.
Fakat 1975'de,
modelin
umulandan az bir
başarıya
ulaştığı görüldü
(Schramm &
Lerner,
1976:40).
Eisenstadt'ın
gözlemi:
Eisenstadt'a
göre (1973;1976)
modernleşme
varsayımlarının
özellikle
geleneksel -
modern
ikilemiyle
ilgili
olanların,
“toplum az
geleneksel
oldukça sürekli
gelişmeye daha
çok muktedir
olur”
varsayımının,
doğru olmadığı
ispat
edilmiştir.
Geleneksel
biçimlerin
ortadan
kaldırılmasının
zorunlu olarak
yeni, uygun,
modern bir
toplum
getirmediği
görüldü. Çoğu
kez geleneksel
yapının rahatsız
edilmesi -
örneğin aile,
köy, siyasal
düzen - modern
düzen yerine
karışıklığa, suç
işlemelere ve
kaosa yol açtı.
Gerçi çeşitli
sosyo-demografik
göstergelerin
minimal
gelişmesinin,
herhangi bir
modern yapının
gelişmesi için
gerekli olduğu
görülür. Fakat
bu göstergelerin
daha fazla
uzatılması,
devam eden
modernleşme
sürecini ve
uygun siyasal
veya sosyal
yapıların
yaratılmasını
gerekli olarak
temin etmez. Bu
nedenle, örneğin
Orta ve Doğu
Avrupa, Latin
Amerika ve
Asya'nın bazı
ülkelerinde,
kullanılan
okur-yazarlık,
kitle
araçlarının
yaygınlığı,
eğitim-öğretim,
şehirleşme gibi
göstergelerle,
büyümeyi
sürdürme
sürdürme
kabiliyeti veya
liberal
örgütlerin
geliştirilmesi
arasında negatif
ilişki
seviyesine
ulaşıldı.
Bulgular oldukça
yüksek kentleşme
ve endüstrileşme
derecesine doğru
gelişmenin
önkoşullarının,
farklı
ortamlarda
farklılıklar
gösterebileceğini
ortaya çıkardı.
Dolayısıyla
kalkınma
sürecinin daima
Avrupa kalıbını
takip etmesi
gerekmez. Sonuç
olarak,
“kalkıştan”
sonra gelişmenin
devam edeceğini
garanti eden bir
teminat ortada
yoktur
(Eisenstadt,
1976:36).
Geleneksel -
modern ikilemi
değerini
yitirdi.
Buradan, iki
önemli unsur
ortaya çıktı:
1. Kısmi
modernleşme:
Modern
örgütlenme
karakteri
gösteren
kurumların
gelişmesi,
örneğin büyük
endüstri
firmalarının
oluşması ve aynı
zamanda
geleneksel
toplumsal
yapının
modernleşme
yönünde genel
değişime meydan
vermeksizin
durması... Bu
durumda yeni
örgütlenme
biçimleri
geleneksel
sistemleri
destekleyebilirler.
2. Geçişte
olarak nitelenen
sistemlerin
sistemsel
geçerliliği/
uygunluğu:
Örneğin F.
Riggs'in
çalışmaları bu
tür sistemlerin
kendilerine özgü
karakterler
geliştirdiğini
ve istikrar ve
kendini sürdürme
mekanizmaları
yarattığını öne
sürer
(Eisentadt,
1976:37)
Lerner'in
muhasebesi:
İlk/eski model,
modernleşmeyi
dört safhalı
evrimsel bir
ardıllık zinciri
olarak
nitelemekteydi:
Kentleşme,
okur-yazarlık,
kitle
iletişimine
katılma ve
siyasal katılım.
Bu evrim 500
yıldan beri
olmaktadır. Batı
ardıllığı
fizikselden
sosyale ve
psikolojik
hareketliliğe
doğru oldu;
kişilerin ve
ailelerin
kentlere
fiziksel olarak
gidişiyle
başladı.
Kentleşme sosyal
hareketlilik
için ilk adımdı.
Tarladan
fabrikaya
göçmekle, kent
işçisi,
geleneksel aile
iş biriminin
tarım
rutininden,
modernliğin
paralı
ekonomisine
girdi. Para
kazandıkça
sosyal statüde
yukarı doğru
hareketli oldu.
