EVRİMDEN
DEVRİME:
İLETİŞİM VE SINIF
MÜCADELESİ
Microbiyolojiden benzeşimle
toplum ve toplum değişimini anlamlandıran,
insanı psikolojik denge ve toplumu homeostasis
ile açıklayan yaklaşımlardan farklı olarak Karl
Marks’ın tarihsel materyalizm yaklaşımı vardır.
A.
MARKS, TOPLUM VE DEGİŞİM
Marks, Comte ve Spencer'den farklı olarak,
materyal ekonomik koşulları, toplumun temeli,
alt yapısı olarak gördü ve sosyal değişimi
üretim güçlerindeki değişimin üretim
ilişkileriyle uyumsuzluğuyla açıkladı. Diğer bir
deyişle toplum değişimini, üretim araçlarını
kontrol ve muhafaza için yapılan sınıf
mücadelesiyle gelen değişimle anlamlandırdı.
Marks da insan ve toplum değişimini anlamada,
yaptığı tarihsel incelemeye dayanarak, global
bir şema ortaya attı. Bu toplumsal değişim
şeması içinde:
(1)
kavimsel mülkiyet
ilişkilerinden,
(2)
özel mülkiyetin
çıkması ve kölelik dönemine, (3) kölelikten, toprak
sahipliği ve serfliğe dayanan feodalizme, (4) feodalizmden, burjuvazi
sınıfının egemen olduğu kapitalizme yer verildi. Marks’a göre, eskinin yerini
alan yeni içinde eskiden kalma özellikler ve
ilişkiler devam eder, hemen yok olup gitmez.
Örneğin binlerce yıldır örgütlenmemiş olarak
süregelen dini inançlar ve pratikler,
aristokratlar, paşalar, hocalar, hacılar, toprak
ağaları, falcılar, muskacılar, kapitalist
düzenin gelmesiyle, hatta en güçlü seviyesinde
olduğu zamanlarda bile, ortadan kalkmadı.
Marks’ın demek istediği, toplumda var olan
sosyal üretim biçimlerinden birinin toplumun
karakterini damgalayacak şekilde egemen
olmasıdır. Geceyi gündüzle, siyahı beyazla,
kötüyü iyiyle değiştirmek değil. Marks kapitalist sistemin
oldukça baskıcı olduğunu ve ciddi yabancılaşma
yarattığını belirtir. Durkheim, Tönnies ve
benzerlerinin aksine, bu sorunu sergilerken
geriye gidip kapitalizm öncesi örgütleri tutma
yerine, ileriye bakmış ve bu baskıcı ve
yabancılaştırıcı sistemin sosyalizmle ortadan
kalkacağını öngörmüştür.
Modernleşme teorilerinin
araştırma ve uygulamaları, geleneksel insanın
modern insana nasıl dönüştürüleceği üzerine
eğilir. Bunun sonucu olarak, insan belli
kalıplar içine uymaya zorlanır. Uymayan,
uyamayan ve bu uyuma karşı direnenler çeşitli
meşrulaştırılmış yollarla (ceza) ve gayri meşru
metotlarla (işkence) uydurulmaya çalışılır.[1]
Marks’ın toplum değişimine yaklaşımı ve ilgisi,
bu tür egemen modern barbarlıkların tersidir,
zıddıdır. Marks’ın değişime en önde gelen
ilgisi, toplumun kişinin ihtiyaçlarına nasıl
uydurulacağıdır, aksi değildir. Marksist toplum
teorisi bireysel, özel, eşsiz acı çekmeleri
genel toplumun işlemesi olarak anlamaya çalışır
ve bu durumu kişinin topluma kişisel uyması
bakımından değil, toplumsal transformasyon
bakımından inceler. Marks üçüncü dünya
ülkeleriyle ayrıntılı olarak ilgilenmemiştir.
“Asya tipi üretim tarzında” bu tarzın durgunluğu
hakkında yorum yapmıştır. Kolonilerde yapılan
sömürüyü Kapital’de, özellikle “sermayenin ilkel
birikimi” yorumlaması içinde, Bölüm 31 ve 32’de
anlatır. Sömürgecilerin sermaye birikiminin
artışında, kolonilerden ve talan edilen
zenginliklerin oynadığı rolden bahseder. Bunun
yanında, İngiliz koloniciliğinin, özellikle
demiryolu sanayisi ve Hindistanlılar'ın bu
modern sanayinin öncüsü teknolojiyi kullanma
bilgisini elde etmeleriyle, Hindistan'da
değişimin “materyal koşullarının” temelini
attığını belirterek, koloniciliğe bir çeşit
“dıştan enjekte edilen kalkınmacı” meşruluğu
verir. Bu da, “Asya tipi üretim tarzı” ve
“toplum değişimi” tartışmalarında,
Marksistler'in kendi içlerinde siyasette
düşmanlığa giden ayrılık ve çatışmalara neden
olmuştur. İnsanlık tarihinin gelişimini
evrimci bir biçimde ilkelden feodale ve
feodalden kapitalizme, kapitalizmden de
sosyalizme doğru bir yol izlediğini benimseyen
(evrimci) Marksistler'in en büyük çıkmazlarından
biri de “Asya tipi üretim” tarzını ele alış
biçimleri olmuştur. Eğer Marks'ı, bu evrimci
çizgisellik içinde ele alırsak, o zaman, örneğin
Hindistan'a İngiltere’nin “medeniyet”
götürdüğünü iddia eden sömürgeci görüşle,
Hindistan'a sokulan ileri teknolojilerin Asya
tipi tarzı değiştireceğini belirten Marks
arasında fark kalmaz. Aslında birinci görüş
sömürgeciliği sömürgecilerin çıkarı için
savunurken, Marksist görüş, sömürgeciliği Asya
tipinin ancak dıştan müdahale ile değişebileceği
ve kapitalist döneme geçirilebileceği
anlayışıyla gelir. Daha da derine inersek, Bu
tür Marksizm’in evrimci çizgiselliğinde,
kendimizi, sadece sömürgeciliği savunuyor
bulmayız, aynı zamanda, hızla kapitalizme geçme
ve proleterleştirme süreci için, günümüzün
emperyalist globalleşmesini de destekliyor
buluruz. Marks'ın “kapitalizmin kendi
imajında bir dünya yaratacağı” görüşü, aynı
zamanda, kapitalist-emperyalizmin son safhasını
da ima eder: Dünya egemenliğini kurduktan sonra
büyüme, genişleme ve yayılma olanağı sadece
nicelik artışı içinde (tüketimin niceliksel
çeşitlenmesi ve hızının artmasına) zorunlu
olarak sınırlanır. Ne denli moda olursa olsun ve
kitle kültürünün hızlı ye, hızlı iç, hızlı at,
hızlı yaşa ideolojisiyle azamiye çıkarılmaya
çalışılırsa çalışılsın, tüketimin sadece
ekonomik değil, fiziksel, zaman ve mekansal
yapısının da sınırı vardır. Belki, örneğin
bilgisayar teknolojisinde ve bu teknolojinin
yapıya bağlı program teknolojisinde yapıldığı
gibi, her yıl artan hız ve büyüme ile insanlar
bir girdaba sokulup sürüklenebilirler; fakat hız
ve kapsam belli bir ölçüden sonra insanın kendi
hız ve kapsamı kapasitesi ötesine geçemez:
Bilgisayarda bir işlemin hızı insanın gözle
algılama, okuma ve değerlendirme hızına
eriştiğinde, ulaşabileceği üst sınıra erişmiş
olur. Enformasyon işlemi bir saniyede
milyarlarca megabayt miktarında bilgiyi süreçten
geçirebilir. Fakat sonuçta, bilgi, materyal
ilişkilerdeki kullanımında zorunlu bir
sınırlılığa mahkumdur.
Marks'ın İngiliz
sömürgeciliğinin “Asya tipine” getirdiği
“olumlu” değişim yorumuna ve Asya tipine (ve
köylülere) karşı düşmanca ve ırkçı olarak
nitelenen görüşüne, neden İngiliz
sömürgeciliğinin örneğin, İrlanda’ya
Hindistan’da olduğu gibi muhtemel “gelişme”
yerine “geriletme” götürdüğü sorusunu da eklemek
gerekir. Bu son soruya en azından iki farklı
yaklaşımla gelinebilir: Birinci yaklaşımda,
Marks’ın İngiliz sömürgeciliğini Hindistan’da
farklı, İrlanda’da farklı yorumlaması ırkçılığa
ve Asya tipi üretim tarzı hakkındaki cahilliğine
bağlanır (örneğin Foster-Carter, Leys, ve Aidan).
İkinci yaklaşımda, İrlanda ve Hindistan arasında
tarihsel-yapısal fark olduğu ve Avrupa feodal
yapısının bir parçası olan İrlanda’da İngiliz
sömürgeciliğinin, bu ülkenin kendine özgü
tarihsel değişimine dıştan müdahale ettiği ve
kurduğu ekonomik sömürü düzeniyle ülkeyi
durdurduğu ve geriye ittiği söylenebilir.
Hindistan'da ise sömürgeciliğin getirdiği
teknoloji ve özellikle iletişim-ulaşım
teknolojisi (tren yolları) Asya tipi durgunluk
için değişime itici bir güç oluşturur. Marks bu
iticiliği ve dıştan müdahaleyi Asya tipi için
gelişmeci (değişimin temellerini atıcı) olarak
nitelerken, bu gelişme ve değişimden kimin
faydalanacağı sorusunu da sormuştur.[2]
Marks'a göre, Hindistan'daki değişim İngiliz
sermayesinin yatırımları sonucu endüstrileşme
süreci ile Hindistan’da olacaktı, fakat
kitlelerin doğrudan çıkarına olmayacaktı: Ne
kitlelerin yaşam koşullularını materyal bakımdan
tamir edecek, ne de özgürlük kazandıracaktır.
Fakat hem üretici güçlerin gelişmesinin hem de
elde etmenin materyal temellerini atacaktır (Leys,
1975). Marks 1850'lerin ortasında
çalışmalarına geri döndüğünde, gündeminde,
uluslararası pazar, sömürgecilik, uluslararası
sermaye ve işçi sınıfı gibi sorunlar vardı.
Fakat hem siyasal faaliyetlerdeki aktifliği hem
de Kapital üzerindeki çalışmaları ve elbette
hayatın kısa olması nedeniyle, Avrupa
kapitalizmini incelemeden öteye eserler
bırakamadı. Fakat en önemli eseri, toplum
değişimini incelemede bize Marksist-Materyalist
inceleme metodunu sunması olmuştur. Bu nedenle,
Marks'ı yobazlık, bağnazlık, ırkçılıkla ve Asya
tipi üretim tarzına ve uluslararası yapıya
gereğince ilgi ve zaman vermediğiyle suçlama
yerine, sunduğu metodu kullanarak ve
geliştirerek soruna kendi gözümüzle yaklaşmak
gerekir. Marks daha çok Avrupa
kapitalizmini incelemiş ve kolonileri soygunla
“sermaye birikimine” katkıda bulunan dış
kaynaklar olarak ele almıştır. Lenin ise
“emperyalizm” fikriyle gelmiştir, fakat bu
emperyalizm fikrinde ağırlık Avrupa kapitalist
güçleri arasında sömürgeler üzerindeki
çekişmeler ve çatışmalar merkezinde toplanır.
Emperyalizmin sömürgelerindeki yapı ve toplum
değişimi konusuna önem verilmez. Dolayısıyla,
Marksist sosyal değişimde, kolonilerin/
sömürgelerin geleceği ve sömürünün karakteri
üzerinde ayrıntılı durulmamıştır. Bu konu
üzerinde sistemli bir biçimde duran ilk kez Paul
Baran olmuştur. Toplum değişiminde iletişim
sisteminin yerini anlamlandırma, yönetici
sınıfların egemenlik çıkarları açışından bakışla
sınırlı kalma-mıştır. Bazı insanların
mücadelesi, bir egemen sınıfın çıkarlarını
koruyarak kendi bireysel çıkarlarını sürdürme
çabasından öteye gider. İnsanların çoğu
egemenlik konumlandırılmasında egemenlik altında
olan duruma yerleştirilmiştir. Dolayısıyla
egemenlik ilişkilerine dayanan toplumsal yaşam
biçiminde karşıtlık daima vardır.
Sosyalist düşünüde,
iletişim sisteminin (örgütlü iletişimin) toplum
değişimindeki yeri “kamu hizmeti” biçiminde
belirlenir. 19. yüzyılın Avrupa’sında burjuva
“kamu hizmeti” uygulamaları ya özel teşebbüsün
mülkiyetinde (elinde)
ya da devletin
kontrolü altındaki özerk kamu kuruluşu
biçimindeydi. Bu iki biçimi eleştiren Marksist
görüş, hem serbest teşebbüs biçiminin kamu
hizmetini ortadan kaldırdığını ve iletişimi
ticarete dönüştürdüğünü belirtti; hem de burjuva
devlet yapısının statükocu kullanımı
getireceğini öne sürdü. Örneğin BBC gibi prestij
kazanmış örgütler burjuva profesyonelliğini
yerleştirme ve kapitalist düzenin savunusunu
hükümet politiklarını yansıtma ötesinde
yaptılar. Belçikalı sosyalist Cesar de Paepe
(1841-1890) bu iki tartışmaya karşı kamu
hizmetinin hem özne hem de konu/nesne olarak
kamusal olması gerektiğini öne sürdü: Kamu
hizmeti herkesin doğrudan veya dolaylı işbirliği
ve faydası için olmalıdır. Paepe'nin bahsettiği
iletişim sistemi demiryolları, posta, telgraf ve
yol sistemleriyle sınırlıydı (Mattelart,1994:49).
Böyle bir iletişim politikasının gerçekleşme
olanağı düşünülemez; çünkü sınıf çıkarlarına
aykırıdır, dolayısıyla sistemin iş gören
biçiminde değişiklik gerektirir. Kapitalist
düzende, egemen iletişim sistemi özel veya kamu
teşebbüsü biçiminde düzenlenmiş olsun fark
etmez, egemen iletişim geniş halk kitlelerinin
çıkarları ve faydası yönünde çalışmaz. Bu durum
iletişim ve değişimle ilgili önemli bir diğer
soruyu ve sorunu ortaya çıkarır: Geniş nüfusun
faydası yönünde biçimlendirilmiş ve çalışan
kitle iletişimi gerekliliği…
Bu gereksinmeye cevap
olarak mücadeleci\devrimci basın ortaya
çıkmıştır. Bu basının en büyük sorunu başta
ekonomik olmuştur, ardından buna “kitlelere
ulaşma” kapasitelerini arttırmak eklenmiştir.
Burjuva sansasyonel basınının tirajının yarısına
mücadeleci basının ulaşma olasılıkları, (a)
egemen güçlerin koydukları engellemeler ve
uyguladıkları politikalar, (b) sansasyonel
basının içeriğine benzer kaçış içeriğini kabul
etmemeleri ve (c) sansasyonel içeriği egemen
diğer sosyalizasyon ajanlarının teşvik edici ve
destekleyici faaliyetleri nedeniyle büyük ölçüde
sınırlanmıştır. Daha önemlisi, mücadeleci
basının kitlelere ulaştığı zamanlar, sınıf
mücadelesinin yoğun olduğu ve egemen baskının
arttığı dönemler olmuştur. Bu dönemler şiddet
kullanarak engellemeleri getirmiştir. 19. yüzyıl
ve İkinci Dünya Savaşı'na kadar 20. yüzyılın
kapitalist ülkelerinde mücadeleci basın oldukça
yaygındır.
[3]
Mücadeleci basın, örgütlü
mücadelenin bir parçası olarak çıkmış ve
gelişmiştir. 20. yüzyıla girildiğinde basının
devrimci parti kurulması ve devrimci bilincin
yayılmasındaki anlamı üzerinde durulmaya
başlandı. Leninist basın görüşü bu arayışa cevap
olarak gelmiştir: Basın hem propaganda organı,
hem de toplu kışkırtıcı ve toplu örgütleyicidir.
Bu devrimci rol
Iskra
gazetesine verildi. Bolşevik devrimiyle, kitle
iletişimi araçları yeni devletin kurumlarından
biri oldu. Lenin'in “Ne
Yapılmalı?” ve
“Sol
Kanat Komünizmi, Bir Çocukça Düzensizlik”
yapıtlarında basının rolüyle ilgili bu
görüşlerini sunar. Le Bon'dan Lasswell'e doğru
gelişen kitle iletişiminin propaganda etkisi ve
kitleleri kontrol savaşına karşı görüş olarak,
örneğin, 1927’de Fransız sosyalist Jules
Rassak'in “Siyasal
Propaganda ve Fikir Psikolojisi”
yapıtıyla, ticari basın, propaganda ve etki
gücünün anlamı üzerindeki yorumunda medyanın
etkisinin göresel olduğu belirtildi. Serge
Chakotin'in (1939) “Kitlelerin
Soyuluşu: Totaliter Siyasal Propagandanın
Psikolojisi”
yapıtı eleştirici sosyal psikolojide önemli yer
alır.
B.
ÜRETİM TARZLARI, SOSYAL DEGİŞİM VE İLETİŞİM
Her sosyal biçim kendi tarihi
iletişim tarzını geliştirir ve kullanır. Bu
geliştirme ve kullanma da, tarihin hiçbir
döneminde, kendi kabuğu içine sınırlanmış, kendi
yakın veya uzak çevresinden (komşu ülkelerden)
soyutlanmış bir biçimde olmamıştır. Aksine,
insanlar kurdukları toplumsal biçimlenmelerde
hem bu biçim içinde hem de diğer sosyal
biçimlenmelerle ilişkilerinde kendi tarihlerinin
yapılmasına katılmışlardır. Çağımızdaki egemen
olan ilişkiler düzeninde, belli insan
gruplarının kendi tarihlerini kendi istedikleri
biçimde yapma olanakları, uluslararası ekonomik
(kalkınma planları, dış yardımlar, kapitalist
sermayenin işleyiş biçimi) ve kaba güç (ordu ve
polis) uygulamalarının egemen karakteri
nedenleriyle, ellerinden alınmış durumdadır.
Dolayısıyla, günümüzde, geçmişten çok daha
kapsamlı olarak, insanlar hem mücadeleye hem de
kendileri için olmayan başkalarının tarihinin
yapılmasına yoğun bir biçimde katılmaktadırlar.
Kısaca doğallık unsuru ortadan kalkmış, yerini
planlı (beş yıllık planlar dahil) “içten
ortaklaşa, dıştan müdahale” ile gerçekleştirilen
bir “toplum kalkınması” almıştır. İnsanlık tarihinde sosyal
sınıflar ve sınıf mücadelesi, komün biçi-minden
ekonomik artı değerin yaratıldığı üretim
biçimine geçildiğinde ortaya çıkar ve gelişmeye
başlar. Bu gelişim süreci, yaşadığımız çağda,
sosyal biçimlerin (toplumların) uluslararası
egemenlik ilişkilerinden kendilerini uzak
tutmamaları ve bu ilişkilerin bir parçası
olmaları nedeniyle, kendine özgülükten çıkmış ve
dünya (özellikle Amerikan) emperyalizminin
egemenliği altına girmiştir. Dolayısıyla,
günümüzde, sosyal sınıflar ve sınıf mücadelesi
oldukça problemli bir konumdadır. Bir ülkenin
içindeki egemen üretim ilişkileri ve sınıf
mücadelesi, dünya kapitalist düzeninin egemen
ilişkiler yapısına sıkı sıkıya bağlı duruma
gelmiştir. Dolayısıyla, bir ülke içinde mücadele
veren sınıflar, aynı anda
kapitalist-emperyalizme karşı da savaşmak
durumundadırlar. Bunun anlamı, “mücadele edenler
kaybetmeye mahkumdur” şeklinde algılanmamalıdır.
Benzer biçimde, bir ülkenin yönetici sınıfları
da egemenliklerini diğer ülkelerin egemen
siyasal ve ekonomik güçleriyle paylaşmak
zorundadırlar. Bu dış güçlerin görevi aynı
zamanda, iç savaşlarda yönetici sınıflara her
türlü desteği vermektir. Kapitalist üretim biçiminin
kitle iletişimi geliştirilinceye kadar toplumda
ve yönetimde egemen iletişim biçimi daima sözlü
iletişim olmuştur. Yazılı iletişim, yönetimde
siyasal ve ekonomik ilişkilerin sözlüden sonra
gelen ikinci biçimi olmuştur. Radyonun
yaygınlaşma-sıyla halkı yönetimin siyasal ve
ideolojik iletişiminde gazeteler, radyo ve
ardından da televizyon egemen araç rolünü
almıştır. Egemen iletişim biçimi gene sözlü
olarak yürütülmektedir, fakat coğrafi yakınlık
ortadan kalkmış ve yüz yüzeliğin yerini
“aracılı” (teknolojik araçlı) iletişim almıştır.
Günümüzde insanlar arasındaki günlük alışıla
gelmiş ilişkilerde, elbette sözlü, yüz yüze
iletişim hala egemen durumdadır, fakat günlük
iletişimde aracılı iletişim (telefon, radyo,
faks, bilgisayar, mektup, e-mail, yasalar,
kurallar, uzaktan kumandalı savaş teknolojileri)
oldukça yoğun biçimde yer alır. Materyal üretim
ilişkilerinin ve iş dışı yaşamın iletişiminde
egemen olan gene sözlü, yüz yüze iletişimdir.
1.
İlkel
Üretim Tarzları: Komün ve kavimler
İlkel üretim biçimleri
kendilerine özgü çeşitlilikler gösterir. Marks
(1973:471-514) bu biçimlerin ilkini orijinal
kavimler veya doğal toplumlar olarak
nitelemiştir. İkinci grubu ise, kavmin başının
üretimi örgütlediği ve doğayı kullanımı kontrol
ettiği akrabalık toplumu olarak tanımlamıştır.
Bu ilk biçimlerde sınıf yoktur. Toplumsal
kararlar kolektif olarak alınıyordu; devlet
olmadığı için toplumu örgütlü güç ve baskıyla
yönetme olanağı yoktu. Toplumsal işbirliği (a)
üretim araçlarının ortak sahipliğine; (b)
bireyin kavmine ve birincil gruba (aile ve
akrabaya) doğal bağlılığına dayanıyordu. (Marks,
1867).
İlkel üretim ilişkisinde
insanlar yer bakımından yüzyüzeydiler ve doğadan
yiyecek toplarken temel ihtiyaçlarını sağlamak
için uğraşırlardı. Üretim temel gereksinmeleri
sağlamak için çalışma olurdu. İnsan barınağını
yaptı, çünkü doğal etkenlere karşı barınmak
ihtiyacını duydu.[4]
Yaşadığı dünya ile iletişiminde ve ihtiyaçlarını
karşılama yollari ararken, insan, çevresini
yaratıcılığının materyalleşen gerçeği yaptı. Bu
yapışta, çalışarak çevresini yapay değişime
uğrattı. Yiyeceğini, giyeceğini ve barınağını
üretti. Bu dünyada olma ve dünya ile olma
sürecinde, insan kendi gerçeğini ve bilinç
yapısını da biçimlendirdi. Bu koşullarda
insanlar arası iletişim egemenlik veya dönüşüm
biçiminde değil, özneler arasındaki diyalog
biçimindedir. Bu tür ilk üretim biçiminde,
insanlar birbiriyle doğrudan iletişim
içindedirler. Bu ilişki içinde işaretle
iletişime kelimeyle iletişim eklendi. Balığın ve
etin yiyecek olarak kullanılması ve ateşin insan
yaşamına görevsel araç olarak katılmasıyla,
avcılık araçları ve iletişim tarzları gelişmeye
başladı. Ok ve yayın avlanma aracı olarak
geliştirilmesiyle, avlanma “modernleşti”.