Okula gitti ve
okumayı öğrendi;
gazete satın
aldı ve kamu
işleri hakkında
bilgiye sahip
oldu. Böylece
modern yaşama
tarzının
vazgeçilemez
mekanizması olan
ilgiyi/sempatiyi
elde etti. Batı,
ilgisi sonunda
kendi kendine
yeterli büyümeye
yatkın bir
dikişsiz
davranışsal ağ
üretti. (Lerner
kapitalist
sistemin nasıl
oluştuğunu
çocukça
basitleştirerek
anlatmaktadır.
Gerçekte
endüstrileşmeyi
emeğiyle
oluşturan göçmen
işçi kitleleri,
çocukları ve
torunları acı
çekerek bırakın
yukarı doğru
yükselmeyi,
yerlerinde bile
tutunabilmek
için hayatlarını
harcadılar.)
Kişisel kendi
kendine yeterli
büyüme ve bunun
toplamının
toplumsal büyüme
olduğu
ideolojisi,
gerçek
toplumlardaki
gerçek ilişki
tarzlarını ve bu
tarzların güç
ilişkileri
olduğunu hasır
altı etmektedir.
Örneğin
caddelerde altın
döşeli olduğu
sanılan
Amerika'da
işgücünün sadece
% 16'sı
sendikalıdır.
Kentlerde,
sokaklarda ve
yeraltında
evsiz, aç, işsiz
yatanlar
ordusunun olduğu
Amerika'da,
geniş işçi
kitleleri sadece
asgari ücretle
çalışmaktadır;
ki bu ücret
birçok kentte ev
kirasını bile
ödemeye yetmez.
Bu nedenle,
psikolojik
hareketlilik
gibi nedenlerle
değil, fakat
ekonomik
zorunluluklar
nedeniyle, bir
ailede ana-baba
ve çocuklar
çalışmak zorunda
kalır. Yaşamak
gereğiyle
uğraşan bu
kitleler kişisel
kendi kendine
yeterli büyüme
arayışı
seviyesinde
değildirler. Bu
arayışı Toto,
lotto ve piyango
biletleri
almalarında
görürüz. Çünkü
egemen güçlerin
ücret ve
ekonomik
politikaları
ücretli
kölelerin büyüme
olanaklarını
ellerinden
almıştır
(Erdoğan, 1997;
1997a).
Lerner'e göre
eski modele
göre, bir
ülkedeki
kentleşme oranı
% 10’a
yükseldiğikten
sonra
okur-yazarlık
önemli ölçüde
artmaya başlar;
ondan sonra
kentleşme ve
okur-yazarlık
birlikte % 25'e
çıkıncaya kadar
yükselirler. Bu
% 25
kentleşmenin
“kritik
optimumudur”.
Batı'da % 10-25
kentleşme,
modernleştirilen
kurumların/örgütlerin
gelişmesini
ekonomik yapmak
için gereklidir.
Bu % 25'in
ötesinde,
kentleşme
saptayıcı rol
oynamaktan
çekildi; çünkü
modern üretim ve
tüketim için bu
asgari seviye
(asgari nüfus
seviyesi)
yeterliydi.
Birçok az
gelişmiş ülkede
yirmi beş yıl
içinde
(1950-1975)
kalkınma
safhasının
sırası tersine
döndü: Nüfus
patlaması ve
kitle iletişim
araçları devrimi
ile birlikte
kentlere akın
başladı. Güney
Amerika
nüfusunun
yarıdan çoğu
kentlerde
yaşamaktadır.
Asya'da
milyonlarca
insan kentlerde
toplanmıştır.
Fakat bu Batı
anlamında
kentleşme
değildir. Bu
göçmenlerin
çoğu, kentte
üretim hayatına
girmezler.
İşsizlik veya az
işle ruhlarını
kaybederler ve
Herbert Gans'ın
deyimiyle “kent
köylüleri”
olurlar (Lerner,
1976:289-290).
(Lerner'in
yaklaşımında
kentlere göç
nedeni oldukça
soyut ve
yüzeydedir;
kentlere akımın
nedenlerinin
başında geleni,
köylerdeki hayat
koşulları ve
ekonomide kentte
gorünen yeni
alternatiflerdir.)
Bu durumda,
kentlerden
modernleştirme
rolünü oynaması
beklenemez.
Aksine,
kentleşmenin
kalkınmaya
etkisi karşı
üretici olur.
Kutudan yapılmış
kentler (tin
can), bidondan
yapılmış kentler
(bidonvilles),
köylü kulübeleri
(ranchos),
yoksul evleri
(favellas) ve
gecekondular/varoşlar
ile kalkınma
için çok az
fayda elde
edilir. (Lerner
burada
kalkınmayı
oldukça ideal
burjuva toplumu
anlamında
alıyor. İdeal
çünkü burjuva
toplumlarındaki
kentlerdeki
gettoları
unutuyor.
Ayrıca, eğer
kalkınmayı
sınıfsal açıdan
ele alırsak,
gecekonduların
varlığı
bazılarının
kalkınmasının
bir
göstergesidir.
Kalkınmama diye
bir oluşum da
yanlış
yönlendirilmiş
dikkatlerin
yorumlarının bir
sonucudur:
Kalkınma vardır,
olmaktadır; bu
oluşum da
kapitalist
sistemin özel
karakterlerine
uygun bir
biçimde
sürmektedir.
Kalkınma
kapitalist
yapının ve
ideolojinin
kendini
meşrulaştırmasında
ve
evrenselleştirmesinde
kullandığı bir
kavramdır. Bu
kavramla yapılan
tanımlamalar
çerçevesinde
siyasal ve
ekonomik
politikalar
çizilir ve
uygulanır. Daha
doğrusu,
Batı'nın siyasal
ve ekonomik
politikaları bu
kavram ve
benzerleriyle
tanımlanarak,
diğer ülkelere
satılır, empoze
edilir ya da
transfer
edilir.)
Lerner'e göre,
az gelişmiş
ülkelerin 25
yıllık kalkınma
tecrübeleri
önemli ortak
karakterler
göstermiştir. Bu
karakterlerin üç
safhalı sırası
şöyledir: (1)
artan
beklentiler\umutlar,
(2) artan
frastasyonlar
(hayal
kırıklıkları) ve
(3) askeri
darbeler.
Artan
beklentiler\umutlar:
1950'lerde artan
umutlar herkes
tarafından iyi
olarak
nitelenmişti.
Halkın umutları
yükseldikçe, bu
umuda ulaşma
çabalarının da
göreli olarak
artacağına
inanılmıştı.
Yirmi yıl içinde
çoğumuz ödülü,
çaba ile
bağıntılamanın
az gelişmiş
ülkelerde
çalışmadığını
gördük.
Lerner'in bu
iddiasının ne
denli tabanlı,
tutarlı olduğu
tartışılabilir.
Amerika'da bile
ödülle çaba
arasındaki
ilişkinin ne
denli geçerli
olduğunu
tartışılınabilir.
Ödüller havada
asılı beklemez.
Ödüller çabanın
(gerçek
anlamıyla
emeğin) değerine
göre 'haklı”
olarak verilmez.
Ödül sistemi
objektif
kıstaslara göre
saptanmamıştır;
kapitalist
sınıfın öznel
çıkarlarına göre
belirlenir. Ödül
politikası emek
sömürüsü
politikasıdır.
Örneğin
memurlara % 20
maaş artışı
verildiğinde, bu
ödül memurun
ürettiğiyle
çakışmadığı
gibi, enflasyon
gerçeğinde,
kayıp demektir.
Ayda 100 milyon
lira maaşı olan
bir kadın, bu
artışla 120
milyon almaya
başladı. Zaten
bu artıştan çok
önce kirası 12
milyon; yakıt 5
milyon; temel
giderleri
-elektrik, gaz,
su, telefon-
ortalama 10
milyon; yol
masrafı 8
milyon; yiyecek
içecek, giyecek
fiyatları da %
50 artmıştı.
Özlüce, bu
kadının % 20
artış haberi
verildiği aydan
önceki birkaç
ayda temel
harcamalarında
30 milyon lira
(yiyecek,
giyecek, vasıta
hariç) artış
olmuştu. İşte
çalışan kadının
ödülü! Ödül,
örgütlü üretim
ilişkileri
düzeni
gerçeğinde
değerlendirilmezse,
ideolojik bilinç
yönetiminin
ötesine gitmez.