Akarsuları takip ederek veya akarsular
çevresinde yerleşerek, göçebe ve yerleşik
gruplar oluştu. Doğu'da hayvanların
evcilleştirilmesi, Batı'da sulama ile
yenilebilir bitkilerin ekilmesi, güneşte
kurutulmuş briketlerin ve taşların ev yapımında
kullanılması yerleşik yaşamı toprağa daha çok
bağladı. Bu yeni üretimle insanın kendini ve
süreçlerini anlatması, kendiyle ve dış dünyayla
ilişkisinin iletişimi de yeni nitelikler
kazandı. İmparatorluklar öncesi ve
özel mülkiyetin egemen olmadığı sosyal
biçimlerde, nasıl ki üretim araçları insanların
birbiri üzerindeki egemenliğinin ifadesi
değilse; iletişim ilişkileri ve araçları da bir
insanın diğer insan üzerinde egemenlik kurması
veya egemenliği sürdürme aracı olarak kullanması
biçiminde değildi. Üretim araçları gibi üretim
de herkese aitti. İletişim biçimi de bu üretim
tarzına uygun olarak gelişmişti. Örneğin özel
mülkiyet ile ilişkili bir dilin egemenliği
yerine dayanışma ve bizliğin dilinin gelişmesi
bu tür topluluklarda normal olarak beklenir.
Üretim ilişkilerinin günlük yiyeceği elde etmede
işbirliği olduğu ve özel sahiplik yerine ortak
sahipliğin egemen olduğu (sahiplik anlayışının
benle değil biz'le tanımlandığı, benin benliğini
bizden çalarak, parazit gibi sömürerek aldığıyla
değil, bizden geçerek kazandığı) insan
ilişkileri ortamında aksi beklenemez. İlk üretim biçiminin
kültüründe, kullanılan mızrak, ok ve yay gibi
üretim araçları vardır. Bir ağaç dalı ağaçtayken
doğadır, kesilip üzerinde çalışılarak dönüşüme
uğratılıp değnek, mızrak, yay ve ok
yapıldığında, kültür ve kültürün ifadesi olur.
Ticaretin gelişmesiyle, üretim araçlarının
alınıp satılmasıyla, kültüre ticari kültür
eklenir. İnsan, yaşamını
gerçekleştirmede öğrendiği ve yarattıklarını
yeni nesillere aktararak eğitimi yaratır. Eğitim
bir egemenliğin satışını yapan örgütlü faaliyet
biçimine dönüştüğünde, ideolojiden geçerek
hegemonyanın sağlayıcısı olur. Kültürü yeni
nesillere aktarmanın sözle ve yaparak-göstererek
yapıldığı kültürle, aktarmanın kayıtla yazarak
yapıldığı kültürlerdeki ilişkiler önemli
farklılıklar gösterir. Fakat McLuhan gibi
aydınların iddiasının aksine, insan yaşamını
belirleyen, araç anlamındaki teknolojiler değil,
bu teknolojileri kullanan insanın geliştirdiği
örgütlü yaşamın üretim biçimidir. Ok ve yayla avlanan insanlar
hem avlarıyla hem de avlanmalarıyla belli bir
kültürü oluştururlar. Avlanan hayvan kendi
başına ne yaşadığı ne avlanıldığı zaman ne de
avlandıktan sonra, kültürü üretmez: Kültürü
amaçlı faaliyetlerinde araç kullanımıyla
çevresini ve kendini değiştiren insan yapar.
Hayvan dünyasının yaşamı, değişmeyen bir
faaliyetler silsilesinin iç güdülerle ve belli
sınırlı bir beyin faaliyetiyle kendini ve kendi
nesillerini yaşam koşullarına göre adapte edip
yetiştirmek çerçevesi içinde dönmektedir. Bu
yaşamda bir kültür varsa, bu kültürün değişimi,
çok yavaş bir değişimdir ve teknolojik araç
kullanma ve geliştirmeyi getiren bilinçli
girişimden değil, doğa koşullarının değişmesine
kendini adapte etme zorunluluğundan kaynaklanır.
Doğanın maddelerini ve peyzajını süreçlerden
geçirerek değiştirme yerine, hayvanlar ancak
barınak, yuva yapma ve kaynakları olduğu gibi
kullanma seviyesindedirler. Doğanın maddelerini
işleyerek insan, kültürün maddesini yapar: Bir
bakır kazan, bir tahta kaşık, sapan veya hayvana
ve diğer bir insana vurulan boyunduruk...
İnsanın gösterdiği
özelliklerden biri de, ihtiyaçlar artık ortadan
kalktığı halde, geçmiş ihtiyaçlarla biçimlenen
bilinç ve davranış tarzını belli bir diğeri
egemenlik kuruncaya ve onu silip süpürünceye
kadar devam ettirmesidir.
İlkel üretimin kültürü ve
kültürel iletişimi demokratik bir karakter
taşır: İletişim ve kültürel üretim faaliyetleri,
tekelci kapitalistler veya toprak sahibi köy
ağası veya şeyh tarafından düzenlenmez, kontrol
edilmez. Kültür ve iletişim doğal yaşamın doğal
yansımasıdır. Örneğin emperyalizmle avcı bir
kültürel biçim üzerine empoze edilmeye çalışılan
okuma yazma eğitiminin/öğreniminin anlamı, avcı
birim için ne oku ve yayıyla ne de avıyla
ilişkilidir, fakat üzerinde kurulan egemenliğin
ifadesidir. Bu egemenliğe bugün “kültür
emperyalizmi” diyoruz. İnsanın doğayla ve diğer
insanlarla ilk ilişkisinin biçimlenmesiyle,
insan iletişiminin ilk ve en temel tarzı oluştu:
Diyalog. Diyalog yüz yüzedir; göze, ağza ve
kulağa bağımlıdır; Zaman ölçüsü bakımından o
andadır. Diyalogda eşitcil ilişki, alışveriş,
ortaklaşalık, anlayış, karşısındakinin ve
diğerlerinin ihtiyaçlarını düşünme gibi
faktörler vardır. Diyalogda insan faaliyetleri
ortak amaçlıdır. Diyalogun sosyal matriks'i
güvenmeye, alçak gönüllülüğe, sevgiye ve ortak
eleştirici arayışa dayanır (Freire, 1973).
İşaretlerle, oklarla, kelimelerle, taşlarla ve
basit seslerle gerçekleştirilen iletişim yere
bağımlıdır (iletişimde bulunanlar aynı
yerdedir). El, dil ve, bir ağaç parçası, taş,
su, hava gibi doğanın maddi parçaları iletişim
aracı olarak kullanılan en temel kaynaklardır. Yüz yüze iletişimin karakteri
sosyal yapıya ve yapıdaki ilişkinin
karakterlerine göre değişir: Eşitcil ve
dayanışmaya dayanan bir yapıda, aile içi ve
dışı, aileler arası ve diğer üretim birimleri
arasındaki yüz yüze iletişim simetrik veya
simetriğe yakın bir özellik gösterir: Yüz yüze
iletişim ortaklaşmanın bir uzantısı olur.
Sömürüye ve mülkiyet ilişkilerinin özel
sahipliğine dayanan biçimde; iletişimde diyalog
ortadan kaldırılır ve iletişim, egemenliği
sürdürmenin bir parçası olur. Diyalogun ortadan
kaldırıldığı egemenlik iletişiminde insanlar
arası sempati, sadece kendi degil ayni zamanda
diğer odaklı duyarlılık, kendini
karşısındakilerin yerine koyma ortadan kalkar;
sevginin yerini sevgisizlik; alçak gönüllülüğün
yerini ezici burnu büyüklük; ortaklığın yerini
sahiplik; dayanışmanın yerini diğerlerini yoksun
ve yoksul bırakarak güç ve zenginlik elde etme;
güvenin yerini güvensizlik; hakkın yerini soygun
ve hırsızlık; umut ve hoşgörünün yerini
ezilmişliğin umutsuzluğu ve öfkesi alır.
Egemenlik iletişiminde diyalog değil, emirlere
uymaya, görevleri yerine getirmeye ve kurallara
boyunsunmaya çağrı ve zorlama vardır. Egemenlik
iletişiminde yasaklar konur,
direktifler/komutlar verilir, uyanlar ve
uyduranlar, yapanlar ve yaptıranlar, yaratanlar
ve yarattıranlar, üretenler ve ürettirenler
vardır. Diyalog varmış gibi görünen durumlarda
(örneğin eşitliğe inanan bir öğretim üyesi ile
öğrencisi arasındaki iletişimde) bu diyalog
egemenliğin bir parçası değil, egemenliğe karşı
mücadelenin ifadelerinden biridir. Bu nedenle,
bu ilişki egemenliğin kırıldığını değil,
egemenliğin varlığını ispatlar. Seçme ve seçilme
hakkının kullanım birimleri de, sosyal diyalog
açıklığını değil, diyaloğun gülünç bir ideolojik
propaganda şekline dönüştürüldüğünü anlatır. Her biçimle birlikte, o
biçimin egemen iletişim tarzı da gelişti. İlkel
köysel sosyal biçimlenmede (komünde) sözlü
iletişim egemen biçimdi. Bu biçimin karakteri o
zamanın yaşam koşullarına yakından bağlıdır:
Küçük topluluklarda herkes herkesi tanır,
ilişkiler yüz yüze yürütülür. Yaşamın her
alanında köysel sahiplik vardır. Egemen yaşam
biçimindeki köycül ilişkiler gibi, iletişim
ilişkileri de simetriktir: Eşitcildir. Köy\komün
biriminde dengesiz, simetrik olmayan iletişim
ilişkilerini oluşturacak ekonomik veya diğer
eşitsizlikler ve egemenlik kademeleşmeleri
yoktur. Bunu oluşturacak ne mutlak kölelik, ne
ücretli-kölelik biçimleri, ne de üretileni gasp
etme egemendir. Bu yapıyı kesinlikle feodal
imparatorluk ve burjuva devletçilik kavramıyla
karıştırmayalım. Devletçiliğin simetrik, eşitcil
ilişkilerle ilişkisi, bu ilişkileri kamu çıkarı
safsatasıyla, devleti oluşturan ekonomik
çıkarları sağlama yolunda yok etmesidir. Burjuva
devletçiliği, burjuva milliyetçiliği gibi,
burjuva soygununun entegral bir parçasıdır.
Burjuva devletçiliği politikasının iletileri de
öyle. M.Ö. 20.000 yılında mağara
duvarına çizilmiş şekil, insanın kendini kayıtlı
sembolle anlatmasıdır. Bu anlatım egemenlik
ilişkisinin değil, insan yaşamının bir tür
öykülenmesidir. Egemenlik amaçlı kullanımı
olmadığı için, insanlar arası sömürüyü de
anlatmaz. Bu tür “çizimle” iletişim, açık
artırmayla satıp para kazanacak
sahip-kapitalisti ve satın alıp sahip olarak
“sanat sever” ve aristokrat olan kapitalistleri
Allah henüz yaratmadığı için, pazar veya sahibi
için değil, insanın kendini, para veya kazanç
fikrinden uzak, kendisi ve kendi gibi olanlar
için anlatma karakterine sahiptir.
2.
Asya
Tipi Yapı ve Kölelik Üretim Tarzları
M.Ö. 8 ile 4 bin yılları
arasında klan/kavim ilişkileri artan işbölümüyle
değişmeye başlamıştır. Artı değer üretilmeye
başlandı ve biriktirme olasılığı ortaya çıktı.
Artan işbölümü sonucu klan/kavim içinde ürün
dağılımında eşitsizlikler oluştu. Bunun sonucu
olarak, siyasal güç herkesin çıkarlarını değil,
yaşlıların ve şeflerin çıkarlarını
gerçekleştirme biçimine dönüşmeye başladı.