Bağımsızlık
“büyüleyici
önderliğin”
altında kolayca
elde edildiği
için, az
gelişmiş
ülkelerin halkı,
doğal olarak
modernleşmenin
birçok iyi
şeyinin çaba
göstermeden
önlerine
geleceğini
umdular. Bu
halklar
üretimden çok
tüketime
yöneliktir
(Lerner,1976:292)
Ancak
unutulmamalıdır
ki, bağımsızlığı
“büyüleyici
önderler” elde
etmezler;
aksine,
büyüleyici önder
olarak
nitelenenlerin
büyük çoğunluğu
-özellikle
Afrika’da- yeni
sömürgeciliğe
geçişin ajanları
olmuşlardır. Bu
büyüleyici
önderler,
kazanılan
bağımsızlığın
kazanıldığı
andan itibaren,
kurulan sömürü
ortaklıklarıyla,
yeniden
bağımlılığa
dönüştüren
güçlerin baş
oyuncularıdır.
Ayrıca,
tüketebilmek
için satın alma
gücüne sahip
olmak gerekir.
Satın alma
gücüne sahip
olabilmek için
de bu gücü
üretmek
zorunludur. Bu
nedenle
Lerner'in
hakareti
geçersizdir.
Ayrıca, eğer
yakından
bakarsak, az
gelişmiş
ülkelerde
pozitivist
okulun
belirttiği
anlamda siyasal
istikrarsızlık
ve askeri
cuntaların
gelmesi,
kabinelerin
değişmesi,
askeri, siyasal,
kültürel ve
ekonomik
güçlerin bu tür
bir beklentiye
sahip olduğunu,
yani talandan
daha büyük pay
alma çabasıyla
birbiriyle
yarıştığını
görürüz. Örneğin
Türkiye’de
askeri güçler
1961'den sonra
kendi paylarını
arttırma
olanaklarını ve
potansiyelini,
güçlerine
orantılı olarak
gerçekleştirme
çabasına
girdiler. Bu
girişimlerin
meyvalarını
hızla artan bir
şekilde aldılar
ve
almaktadırlar.
Az gelişmiş
ülkelerin
insanlarının
çaba göstermeden
armut piş ağzıma
düş kafa
yapısına sahip
olduğunu iddia
etmek gülünçtür.
Hangi büyülü
lider ülkenin
halkına
ihsanlarda
bulunmuştur? Bu
büyülü liderler
yürüttükleri
liderlikle,
egemen güçlerin
toplumun mal
varlığını kendi
zimmetine
geçirmelerinin
ve zenginlikleri
paylaşmalarının,
ve de halkı
kahramanlık
hisleriyle
doldurup
taşırmanın
ötesinde ne
vermişler de
halk verilene
alışıp
bedavadan,
çalışmadan, çaba
göstermeden, hak
etmediği
beklentilerde
bulunsun? Yeni
vergiler,
cezalar ve
zorlaştırılan
koşullarla
halkın yaşamı
güçleştirilmiştir.
Artan hayal
kırıklıkları:
Özellikle
ekonomik
kalkınmadaki
başarıları,
beklentilerinden
çok geride
kaldığı için,
birçok az
gelişmiş ülke
halkı artan
beklentilerden
artan hayal
kırıklıklarına
uğradı. Halk,
büyüleyici
liderlerinin
“kitle iletişimi
stratejisiyle”
yarattığı hatalı
beklentilerle
isteklere
ulasamamaktadır.
Bunun sonucu
olarak “istek
bölü alma oranı”
ciddi şekilde
dengesizleşti ve
az gelişmiş ülke
halkları süren
ve derinleşen
hayal
kırıklığından
acı çekmektedir
(Lerner,1976:292).
Lerner bu tür
liderlere örnek
olarak, birçok
endüstrileri
millileştirerek
özel teşebbüsün
ve bazı
uluslararası
şirketlerin
kalbini kıran
Nasır ve
Sukarno’yu örnek
verir: Nasır,
Mısır'ın
kaynaklarının
önemli bir
kısmını Mısır
Devlet Yayını'nı
geliştirmeye
ayırdı. Diğer
Arap
topraklarında
köylere bedava
radyo alıcıları
dağıttı, radyo
ve radyoyla
gelen değişim
ajanlarını
kullanarak
(1902’deki
Leninist
agitprop
görüşünü takip
ederek),
Devrimci Halk
Hareketi'ni
kurmaya ve Mısır
toplumunu kısa
zamanda
değiştirmeye
çalıştı. Fakat
Nasır'ın yüksek
umutları ciddi
engellerden acı
çekti. Birçok
köyde radyo
alıcıları camiye
konmuştu ve imam
tarafından
kontrol
ediliyordu.
Radyo günlük
kuran okumaları
ve geleneksel
Arap türküleri
sırasında
açılıyordu,
diğer zamanlar
kapatılıyordu.
(Yani, Amerikan
müziğiyle ve
devamı yarın
akşamla
açılmıyordu, bu
nedenle
modernlikten
yoksundu!!).
Siyasal değişim
ajanları,
radyonun
kendilerine ya
hiç fayda
sağlamadığını ya
da çok az bir
fayda
sağladığını
rapor ettiler.
Devrimci Halk
Hareketi
geleneksel köy
muhtarının
(otokratların)
etkisine girdi.
Nasır, hayatının
son safhasında
siyasal
umutlarının
bozguna
uğradığını
itiraf etti.
Hayal
kırıklığına
uğramış bir
insan olarak
öldü. Endonezya
lideri Ahmed
Sukarno artan
hayal
kırıklıklarını
kendi iletişim
politikasıyla
değil, yabancı
iletişimleri
suçlayarak
açıkladı.
Hollywood’dayken
sinema
“Moğollarını”
(Hollywood’un
büyük
patronlarını)
“devrimciler”
olarak suçladı.
Doğal olarak
sinemacılar
büyük ölçüde
şaşırdılar,
çünkü birçok
kötü isimlerle
çağırılmışlardı,
fakat hiçbir
zaman “devrimci”
diye
nitelenmemişlerdi.[1]
Sukarno halkın
filmlerde
buzdolabını
gördüklerini, ne
için
kullanıldığını
öğrendiklerini
ve tüketici bir
mentaliteyle
kendileri için
istediklerini
belirtmiştir.
Endonezya sıcak
bir ülkedir,
buzdolabı
devrimci bir
semboldür. İki
saatte herhangi
bir filmle
Endonezya’nın 20
yılda
üretebileceği
buzdolabı için
arzu ortaya
çıkarılabilir
(Lerner,
1976:293).
Lerner’in
söylediği
aslında kitle
üretimi yapan
Amerika ve
Avrupa buzdolabı
endüstrilerine
pazar
hazırlamaktır.
Yoksa,
Endonezya’nın
buzdolabı
üretmesini,
Westinghouse
veya Siemens
neden istesin
ki, buna neden
izin versin ki?
Amaç
Endonezya’nın
buzdolabı
üretmesi değil,
buzdolabı
istemesidir ki
bunu da
Hollywood
hemencecik
yapmış. Lerner
egemen
gerçekleri
elbette
bilmekte, fakat
göz ardı
etmektedir.
Askeri darbeler:
Hayal kırıklığı,
gerileme ve
saldırıya
götürdü. Her iki
sonuç da
kalkınmaya,
karşı
üretkendir.
Gerileme ender
kaynakların boşa
harcanmasını
beraberinde
getirir. Örneğin
UNESCO’nun
“çalışmayan/işlemeyen
okuma-yazma”
diye
isimlendirdiği
az gelişmiş
ülkelerde
başarısızlıkla
sonuçlanan
okuma-yazma
kampanyası buna
bir örnektir. Bu
soruna çare
olarak:
1970'lerin
başlarında
UNESCO
“fonksiyonlu
okuma yazma”
kampanyasını
geliştirdi.
Okuma-yazmayı ve
öğrenmeyi, yerel
işlerle,
meşgalelerle
birleştiren bu
uygulama
öncekinden çok
daha geçerli
göründü.
Saldırı\şiddet,
kalkınmaya karşı
çok daha ciddi
bir engeldir.
Saldırı\şiddet
sadece ender
kaynakları boşa
harcamaz, aynı
zamanda kasıtlı
olarak tahrip
eder. Şiddet,
kabul edilebilir
ekonomik
istekleri
başarısız ve boş
siyasal talepler
biçimine
dönüştürür.
Halkın istekleri
genellikle
ekonomik sektör
tarafından
üretilmelidir.