Savaşta esir alınanları öldürme yerine, köle
olarak kullanma ekonomik-kazanç bakımından daha
faydalı görünmeye başladı. Zenginliğin artması
ve sosyal sınıfların çıkmasıyla devlet sosyal
kurum olarak belirdi ve gelişmeye başladı
(Berberoğlu, 1994:38-39). Marks ilk sınıflı toplumları
Asya tipi toplum, eski toplumlar ve Alman
cemaatleri olarak gruplandırmıştır. Asya tipinde
komün topraklarına yüce yönetici sahipti:
Üretici mülksüzdü. Artı değerin bir kısmı
haraç-vergi olarak alınıyordu; diğer kısmı da
(din ve savaş gibi) harcamalar ve komün ihtiyatı
için kullanıldı. “Despotun” yönetimi, toplu
üretim ve iletişim araçlarındaki kurallara ve
dışa karşı savunma araçlarının kontrolüne
dayalıydı. Berberoğlu'na göre (1994:38-39)
Mısır, Aztek, İnka, Çin ve Osmanlı imparatorluğu
gibi “despot imparatorluklar” değişime karşı
güçlü direnişe sahiptiler ve yüzyıllarca
yıkılmadan sürdüler. Divitçioğlu ise
(1971:36-44), Asya tipi üretim tarzını, “bireyin
topraklar üzerinde kısmen tasarruf hakkı; ancak
mülkiyetin despota ait olduğu ve bundan dolayı
değişimin zor olduğu bir aşama” olarak tanımlar. Marks'a göre eski toplumlarda
klanlar/kavimler üst ve alt “ecdatsal bağa” göre
bölünmüştü. Önceleri komüne ait olan topraklar
benzeri şekilde özel ve devlet malı olarak
bölünmüştü. Özel topraklar önce özgür köylü
aileler tarafından işleniyordu. Artık-emek/iş
devlete ve gönüllü askeri hizmete veriliyordu.
Savaşlarla köleler elde edildi: Devletin
genişleyen toprakları soyluların güçlerini
artırdı. Roma’da işgaller ve köleliğin
gelişmesi, toprakların birkaç elde toplanması,
ticaret ve para sistemleri, sistemin sonunda
gerilemesini anlatan çelişkilerdir. Alman komünleri devlet olarak
yapısallaşmamıştır. Uç orman alanlarında yaşayan
bu klan gruplarında av, otlama ve orman kamu
mülkiyetindeydi. Şef üretimin örgütçüsüydü. Ürünün, üretenin kendi mülkü
olarak benimsenmesi ve sadece kendi için
kullanılması sonucu işbölümüyle birlikte, üreten
veya üretebilenlerle, üretme olanakları sınırlı
olan veya herhangi bir nedenle ellerinden
alınmışlar arasında ilk dengesizliğin ve sömürü
ilişkilerinin temeli atıldı. Kölelik üretim
biçiminde, sadece materyal üretim değil aynı
zamanda üreten insan diğer bir insanın sahipliği
ve mülkiyeti altına alındı. Sahiplik, üretme
araçları ile emek gücü üzerinde toplandı. Sosyal
biçimlenmeler, kendi üretip kendi kullanan veya
ortaklaşa üretip ortaklaşa tüketen paylaşıldığı
biçimden, üretim araçlarına sahipliğe ve üretim
ilişkilerinde aldıkları yere göre gruplaşmaların
olduğu şekle dönüştü. Üretim araçlarıyla
farklılaşmış ilişki, üretimden farklılaşmış pay
demektir. İnsan tarihinde, yeni üretim
güçlerinin (yeni araçları geliştiren ve kullanan
güçlerin) gelişmesi ve bunun üretim ilişkilerini
değiştirmesiyle yeni sınıflar oluşur ve sosyal
biçimlenmeler değişime uğrar. Özel mülkiyet, kişinin kendi
dışıyla ilişkisinde, dış dünyanın parçalarına
(kullandığı araçlara, toprağa, suya, ağaca,
hayvanlara, üretilen ürüne, ve başka insana)
sahiplik iddia etmektir. Mülkiyet ilişkileri ise
bu iddiayla gerçekleştirilen sahip olmayla gelen
karar verme, kullanım ve paylaşmada egemenlik
ilişkileridir. Kölelik imparatorlukları,
mülkiyet ilişkilerinin belirlediği devlet denen
ve geniş topraklar üzerinde egemenlik kuran ve
köleliğe dayanan siyasal yapıdır. Özel mülkiyet biçimleri ve
ilkel imparatorluklarla birlikte sadece maddeler
üzerindeki kontrol ve mülkiyet gelmedi. Aynı
zamanda, buna bağımlı olarak, insanların
insanlar üzerindeki sahipliği de geldi. Eski
çağların bütün imparatorluklarının üretim
biçiminde kölelik önemli bir yer alır. Örneğin
Yunan Medeniyeti M.Ö. 5. ve 4. yüzyıllarda ve
Roma İmparatorluğu M.Ö. 2. yüzyıl ve M.S. 2.
yüzyıl arasında çok büyük ölçüde köleliğe
dayanıyordu. Yunanlılar'da köleler endüstride,
zanaatta, tarımda ve evde kullanıldı. Örneğin 5.
yüzyılda, Yunan kentlerinde kölelerin sayısı
kentli nüfusunun iki mislinden fazlaydı. Ondan
sonraki her dönemde olduğu gibi, savunma için
ordu besleme, kölelerin üretiminin sağlanmasına
bağlıydı. Roma’da köleler hayvanlar gibi alınıp
satıldı ve oldukça da ucuzdu. Toplumsal ekonomik
üretim, kölelerin emeğinin kullanımı
üzerindeydi. Mısırda firavunlar Tanrı
olarak nitelendiler, bütün toprakların
sahipleriydiler. Eski krallık devrinden orta
krallığa geçildiğinde yoksulların piramitler
yerine kamu işlerinde kullanılmasına ağırlık
verilmeye başlandı. Mısır'da firavuna hizmet
etmek için yazıcı (scribe) olmak zorla çalışma
köleliğinden kurtulmanın yoluydu. Kızıldeniz ve
Akdeniz, Mısırlılar'ın ticaret ve istila
yollarıydı. Karadan iletişim kervan yollarıyla
yapılıyordu. Ticareti yapılan ana maddelerden
biri de papirüs idi. Mısır'da yazı, resim yazısı
hiyeroglif olarak kaldı. Hiyeroglif önce gerçek
objeleri anlattı, ardından fikirler ve heceleri
anlatmak için kullanıldı. 24 sessiz harfli
alfabeyi geliştirdiler. Bu alfabeden Sami oradan
da Latin alfabesi gelişti. Mısır'ın en eski
edebiyatı Piramit yazıtlarıydı. Bunlar
firavunların mezarlarının duvarlarındaydı. Bu
yazıtlarda firavunun tanrı olduğu tekrar tekrar
iletilirdi. Eski dönemden sonraki edebiyatta
yazıtlarda günün kötülüklerine karşı
protestolar, sosyal adalet talepleri, romantik
heyecanlar, kadın, şarap ve şarkılar işlendi.
Mısır yazısını okuma 5. yüzyıldan sonra
kayboldu. Ancak 19. yüzyılda çözüldü. İlk çağlarda (ve orta
çağlarda) su yolu, uzak yerlerle yapılan meta
alışverişinde kullanılan en yaygın araçtı. Kara
yolu su yoluyla bütünleşmiş bir biçimde
kullanılıyordu.
Kölelik sistemiyle
diyalog, aynı veya benzer sosyal statüye sahip
olanlar arasında olmaya başladı. Sosyal
tabakalaşmada tabakalar arasında monolog ve tek
yönlü baskıcı iletişim biçimi gelişti. Tek yönlü
monolog ve boyunsundurma ve boyunsunma iletişim
ilişkileri, ekonomik mülkiyet ilişkilerinin
açıklayıcısı ve yansıtıcısı olarak belirdi ve
gelişti. Gelişme Yunan felsefesinde
sistemin
meşrulaştırılmasından, köleliğin evrensel olarak
ele alınmasından, kölelerin de insan olduğunun
kabul edilmesine kadar çeşitlenen sınırlı
felsefelerin dünyalarını yorumlamalarıyla
anlamlandırıldı. Kölesi evde ona hizmet ederken,
kölelik üzerine yapıt yazan filozof en fazla
kölelerin de insan olduğu ve köle haklarına
sahip oldukları savunusu çerçevesinde
kalabilmiştir. Köleliğin ortadan kalkması,
filozofun ev rahatının ve dünya düzeninin
bozulması, tehdit edilmesi olur. Bu filozofun
köleliğin ortadan kalkmasını yazması için önce
evindeki köleyi azat etmesi gerekir (Benzer
şekilde, özgürlük, insanlık, eşitlik gibi
idealleri taşıyan kişilerin, kendi yakınlarına
karşı savundukları idealler paralelinde ilişki
tarzı göstermeleri gerekir.) Özel mülkiyetin gelişmesi ve
kölelik üretim biçimiyle birlikte kayıt etme
gereği de acilleşti. Bu da yazının ve
araçlarının icadı ve geliştirilmesini getirdi.
İlk kayıt etme ihtiyacı ve yazı kullanma, egemen
güçlerin mallarının ve alışverişlerinin hesabını
tutmada kullanıldı. Diğer bir deyişle, iletişim
biçimi, tek yönlülükle ve yazının kullanılış
biçimiyle, yönetimin ve egemenliğin bir parçası
olarak oluştu. Elle yazarak kayıt, diğer üretim
araçları gibi, yönetici sahiplerin, lordların,
asillerin, beylerin, senatörlerin, tüccarların
mülkiyeti olarak kendini gösterdi. Yazı, taş,
çamur tabletler, ağaç tabletler, papirüs ve
hayvan derisi üzerine işleniyordu.
Avrupalılar'ın ırkçı iddialarının aksine
iletişim araçlarının modern biçimleri ilk kez
Asya'da görünmeye başladı. Çinliler
Avrupalılar'dan bin yıl kadar öncesinden kağıt
kullanmaya başlamışlardır. Semerkant'a kadar
fetihlerle ulaştıklarında, Araplar kağıt
yapımını öğrendiler. Afrika’ya ve Avrupa’ya
doğru yayıldıklarında kültür ve bilgileri de,
özellikle İspanya, İtalya ve Fransa’ya yayıldı.
Avrupa kağıt üretimine ancak 13. yüzyılda
başlayabildi. Sümerler M.Ö. 3500 yıllarında
bilinen ilk resimli yazıyı kullandılar. Bu yazı
Asurlular, Babilliler, ve Persler'in elinde
fonetik dil oldu. Mısırlılar M.Ö. 3100
yıllarında hiyeroglifleri geliştirdiler. Bilgi
tekeli taş üzerine yazı ve hiyeroglifler
merkezindeydi. Mısırlılar, M.Ö. 2500 sıralarında
ana yazı aracı olarak çamur/kil yerine papirüs
kullanmaya başladılar. Yazı sanatının bu
gelişimiyle yazıcılık (hattatlık) mesleği
gelişti. Yunanlılar M.Ö. 200 yılında
hayvan derisinden parşömeni geliştirdiler. M.Ö.
100'lerde Roma'da halk kütüphaneleri, yasalar ve
sansür görülür. M.S. 150'de ilk kez, parşömen,
yuvarlayarak rulo yapma yerine, kitap yapmak
için sayfalar içine katlandı. Çin’de, yazılı
iletişim aracının geliştirilmesine kumaştan
yapılan kağıt eklendi. Sonradan, lambanın siyah
isinden yapılan mürekkep, yazı biçimine yeni bir
tarz kazandırdı. Çinliler M.S. 105'de kâğıt ve
mürekkep yapmaya başladılar. Asya'da M.S.
450'den sonra “blok basım” kullanılmaya
başlandı. En eski blok basımlı kitap, 868'de
basılmış olan Diamond Sutra'dır. Kitapları elle
yazanlar ustalıklarını artırmaya başladılar. 8. yüzyılda Bağdat’ta ve 9.
yüzyılda Mısır’da İslam rejimi kağıt üretimini
yaygınlaştırdı. 10. yüzyılda kağıt üretimi hızla
yayılmaya başladı. Kağıt, Feodal İspanya’da 12.
ve İtalya’da 13. yüzyılda üretilmeye başlandı.
Kumaş parşömenden daha ucuz bir hammaddeydi ve
bu da kağıt üretimi fiyatlarını düşürdü. Eski imparatorluklarda elle
yazının ve yazı araçlarının gelişmesinin nedeni
halkın ihtiyacından dolayı değildi, bu gelişme
ekonomik ve siyasal yönetimde belli kayıtları
kaydetmek, korumak ve iletmek ihtiyacından
kaynaklanıyordu. Anadolu’nun medeniyetlerinde
yazıyla iletişim biçimi kullanıldı: Kim kullandı
ve ne amaçla kullandı? Bu iki soruya cevap
verebiliriz. Fakat “nüfusun ne kadarı okumayı
biliyordu, okuma gereğini duyuyordu, duyuyorsa
neden duyuyordu ve okumasının sonuçları neydi?”
gibi sorulara da cevaplar gerekir.
İletişimde sözlü gelenek
en eski biçimdir. Sözlü gelenek Avrupa’da en
yüksek zirvesine eski Yunan kölelik
medeniyetinde (eski Yunan demokrasisinde)
ulaştı. Örneğin Homerik Şiirler, nesillerden
nesillere bunları ezberleyen şairler tarafından
nakledildi. Türkiye’de ise 20. yüzyılın ikinci
yarısının ortalarına kadar egemen kaldı. Bu
biçim, kapitalist Amerika gibi ülkelerde, günlük
“şimdiye dönük” yüz yüze iletişim dışında,
geleneklerin ve kültürün aktarılmasında egemen
konumunun yerini kitle iletişimi ve kamu
eğitimine bırakmak zorunda kaldı. Türkiye’de
belki de 1940’larda köyde doğup büyüyen ve köyle
ilişkisini kesmeyen nesil, Türkiye’de sözlü
geleneğin (sözlü öykülerin, masalların,
ağıtların, destanların) en son nesli olarak
nitelenebilir. Günümüzde, köy yaşamında da
elektronik medyanın egemenliğinde sözlü gelenek
ortadan kaldırılmış ve yüz yüze iletişim yeni
egemenliğin bir halkası biçimine dönüşmüştür.
Televizyon yüzünden sadece kırsal alanda değil,
toplumun her kesiminde insanların bir çatı
içindeki beraberliğindeki ilişki biçimi
değişikliğe uğradı. Ev fertleri arasındaki
ilişki yanında, misafirlikte bile insanlar
arasındaki iletişim ve ilişkiye televizyon
egemen olmaya başladı. Sözlü gelenekle aktarılan
efsaneler, hikayeler, olaylar, ata sözleri ve
şakalar insanlar arasındaki beraberliğin önemli
bir parçasıydı. Şimdi bu ilişkiyi parçalayarak
araya televizyon girdi ve insanların gözü
birbiri yerine, evleri ve bilinçleri işgal eden
televizyon denen bir dış güce döndü. Türk sözlü
geleneği Batı kültürünün görüntülü egemenliğiyle
katledildi. Çocuk yetiştirmede ve günlük ev içi
ve boş zaman ilişkilerinde, Batı teknolojisi ve
teknolojik ürünleri hikaye/masal/öykü
anlatıcılarının, ozanların, şairlerin,
gezginlerin ve habercilerin yerini aldı
(Ayrıntılı bilgi ve referans için
bknz Erdoğan,
1999).
3.
Feodal Kölelik Üretim Tarzı
Marks’a göre feodalizm Alman
ve eski Avrupa biçiminin dönüşümü sonucu ortaya
çıkmıştır. Köle, lordun işini görür; bağımsız
ticaret kasabalarının zanaatkarları tarım
alanlarından artı-değeri çıkarır alır. Sınıf ve
eşitsiz-mübadele ilişkileri feodal sistemin
çözülmesine neden olur.
Avrupa'da feodalizm
çıkarken, mutlak kölelik üretim sistemi (Roma
İmparatorluğu) ve ilkel üretim sistemi (Kuzey
Avrupa'nın Vandallar, Allanlar, Vizigotlar,
Ostrogotlar gibi kavimleri) çöküyordu. Kölelik
sisteminin dıştan işgalle parçalanması M.S. 4.
yüzyılın sonunda başladı ve 5. yüzyılın sonunda
Roma İmparatorluğunun küçük parçalara
bölünmesiyle tamamlandı. Lordların şatosunun
çevresini sömürdüğü, toprak köleliğine dayanan
feodal sistem 10. yüzyılda egemen üretim biçimi
oldu. Bu biçim 11. yüzyılda gelişti ve 13.
yüzyılda egemenlik zirvesine ulaştı.
Ortaçağların feodalizmi küçük köylü birimlerinin
kendi kendine yeterli ekonomik üretimine, el
işleri endüstrisine ve kapalı loncaya
dayanıyordu. Materyal toplumsal üretim köylüler
tarafından yapılıyordu. Feodal lord toprakların
sahibiydi ve topraklar onun ismini taşırdı
(Osmanlı Devleti topraklarının yöneten ailenin
ilk lideri olan Osman’ın ismini taşıdığı gibi).
Köylüler lordlarının toprağında çalışırlardı.
Çok az para kazanır, toprak kirası öder; savaş
vergisi, toprak vergisi verir ve diğer çeşitli
ödemeleri yaparlardı. Lordların ihtiyaçları ve
harcamaları arttıkça yeni vergi çeşitleri de
eklendi. Ailenin ilk doğan çocuğu toprağa aitti
(Lordun kölesiydi) ve yeni evlenen gelinle ilk
gece hakkı Lorda aitti. Köylüler toplumun diğer
tabakalarını (prens, lord, aristokrat ve dinin
temsilcilerini) beslediler. Köy birimleri ordu
tarafından “korundu.” Bu koruma, bugünkü “vatan”
koruması gibi, gerçekte mafya türü korumanın
meşrulaştırılmış şekliydi. Mafya türü koruma
nedir? Örneğin İtalyan Mafya yönetimi “asker,
onbası çavuş vb.” denen haydutlarıyla, kişiyi
(Mafyaya karşı) koruyarak kişiden koruma parası
alır. Kabul etmezse? Ceza gelir. Bu korumaya,
“yasa” denen meşrulaştırılmış baskı ve hatta
katilliğe örnek olarak
Caroline yasası
gösterilebilir: Caroline yasası ceza olarak
kulak, burun, parmak ve kafa kesmeyi, kör
etmeyi, ateşte yakmayı getirdi. Lordlarına saygı
ve sorumluluk hisleriyle dolu köylüler, sevgili
lordları tarafından, Tanrının temsilcisi
kilisenin tasdikiyle, zevkle bu yasaların bol
bol üzerlerinde uygulanmasını hissettiler. Karar
veren yargı organlarını baronlar, din
temsilcileri, jüriler ve lordlar/aristokratlar
oluşturuyordu. Feodal sistemde en büyük payı
alan ortak güç Roma kilisesiydi (örgütlü dindi).
Roma kilisesi, Avrupa topraklarının en az üçte
birine sahiplik yoluyla materyal dünya
nimetlerine konuyordu. Bunun yanında,
Hıristiyanlık inanç kontrolüyle feodal sistemin
ideolojik birliğini sağlıyordu. Bu birlik
sağlama işlevinde feodal devlet örgütlenmesinin
yapısına “hayır duasını” veriyordu. Feodal
yapıda, Roma kilisesi hem ekonomik hem de
ideolojik ve kültürel açıdan büyük güce sahipti.
Roma kilisesi aynı zamanda “bilgi üretimi”
tekelini de elinde tutuyordu. Roma
İmparatorluğunun çökmesinden sonra, M.S. 400
sıralarında, Katolik manastırlar bilgi araçları
ve dağıtımı üzerinde tekel kurdu. El emeğine
dayanan yazıyla iletişim sistemi aristokratlar,
yöneticiler ve yüksek sınıfların malı oldu. Din
kurallarının ve dini pratiklerin günlük
iletişiminde, kilise ve birey arasında inanç
yoluyla kurulan kitle iletişimi en etkin yönetim
mekanizmalarından biri olarak gelişti. Bu kitle
iletişim biçimi, gücünü insanın (a) kendisiyle
iletişiminde Tanrı ile kilise arasında kurulan
bağı kendine mal etmesinden ve (b) yakın
çevresiyle iletişiminde bu bağı destekleyen
günlük iletişim faaliyetlerinden aldı. Dinin
kontrolü altında bilim teolojinin bir dalı
haline getirildi. Kilisenin egemenliğini
perçinleyen dogmalar feodal toplumun siyasal,
yasal, sosyal ve manevi gücü oldu. Kilise feodal
egemenliğin takdisini ve tanzimini yapan en
genel güç olarak hüküm sürdü. 11. ve 12. yüzyıllarda
ticaretin gelişmesi, kentlerin gelişmesi,
materyal ilişkilerde sömürü merkezinin yavaş
yavaş kentsel alanlara kayması ve dolayısıyla
kentsel güç ve çıkarların yükselmesiyle
birlikte, hem kilise hem de yerel feodal lordlar
zor durumda kalmaya başlamıştır. 14. ve 15.
yüzyıllarda küçük birimlere dayanan ilk feodal
üretim biçimi Fransa, İngiltere ve İspanya’da
merkezi monarşilere dönüştü. Feodal merkezi
devletler ortaya çıkmaya başladı. Monarşilerde,
üretim ilişkileri gene feodal olarak kaldı.
Yönetici ve yönetilen sınıflar aynıydı.
Anayasalı krallıklar, cumhuriyetler ve faşist
diktatörlükler burjuvazinin çeşitli yönetim
biçimleri olduğu gibi; monarşiler de topraklı
aristokrasinin yönetiminde egemenliğin
yenilenmiş görünümüydü. Monarşilerde, kilise ile
egemen ortaklık yanında gelişen rekabet ve
çatışmalar; Roma kilisesinin kendi anlama-dığı
Latin dili ile dua eden Avrupa insanı üzerindeki
egemenliğini kırma yoluna gitti. Bu da
Avrupalılar'ın kendi yerel dilinde İncil’i
tercümeleri ve ardından da kendi kiliselerini
kurmalarıyla sonuçlandı. İncil’in yerli dilde
yazılması, artan okur yazarlıkla birlikte, İncil
pazarını da geliştirdi. Kilise ve ortakları
tarafından verilen karşı tepkiler ise aforozlar,
yasalar, fermanlar ve fiziksel işkenceyle basını
ve halkı ezme yöntemi oldu. Tanrı adına olan
ortaçağ köylü ayaklanmaları, Tanrı'nın
temsilcilerinin takdisiyle Tanrı adına kanlı bir
biçimde bastırıldı. Ortaçağda iletişim ilişkileri
çağın feodal sömürü sisteminin özelliklerini
taşır: İletişim özgürlüğü ve iletişimin yönü
mutlak kölelik sistemlerinden farklı değildi.
Din mensupları ve yönetici kadrolar tek eğitimli
sınıfları oluşturuyordu. Fakat egemenlik
Avrupa’nın materyal zenginliğinden aslan payını
alan ve Avrupa birliğini dinle elinde tutan
kilisenin elindeydi. Üretim araçları ve güçleri
de ya kilisenin direkt emek sömürüsü altındaydı
ya da doğrudan içerik kontrolü söz konusuydu.
Araç, üretim gücü ve içerik denetimiyle; kilise
bilgi ve fikirlerin üretimi ve dağıtımı tekelini
elinde tutuyordu. Hukuk, doğal bilimler,
felsefe, kısaca entelektüel ve kültürel yaşamın
her alanı kilisenin egemenliği altındaydı.