Siyasal sektörün
kendisi mal ve
servisin temel
üreticisi
değildir. Az
gelişmiş
ülkelerin
hükümetleri,
üretim
operasyonları
üzerine önemli
ölçüde etki
yapmasını mümkün
kılacak
kaynaklar
bakımından
yetersizdir. Bu
ülkelerin
siyasal
rejimleri
zayıftır, çünkü
ekonomik
sektörleri
yeterince
üretmeyi
başaramamışlardır.
Sokak politikası
olarak ifade
edilen şiddet,
askeri darbeye
götürür. Bu tür
askeri rejimler
bu ülkelerde bir
anlamda rutin
hale gelmiştir.
Bir çoğumuz
askeri
rejimlerden
nefret ederiz.
Fakat
umutsuzluğa
düşmeye gerek
yoktur. Çünkü
tarihsel tecrübe
askeri
rejimlerin
geçici olduğunu
gösterir. İdare
metodu olarak
baskı,
doğasından
dolayı
istikrarsızdır.
Hiçbir baskıcı
askeri rejim
halkının
beklentilerini
bastırmaya uzun
zaman muvaffak
olamamıştır.
Baskı dayanılmaz
olunca, bir
başka askeri
rejim öncekinin
yerine geçer. Er
geç, halk
örgütlenir ve en
azından
istediklerinin
birazını almak
için faaliyete
geçer (Lerner,
1976:294).
Bu süreçte
iletişim, son
yıllarda artan
bir şekilde
kalkınma
kalıbını
şekillendirme
veya Nasır
örneğinde olduğu
gibi yanlış
şekillendirmede
rol oynarlar.
Lerner'e göre
1975'e kadar
olan
tecrübelerden
iletişimin
kalkınmada
kullanılışı
hakkında şunlar
öğrenilmiştir:
a. Planlı
iletişim
kalkınma
programlarının
çoğunun ana
parçası
olmuştur. Bu
özellikle aile
planlaması,
sağlık ve tarım
alanlarında
görülür.
b.
İletişim
araştırmasılarının,
kalkınma
programına
direkt faydası
olduğu
gözlenmiştir.
Şimdi eskisinden
çok daha fazla
kullanılmaktadır.
c. Eğer iyi
kullanılırsa
(televizyon,
uydu, radyo,
poster, slaydlar,
dans ve kukla
gösterileri vb.)
iletişim
araçlarının
çoğunun
kalkınmaya
katkıda
bulunabileceğini
öğrendik.
d. Şimdi 1964’e
göre daha fazla
olarak
kalkınmada,
iletişimin total
sosyal değişim
programına
yararı
tartışılmaktadır
(Lerner, 1976:
342-343).
Lerner halkın
hayal
kırıklıkları ve
beklentileri ile
elde ettikleri
arasındaki
dengesizliği
ekonomik
sektörün
üretmemesine,
yetersizliğine
bağlamaktadır.
Yani üretim ile
beklentiler
karşılansa,
sorun
çözülecektir. Bu
tür yorum,
oldukça tutarlı
görünür; fakat
aslında
hoşnutsuzlukların
ve hayal
kırıklıklarının
nedenini doğru
olarak saptamaz:
Hayal
kırıklılıklarının
ve
hoşnutsuzlukların
nedeni üretimin
yetersizliği
değil,
üretilenin ve
zenginliklerin
bölüşümüdür;
gasp edilen
zenginliklerle
ortaya çıkan
yoksullaştırma
ve yoksunluğun
yoğunluğudur.
Ayrıca,
yeterince
endüstrileşmemiş
ülkelerin veya
yerel bölgelerin
kendi
üretimlerini
kendilerinin
yapmaları
günümüzün
kapitalist pazar
gerçeğinde
geçersizdir.
Çünkü bu yöndeki
girişimler
engellendiği
gibi var olan
endüstriler ve
üretim
faaliyetleri de
baltalanır.
[1] Daha doğrusu McCarthy zamanından beri! 1950-1954 yılları arasında ABD Senatosu "Komünist ve Hükümet Karşıtı Faaliyetleri Araştırma Komisyonu" başkanlığı görevinde bulunan Senatör McCarthy, bu görevi süresince cadı avına çıkmış ve Hollywood'un bir çok önde gelen ismini komünistlikle suçlayıp işlerinden ettirmiş; tutuklatmış ve dönem boyunca toplum dışına itilmelerine yol açmıştır. |