Entelektüel süreçler ve ürünler kilise
doktrinine uyup uymadığına göre
değerlendiriliyordu. Yaşaması ve öldürülmesi
de... Kilise kilisenin ve egemen sınıfların
çıkarlarına aykırı olan her şeyi sansüre
uğrattı, kötüledi, şeytanın işbirlikçisi ilan
etti ve lanetledi. Yazılı iletişim biçimindeki
Roma Katolik Kilisesi'nin mutlak egemenliği,
İncil’in yerel dillere tercümesi ve yerel
kiliselerin kurulmasıyla kırılmaya başladı.
Kilisenin kitle iletişimiyle Avrupa’yı
pençesinde tutması yazılı iletişimle
gerçekleşmedi. Kitle iletişimi, materyal ve
entelektüel bakımlardan yoksullaştırılmış
kitleler arasında egemen olan sözlü iletişim
biçiminin kendi aralarında, Avrupa’nın her
köşesine yayılmış olan yerel kiliselerde bu
yazılı kitapları ellerinde tutanların sözlü
sunuşlarında, haftalık dini ayinlerde, gezici
misyonerlerin vaizlerinde kullanımıyla
gerçekleşti. Kilise beyinleri yönetirken, hem
kendileri hem de feodal ortakları kitlelerin
ambarlarını boşaltıyordu. Her zaman olduğu gibi yazma
özgürlüğü, iletişim biçiminin araçlarına
sahipliğe ve üretim için bunların kullanım
biçimine bağımlı olarak anlam kazanır. Feodal
sistemde bu araç sahipliği kilisenin ve
entelektüel aristokratların mülkiyetindeydi.
Üretimde kullanma, çoğunlukla kilise çatısı veya
himayesi altındaki “entelektüel emekçiler”
tarafından gerçekleştiriliyordu. Entelektüel
emekçiler gece gündüz Tanrı adına çalışarak,
feodal ve kilise çıkarlarını gerçekleştiren
iletişimleri kaydettiler ve ilettiler. Yazılı
bilgi yönetici sınıflar arasında iletişilendi.
Yazılı cahilleştirme ve yönetim ise, yönetici
sınıfların alt kademedeki uygulayıcıları
tarafından yönetilen kitlelere sözlü iletişimle
iletildi. Sözlü iletişimin çalışmadığı yerde de
kılıçlı iletişim ve hapislerde işkencelerle
yasal baskı iletişimi uygulandı. Kılıçlı
iletişim açıkça görünür olmadığı durumda bile
daima belleklerde canlı olarak vardır. Bu da,
örneğin bugün kendilerini demokrasi olarak satan
baskıcı rejimlerde de, sessizliği gösterip “bak,
huzur ve tatmin var” iddiası ve “bölücülerin,
teröristlerin” yok edilişini gösterip
“bölücülerin akıbetine bak” iletişimiyle sık sık
tekrarlanarak canlı tutulur. On beşinci yüzyılda,
Protestan hareketinin yanında (Katolik
kilisesine karşı her ülkenin kendi dilinde dua
okuduğu kendi kilisesini kurması hareketi
yanında) ticaret ve kentleşme de artmaya
başladı. Kilise mensupları, öğretmenler ve
adalet sisteminin resmi kişileri yanında, okuma
yazma ticari sınıf arasında yaygınlaşmaya ve
örgütlü dinin egemenliği bu alanda da kırılmaya
başladı. Bu sırada elle yazının yanında, 15.
yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’nın büyük
kentlerinin hemen hepsinde modern basının ilk
örnekleri kullanılmaya başlandı. Kullananların
ve geliştirenlerin hepsi de iş adamlarıydı. Yeni
teknolojiyle birlikte teknolojinin feodal-ulus
devlet tarafından yasal kontrolü, özellikle
lisans alma biçiminde geldi. Din ve bilim dışı
kitaplar da basılmaya başladı. Kilisenin
iletişim üretimi üzerindeki kontrolü artan bir
şekilde kayboldu. Fakat ideolojik kontrol
direnişine devam etti. Ekonomik gücü ele almaya
devam eden kasaba ve kentlerdeki orta sınıf (o
zamanın burjuva sınıfı) aynı zamanda iletişim
üretimini de ellerine geçirmeye başladılar ve
19. yüzyıla gelindiğinde burjuva basın, basılı
yolla iletişimde rakipsiz egemenlik kurdu.
Gazeteciliğin gelişmesi,
17. yüzyılla başlatılır, fakat gerçekte oluşum
Çin’de Tung hanedanına ve belki de ondan çok
öncesine gider. İlk imparatorlukların
fermanları, yönetim kararları ve diğer çeşitli
kararlarının yazılıp asılması genel bir
uygulamaydı. İlk gazetecilerin öncüleri
“tellâllar” olarak nitelenebilir: Bu tellâllar
haber, bilgi ve enformasyonu “duyduk duymadık”
diye köyün yüksek bir yerinden bağırarak köylüye
duyururdu. Bu duyurulan, duyanlarca duymayanlara
iletilirdi. Eski imparatorluklarda da, bu
tellâllar yanında, belli alanlara asılan yazılar
okuma bilenler ve tellallar tarafından çevreye
iletilmeye başlanırdı. Ayrıca sorulması gereken
en önemli sorulardan
biri şudur: ilk
imparatorluklarda ve feodal çağda
okuma ne ölçüde ve
kimler arasında yaygındı? İmparatorlukların
kentlerinde yaşayanların ne kadarı okuma
biliyordu? Bu konuda kesin bir cevap yoktur.
M.Ö. 59'da Roma’da her gün Acta Diurna denilen
“haberler” meydanlara asılmaktaydı. Amaç elbette
halkı haberle bilgilendirmek değildi. Caesar
bunu Roma Senatosunda kendine muhaliflerin
konuşmalarını etkisiz hale getirmek için
kullanıyordu (Chaffee, 1975:13). Fakat kitleler arası örgütlü
din dışı olan sosyal iletişimi taşıyanlar,
insanların kendisiydi. En yaygın olan da
dedikoduydu elbette. Haber dedikodu yanında,
gezginler ve tellallar tarafından iletildi. Bu
geleneğe çok sonradan Anadolu’da gezgincilerin
ya da ozanların tek sayfalık ağıtları ve
destanları eklendi. Haber taşıma insan
araçlarından önemli biri de seyyar tüccarlardı.
Anadolu’da “Çerçi” denen bu kişiler sadece değiş
tokuş (takas) yoluyla veya para ile mal ticareti
yapmadılar; aynı zamanda uzaktan haber getiren
ve kasabaların dışarıyla olan önemli bir
bağıydı. Atla, eşekle veya yürüyerek bir diğer
köye veya kasabaya gidip gelenler de günlük veya
haftalık haber taşıyıcısıydılar. Ortaçağlarda ticari sınıfın
bulunduğu Avrupa kentlerinde ilk basılı gazete
Venedik’te; Venedik’le Türkler arasındaki
savaşın haberini veren resmi yayındı. Günlük
gazeteler 17. yüzyılda görünmeye başladı.
Broşürler kendi arasında elle yazılmış notlarla
finans haberleri ve bilgi alışverişi yapmaya
başladılar.
Hareketli tip metal basım
ve döküm ilk Asya'da kullanılmaya başlandı.
Gutenberg ve diğer Avrupalılar döküm metal tip
sistemini mükemmelleştirdiler. Elle baskı ve yağ
verniği mürekkep ile kitap üretmeye uyguladılar.
Bunun ardından 1450 ile 1550 arasında basım
Avrupa’ya yayıldı. 1702'de ilk günlük gazete
İngilizce çıktı. İlk dergi 1731'de “The
Gentleman's Magazine”
adıyla Londra’da çıktı. On sene sonra Amerika’da
“American
Magazine” bunu
takip etti. Amerika’da ilk günlük gazete 1784'de
çıktı. Ortaçağ bittiğinde, gelişmiş
Avrupa’da feodal-milli yönetici sınıflar ve
burjuva sınıflarının iş, ticaret ve yönetimde
kullandıkları en yaygın iletişim yazılı tarzdı.
Halk arasındaki iletişim ise sözlü olarak
kalmaya devam etti. Kentlerde basın yeni çıkan
işçi sınıfının okurları tarafından kullanılıyor
ve diğerlerine iletiliyordu. Yakın geçmişte Türk
köy odaları ve kahvelerinde olduğu gibi grup
halinde bir kişinin okuyup diğerlerinin
dinlemesi ve tartışmaların olması günlük işçi
sınıfı yaşamının bir parçası olmaya başlamıştı.
Postanın ilk biçimleri çoğu ülkelerde merkezi
güçler tarafından yürütülüyordu. İnsanlar
arasında yazışma ile birlikte bu yazışmanın
kontrolü, casusluk teşkilatlarının faaliyetleri
(ispiyonaj), mektupların açılıp okunması, devlet
güçlerinin yazıya ve yazanlara karşı tedbirleri
de bu alanda gelişmeye başladı.
Marco Polo Asya'da,
Kubilay Han’ın Çin'inde, Avrupa’nın dudağını
uçuklatacak zenginlik ve gelişme buldu. Bu
zenginlikleri çalmak için, Kristof Kolomb
gibilerinin yaptığı gibi, direnenleri öldürür ve
yakaladıklarını köle olarak Avrupa’ya
getirebilirdi; fakat yapamadı, çünkü karşısında
kendinden binlerce kat güçlü bir yapı buldu. O
zaman Çinliler için Avrupalı ve Amerikalılar
“barbar ve ilkeldi”. 1990'larda ise Çin, Amerika
için “Wild
East”, yani
kapitalist sermayenin serüveni, yaygınlaşması ve
güçlenmesi için verimli bir yer oldu. Bir
zamanlar Amerika’da
Wild West
topraklarına konacak, öldürülecek, sürülecek ve
kamplara tıkılacak Kızılderililer ve üstüne
yatılacak zenginliklerle doluydu. 1990’larda
ise, örneğin, Çin yeni sömürgeciliğin ucuz emek
kaynağı, ham madde ve her türlü yatırımı yaptığı
Wild East’ alanı içine katıldı:
4.
Kapitalist Ücretli Kölelik Üretim Tarzı
Kapitalist üretim tarzı,
mutlak kölelikten feodal köleliğe ve oradan da
ücretli kölelik sistemine ulaşan insan
tarihinin, içinde yaşadığımız dönemidir. Bu
biçim içinde, gerçi ücretli kölelik egemendir;
fakat tarihin her döneminde görülen kölelik
biçimlerinin ifadeleri kapitalist dünyada ya
aynı biçimiyle devam etmektedir, ya da güçlenip
biçim ve isim değiştirerek varlığını
sürdürmektedir. Örneğin, borç köleliği gayrı
meşru olarak insanların doğrudan köleliği
biçiminde çoğu endüstrilerde devam etmektedir.
Tefecilikle borçlandırıp bağımlı köleler tutmak,
hem uluslar içi hem de uluslararası seviyede
örgütlenerek bankacılık ve kredi ilişkisi
biçimine dönüştürülmüştür. Yerel bankalar, IMF
ve Dünya Bankası gibi uluslararası bankalar, hem
bu yeni köleliğin yeni isimleri, hem de ücretli
köleliğin şekillendiği ve yürütüldüğü yerlerdir.
Dünya Bankası başlangıçta kalkınmış kapitalist
ülkelerde özel sektör yatırımlarını teşvik
etmek, uluslararası sermayenin gelişimini
sağlayan bir ortam sağlamak ve İkinci Dünya
Savaşı'ndan sonraki dönemde ekonomik yeniden
inşa için kurulmuştu. Fakat 1960’ların ikinci
yarısından itibaren ilgisini diğer ülkelere
döndürdü. Banka, kredi değeri ve faiz ödemeleri
bakımından doğrudan ticari şirket gibi çalışır.
Emperyalizmin ekonomik politikalarının önde
gelen uygulayıcısıdır. (Erdoğan, 1997). Kapitalizmin ücretli kölelik
ilişkileri ve iletişim sisteminde sosyal sınıf
farkı, tefeci ve artı-değerin gaspçısı sistemin
ideolojik iletişimini yapan entelektüellerin
dediği gibi “insanlar arası gelir, tahsil, akıl
ve yaşam alışkanlığı farkı” değildir. Sosyal
sınıf farkı ve bu farklılıkla gelen iletişim
tarzı (a) sosyal üretimde insanların aldığı yer
ve (b) üretim araçlarıyla olan ilişkiler
farkıdır. Sınıf farkı bu farklardan çıkar.
Gelir, tahsil ve yaptığı iş farkları, bu
farklılıktan yükselir. Asimetrik ilişkilerin
özellikleri de bu farklılıklarda yatar. Kapitalist ücretli kölelik
sistemi tarihteki kölelik sistemlerinin en
gelişmiş biçimidir. Eski Yunan'da, Roma’da ve
siyasal gücü ele geçirmeye çalışan yönetici
sınıf içi çatışmalarda köle kitleler çeşitli
vaatlerle veya umutlarla iç savaşlara ve
başkaldırılara katılmıştır. Her katılım kölelere
belli imtiyazlar sağlamıştır. İç savaş ve
başkaldırılara katılanlar, beklenen faydayı
kendi çıkarıyla bağdaştırmıştır. Geniş
kitlelerin katıldığı burjuva devrimlerinde,
burjuvaların çıkarları genel toplumun çıkarları
olarak görünmüştür: Yönetici güce karşı burjuva
girişimi, kitlelerin de katılımıyla genelleşmiş;
burjuva egemenliğiyle birlikte, kapitalist
üretim biçiminin kitleleri köleleştirici
karakteri yaşanmaya başlanmış; bu köleleştirici
karakterin önde gelen özelliği sadece toplumsal
üretimdeki yaygın farklılaşma ve işbölümü
kademeleşmesiyle yaşam tecrübelerinde nüanslar
oluşturmuş; Yönetimin özellikle uygulama yanını
kendinden önceki sistemlerden çok daha geniş
tabanlı bir idareye katılma gerçeği yaratmıştır. Sömürgeci Batı'nın her
teknolojik aracı “gelişme ve medeniyetin
göstergesi” yapıldığı gibi, sömürgelerdeki
ekonomik, siyasal ve kültürel ulaşım ve
iletişimi kolaylaştıran araç olarak trenler de
aynı biçimde nitelendi. Avrupa sömürgecileri
egemenlikleri altına aldıkları her yere ve
Amerikan kapitalistleri Amerikan
Kızılderilileri'nin topraklarını işgale tren
rayları döşeyerek gittiler. Nasıl ki iletişim
teknolojilerinde egemenliği ellerinde tutmak
için kendi özel yapılarını farklı tutmaya
çalıştılar ve bunu evrenselleştirme mücadelesine
girdiler ve buna da devam ediyorlarsa; tren-ray
sisteminde de her sömürgeci güç kendi farklı
sistemini kurdu. Standartlaşma, eğer oluşursa,
bu sistemlerden birinin baskınlığı anlamındadır,
yoksa, bir yerine birkaç standart oluşturulur.
Bugün, örneğin üç televizyon kayıt ve alıcı
sistemi varsa ve bunlar standartlaşmışsa, bunun
anlamı üç sömürgeci ülkeden birinin bugüne
kadar, tek bir sistemi sağlayacak bir egemenlik
kuramadığını ve onun yerine bu ülkelerin pazarı
bu şekilde bölüştüklerini anlatır. Türkiye'de
satılan televizyonlarda birkaç sistemin birden
olması (bu nedenle televizyon pahalıdır) bu
alanda tek yere değil çok yere bağımlılığı
anlatır. Ancak Amerika'da sadece Amerikan
sistemi bulunur. Eğer diğer sistemleri taşıyan
video alınmak istenirse, diğerlerinin en az iki
misli fiyat ödemek zorunda kalınır. Yazıyla ilgili üretimi
yapanlar (yazıcılar/hattatlar/katipler) yönetici
sınıfların içinden mi geldi? Şöyle soralım,
taşlara yazıyı kazıyan, parşömene ve papirüse
yazıyı yazan kimlerdi? Kim yazdırdı ve kim
yazdı? Yönetici sınıflar yazdırdı ve
yönetilenler arasından yetişenler ve köleler
yazdı. Günümüz dahil, insanlık tarihinde,
“entelektüel işçiler” köleler arasından
yetişmiştir. İlkel sistemlerde “entelektüel
işçi” köleliğinin bilincindeydi. Ortaçağ
Avrupa’sında kilisenin “okumuşları” Tanrı
yoluyla kiliseye, pardon, kilise yoluyla Tanrıya
hizmet köleliğiyle gece gündüz İncil yazdılar;
kilisenin hesaplarını tuttular, kilisenin
yönetimi ve kararlarını yazıya döktüler. Osmanlı
İmparatorluğu'nda hattatlar ve yazı yazanlar
kimlerdi? Padişah acaba yazı yazıp elini
kirletme lütfunda bulunmuş mudur? Yazmamış,
yazdırmıştır. Kapitalizmle birlikte “entelektüel
işçiler” yeni bir özellik kazanmışlardır:
Kendilerini sadece özgür sanmakla kalmayıp,
kendilerini özgürlüğün, ilerlemenin (= zengin
olmanın), temsilcileri, üreticileri olarak
nitelemeye başlamışlardır. İletişimin üretimi
ticarilik yanında ideolojik egemenliğin (ve
mücadelenin) üretimi olmuştur. Kent ve tarım
alanlarındaki insanlar “entelektüel/kaliteli
işçi” olmak için devletin veya özel teşebbüsün
eğitim sisteminde ve sonrasında birbiriyle
yarıştırılmaya başlanmıştır. Roma’nın
arenalarından çıkartılan köleler arası ölüm
kalım yarışının modern gaddarlık biçimi, fırsat
eşitliği ve rekabet olarak yeniden
biçimlendirilip modern dünyanın modern gerçeği
olarak sunulmaktadır. Bugün sadece Türkiye'de
değil, en gelişmiş kapitalist ülkelerde bile
“işçi olmayan entelektüellerin” bazıları ve
“entelektüel işçilerin” bazı istisnalar dışında
hemen hepsi yönetilen sınıflar arasından gelir.
İlginç olan, yönetilen sınıfa en yakın olan
entelektüellerin yönetici sınıf veya durumları
iyi olanlar arasından, yönetilen sınıftan en çok
uzaklaşanların da yönetilen sınıf arasından
çıkıp gelenler olmasıdır. Kapitalizmde ideolojik
ve teknolojik üretimin desteklenmesi ve egemen
çıkarlar için geliştirilmesi girişimlerini yapan
“entelektüel işçiler” ordusu sosyal üretimin her
alanında faaliyet yaparlar. 17. yüzyıla kadar, kâğıdın
üretimi ve basılı kelimenin üretiminde egemen
biçim el sanatı şeklindeydi. Kağıt makinelerinin
ve mekaniksel basın aletinin gelmesiyle iletişim
araçları önemli bir aşamaya girdi. Gelişen
endüstrileşme ve artan sosyal çatışmalar ve
krizlerle birlikte, artan egemenlik mücadelesi,
telgrafta, kabloda, kağıt üretiminin paçavradan
veya tekstilden yapılması yerine ağaçtan
yapılmasına doğru gelişme getirdi. Basındaki teknolojik gelişme,
kapitalist dönemde birkaç yüzyıl içinde binlerce
yüzyıldakinden çok aşamalar kaydetti. Basın hem
basma hızı hem de basma tarzında önemli
gelişmeler geçirdi. Yirminci yüzyılın başına
gelindiğinde, Rotatif basın ilk basının yerini
aldı. Elle harf dizme yerini linotip aldı: Elle
saatte 2000 karakter dizilirken, linotip ile
7000 diziliyordu. Geleneksel Gotik biçimi harf
tipi yeniden düzenlendi ve diğer tipler çıkmaya
başladı. Bu tiplerin isimleri için, herhangi bir
bilgisayar yazılım programının “yazı tipi”
seçeneklerine bakılırsa, ne denli çok
çeşitlilikler katıldığı görülür. Mürekkep de
çabuk kuruyan biçimde değişime uğradı, ardından
renkli basımla renkli mürekkepler geliştirildi.
Basında resmin kullanılması ise, fotoğrafçılığın
gelişmesiyle ve basına uyarlanmasıyla başladı. İlk gazeteler yazılı veya
basılı harflerdi. Bu nedenle isim olarak
news-letters denildi (news=haber,
letters=harfler). 17. yüzyılda, İngiliz zengin
sınıfından bazıları bu news-letters'larda,
haftada bir mahkeme ve kasaba dedikodusunu
yazmak için muhabir çalıştırdılar. İlk gazeteler
dedikoduları örgütleme araçlarıydı. Gazetecilik
mesleği başlangıçtaki bu karakterini, sadece
dedikoduyu ideolojik egemenliğin aracı olarak
kullanma biçiminde geliştirerek bugünkü durumuna
geldi. Siyasal parti gazeteleri 18.
yüzyılın başlarında çıkmaya başladı. Bunlar daha
çok parlamento tartışmalarını ileten
gazetelerdi. Gazetelerin parti organı olarak
çıkarılması bunu takip etti. Partilerin
gazeteleri popülerliklerini, sarı gazeteciliğin
yada sansasyonel günlük gazeteciliğin,
egemenliğini yaygılaştırması ve basının özel
sermayenin elinde örgütlenmesiyle önemini
yitirdi. Gazetenin yanında, ondan daha
önce, 17. yüzyılda broşürler ve basılı el
ilanları, popüler karşıtlığın ve mücadelenin
ifadecileri olarak çıkmaya başladı. 18. yüzyılda
gazetelerin gelişmeleri sırasında “fikir
haberini” gazetelerdeki “başyazı/yorum” köşeleri
ifade etmeye başladı. Başyazı/yorumlar fikir
broşürlerinin yerini aldı. Bu başyazı ve köşe
yazılarıyla gazeteler, popüler davanın rolünü
üstelenici olarak görülmeye başlandı. 1814'de basımda buhar gücü
uygulanmaya başladı ve silindir basım
geliştirildi. Kâğıt hamuru, ağaçtan 1853'de
yapılmaya başladı. Bu da tabi ormanların
tahribine bir diğer etken ekledi.
Muhtemelen 1826'da
Fransa’da Litografyacı (taşbasmacısı) Joseph
Nicephore Niepce fotoğrafı ilk kez kullandı.
Fotoğraf, anlık görüntüleri kaydetmek için
kullanılan kamera ve film ile, bir sanat biçimi
oldu. Fotoğrafın gelişmesi filmin doğmasının ilk
koşulu olmuştur. Filmin, daha doğrusu hareket
eden resmin, ilk biçimleri 18. yüzyılda çıkmaya
başlamıştır. Hareketli resim (a) resimlerin çok
hızla çekilmesini ve (b) bunların hareket
halinde sahneye aktarılmasını gerektirdi.
Görüntüyü sahneye aktaran araçlar 1600'lerde
fener slaytlarla başlamıştır. Belçikalı F.
Plateau 1832'de Phenakistascope denen hareket
eden tekerlek üzerine elle çizilmiş resimleri
koyarak hareket eden resim görüntüsü ve aracını
yarattı. Aynı yıllarda Avrupa’nın diğer
ülkelerinde benzeri araçlar yapılmaya başlandı.
1877'de Paris’te Emile Reynaud hareket eden
resme yönelik, makinesinin bir deliğinden
bakarak, bir aynada görüntüyü görme makinesini
geliştirdi. Sürekli hareket eden filmin icadı
19. yüzyılın sonlarına doğru daha da
geliştirildi. Amerika'da Hannibal Goodwin isimli
papaz selülozun sürekli fotoğrafta kullanılması
fikri ve icadını getirdi. Teknolojik üretimi ve
buluşları kontrol etmeyi kendine oldukça faydalı
bulan kapitalist firmaların (Bell
laboratuarları, Du Pont ve Thomas Edison
fabrikası) yaptığı gibi, Goodwin aletin fikrini
ve ilk biçimi hakkındaki pratik gerçeği getirdi.
Kodak’tan George Eastman ise aracı geliştirdi;
Ancak sermayeyi veren Edison firmasının eline
düştü. Araca 1888'de kinetoskop ve kinetograf
adı verildi. Büyülü fener (Magic
lantern)
böylece yeni bir aşamaya ulaştı. Fakat hala
seyir için bir delikten bakarak izlemek
gerekiyordu. 1890'larda ilk hareket eden filmler
yapılmaya ve gösterilmeye başlandı. Lumiere
kardeşler Fransa’da hem film çeken hem de
gösteren cinematograf denen makineyi yaptılar ve
ilk filmi çektiler: Filmin ismi, “Lumier
fabrikasından çıkan işçiler”... Ardından kısa
belgeseller ve slapstick komediler yaptılar.
Hepsi de dışarıda doğada güneş ışığında yapıldı.
Kardeşlerin gösterileri kısa zamanda bütün
Avrupa’ya yayıldı. Gösteri için tiyatrolar
(sinema binaları) kuruldu. Lumier kardeşler ve
Edison arasında sahiplik ve pazar çatışmaları
başladı. Sinema, başlangıç yıllarında Güney
Amerika'da ve seyircilerden giriş parası
alınarak gösterim yoluyla yayıldı. 20. yüzyılın
başlarında sessiz sinemaya piyano eşlik etti ve
yer yer yazılı sözler eklendi. 1926'da sinemaya ses kayıt
eklendi. Sinema güçlü bir endüstri olarak
oluşmaya başladı. Sesli filmin başlaması ve
araçlardaki gelişmelerle birlikte, bu endüstri
de gelişti ve güçlendi. Birinci Dünya Savaşı
sonlarına gelindiğinde, Fransız Pathe Avrupa’da
egemendi ve on ülkede (Almanya, İtalya, İspanya,
İsviçre, Hollanda, Portekiz, İsveç, Türkiye,
Brezilya ve ABD'de) dağıtım büroları vardı.
Amerikan film endüstrisi iki savaş arası dönemde
hızla gelişmeye başladı. Film dağıtımı üzerinde
ilk gümrük kontrolünü Almanya kendi film
endüstrisini korumak için 1917'de başlattı.
1844'de Mors ilk telgraf
mesajını gönderdi. Sualtı telgraf kabloları ise
1858'de İngiltere ile ABD arasında serildi ve
1866'da kullanılmaya başlandı. Kablo
endüstrisinin gelişmesi, diğer alanlarda olduğu
gibi, imparatorluklar arasında çekişmeler,
bölüşmeler, nüfuz alanlarının tespiti
rekabetiyle devam etti. Fransız ve İngiliz
rekabeti 1851 ile 1868 arasında, Kuzey Atlantik,
Akdeniz, Hint Okyanusu ve İran Körfezi
şebekesinin geliştirilmesinin ardından 1870 ve
80'lerde Afrika’ya, Hindistan’a, Hong Kong'a,
Güney Amerika’ya ve Orta Amerika’ya; kısaca
sömürgecilerin egemenlik sürdükleri dünyaya,
şebekeler halinde yayıldı. Bu kablo
şebekelerinin % 90'ı özel teşebbüsün elindeydi.
1910'a gelindiğinde, su altı şebekelerinde
İngiltere dünya toplamının yarısını (260.000 km)
kontrol ediyordu. Devlet kontrolündeki Fransız
İmparatorluğu'nun kablo şebekesi 44.000 km
kadardı (Mattelart, 1994). Alman, Fransız ve
İngiliz sömürgeci imparatorluklarının dünyayı
paylaşmasındaki güç durumları ve egemenlikleri
Fransız haber ajansı
Havas
(1835), Alman Ajansı
Wolff
(1849) ve İngiliz
Reuters’in
(1851) faaliyet alanlarına da yansıdı. Bölüşme
anlaşması biçimsel olarak 1870'de yapıldı.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, Amerika dünyada
en güçlü egemen sömürgeci imparatorluk olarak at
oynatmaya başladığında,
Associated Press
ve
United Press International
da bu güce orantılı bir egemenlik durumuna
ulaşmıştı. Disney imparatorluğunun ilk
çizgi filmleri 1928'de ortaya çıktı.
Radyonun oluşumu,
elektriğin ve manyetik dalgaların üzerinde
düşünülmeye başlanmasıyla gerçeklik olasılığını
kazanmıştır. 1873'de J. C. Maxwell adlı
İskoçyalı bilim adamı sinyallerin
gönderilmesini, yani radyo dalgalarının teorik
olasılığını tartıştı. Alman fizikçi H. Hertz bu
teorinin gerçekçi olduğunu bir yerden diğer yere
sinyal göndererek gösterdi. İtalyalı aristokrat
araştırmacı G. Marconi sinyal teorisi ve gerçeği
üzerinden hareket ederek telsiz telgrafın
geliştirilmesi ve radyo denen aracın
biçimlenmesinin önderi oldu. 1876’da ilk telefon
konuşması yapıldı. 1895'de Marconi telsiz mesaj
gönderme ve almayı başardı. 1901'de, deniz
silahları firmalarının ve gazete gruplarının
desteğiyle, Atlantik okyanusu üzerinden
kıtalararası sinyal gönderilmesi (telsiz
telgraf) gerçekleştirildi. Radyonun gelişmesi
sinyalin kontrolü, sinyalin yükseltilmesi,
modülasyon, alıcı ve radyo dalgalarının “dalga
üzerinde kalması” ile ilgili teknolojik
gelişmelerle gerçekleşebildi. 1904'de Profesör
Sir John A. Fleming radyo tüpünde “diod” denen
yükselticiyi kullanmaya başladı. Diod yerini
1906'da Audion tub'e bıraktı. Radyo ile sesli
yayın 1920'lerde hem teknik hem de kullanım
alanında önemli gelişmelerle devam etti. Buna
1935'de FM eklendi: Evlerde kullanılacak radyo
alıcısı ABD, Fransa, İngiltere ve Almanya’da
geliştirildi ve kısa zamanda üretim
teknolojisindeki yeniliklerle ev ekonomisinin
kalıcı kullanım maddelerinden biri olmaya
başladı. Bu sırada otomobil ve evde kullanılan
elektrikli aletler de çeşitlenme yolunu tuttu.
20. yüzyılın insanı,
Raymond Williams’ın belirttiği gibi (1975), ilk
kez evinde “pencerelerinden dışarı gözlerini
dikti” veya “yaşamlarının koşullarını saptayan
güçler hakkında enformasyon almak için dışarıdan
gelen haberleri” merakla beklemeye başlayan bir
ilişki içine girdi. Kapitalist yaşam
koşullarının belirlediği insanlık durumunda
insan, kendi gerçeğinin bilgisini, elde
edemediği kaynakların sahiplerinden sağlama
ihtiyacı ve iletişim biçimi içine düşürüldü.
Radyo ve ardından televizyon haber ve
eğlencesinin yaratılmasıyla, haber, eğlence ve
spor, insanların kendi ev içi ve dışı
faaliyetlerinde kendilerinin diğer insanlarla
dolaysız ilişkiyle gerçekleştirdiği bir biçim
olmaktan çıkartıldı ve kitle iletişim
uzmanlarının hazırlayıp çeşitli paketler halinde
eve hapsedilen insana sunduğu haplar biçimine
dönüştü. 1995'e gelindiğinde, örneğin New York
“1010 NEWS” radyosu bize
“give
us 22 minutes, we give you the world”
(bize yirmi iki dakikanızı verin, size dünyayı
verelim) diyerek bize 22 dakika içinde bütün
dünyada olanları anlattığını ve bunun dünya
olduğunu iddia etmeye başladı. Eğlence, radyoda
umutların ve hayal gücünün işlenmesi ve
sömürüsüyle, baskıcı gerçeklerden bunalmışları
ve ezilmişleri (özellikle gençleri ve kadınları)
düşler dünyasında rahatlatıp, bunun bedeli
olarak da “satın alarak ve kullanarak mutluluğa
ulaşmayı” getirdi. Satın alma sadece
materyalleri değil aynı zamanda bu materyaller
dünyasının dünya görüşü biçimini de satın almayı
içerir. Televizyon haber, eğlence ve satışa
görüntüyü kattı. Böylece, ordunun iletişim
ihtiyacını karşılamak gibi basit bir içerik
içinde sınırlanmış telgraf, telsiz ve radyo
teknolojisine, siyasal, sosyal ve ekonomik
içerik, teknolojinin sivilleşmesiyle birlikte
katıldı. 1923'de New York ile
Philadelphia arasında ilk televizyon resmi
gönderildi. 1928'de normal televizyon görüntüsü
başladı: WGY, Schenectady. Televizyon yayınları
1930'ların ortasında İngiltere’de (1936)
başladı. Amerika'da 1941'de ticari televizyona
izin verildi. Fakat Televizyonun gerçek anlamda
gelişmesi İkinci Dünya savaşından sonraya kaldı.
1950'lerden başlayarak televizyon teknolojisi ve
ürün profesyonelliği hızla gelişti. Radyo gibi
televizyon da gelişmiş kapitalist ülkelerde
üretildikten sonra diğer ülkelere yayıldı.
1954'de renkli televizyon yayını başladı.
1950'lerden sonraki gelişmelerle yaratılmış
teknolojilerin mükemmelleştirilmesi, özellikle
teknolojik araçların ve ürünlerin
mükemmelleştirilmesi ile bilgisayar, uydu
yayınları ve kablolu televizyonların çıkmasına
şahit olundu. Her ülkede radyo ile en çok
ilgilenen silahlı kuvvetler, özellikle deniz
kuvvetleri, oldu. İlk kez 1906'da Berlin
Konferansı'nda o zamanın egemen güçleri
(İngiltere, Fransa, Almanya, ABD ve Rusya) radyo
frekansının kullanımı üzerinde uluslararası
anlaşma yaptılar. Kapitalist üretim biçiminde,
iletişim her yönüyle, egemenliğin
gerçekleştirilmesinin çok önemli bir parçası
oldu. Kitle iletişim araçlarının
geliştirilmesiyle, pazar ekonomisi ve siyasal
politikaların uygulanması ve
gerçekleştirilmesinde bu araçlar önemli roller
almaya başladı.
[1] Paralel uyarlamayı “yapısal ayarlamalar” ile egemen emperyalist yapılar sömürdükleri yapılar üzerinde yaparlar. [2] Tren yolunu götürme konusu, Hindistan’ın bu teknolojiyi 1820’de kendisi geliştirmesi nedeniyle, dikkatle yorumlanmalıdır. [3] Alternatif basın kavramını kullanmıyorum, çünkü alternatif basın ana akım burjuva basınına alternatif olan liberal ve diğer burjuva basınıdır. Bu alternatif basın burjuva sistemine çoğulcu demokrasi duygusunu veren kontrollu alternatif örneğidir. New York’taki Village Voice, İstanbuldaki Cumhuriyet veya burjuva feminizmiyle bilinç yönetimi ve reklam yapan herhangi bir kadın dergisi bu tür bir alternatiftir. “Radical” kavramı kontrollu alternatifin dışında olarak anlamlandırılabilir; fakat Radikal gazetesine bakıldığında radikal kavramına sahipliğin kavramı yeniden-anlamladırarak daraldığı ve değiştiği görülmektedir. Elbette dil uzerindeki mucadelede hemen vazgecilmemeli, fakat günümuzde kapitalist ülkelerdeki “alternatif basın” alternatif kavramının anlamını yansıtacak bir karaktere sahip değildir. [4] Kapitalizmde barınak gereksinmesi, gereksinme ötesine gidip mülkle egemenlik ve fetişleştirme biçimini aldı.
|