MODERNLEŞMENİN ELEŞTİRİSİ
Direniş iletişimi çoğunlukla modernleşme ideolojisinin ve pratiklerinin analizi ve eleştirisiyle işe başlarlar. Bunu yaparken (veya sonrasında) herhangi bir genel modernleşme sürecini kabul etmez ve özel, kendine özgü, tarihsel tecrübe üzerine eğilir. Bu eleştirilere göre, modernleşme incelemeleri soyut analiz kategorileri kullanmaktadır ve bu kategorilerle, inceledikleri tarihsel bakımdan özel süreçler ortamını görme imkanını yitirirler. Bu özel süreçler, kapitalizmin yayılmasının ve sonuçta kurulan emperyalist dünya sisteminin parçalarıdır. Bu dünya sistemi, egemen ve bağımlı toplumlardan oluşur. Bu toplumların geleneksel diye nitelenmesi, egemen olanların baskın özelliklerinden çıkartılan ve evrensel olarak nitelenen karakterlerine dayanarak yapılır; bu özelliklere göre yapılan ölçmeler ve karşılaştırmalar nesnel değildir; geçersizdir; ölçülemez.
Toplum değişimini modernleşme ve burjuva yaklaşımlarının sözlüğüyle ele alıp incelemeye girişmek, ta başından yanlış yola girmek demektir: Modernleşme, kalkınma, az gelişmişlik, gelişme ve geri kalmışlık gibi kavramlar, egemen burjuva ideolojisinin biçimlendirdiği ve/veya kendi ideolojik çerçevesine göre anlam yüklediği kavramlardır. Bu kavram ve yaklaşımlarla uğraşırken, özellikle eleştiriler öne sürerken, kesinlikle, alternatif olarak o kavramın burjuva ideolojisinin çerçevesi içinde hazırlanan zıddını veya tersini veya karşıtını benimseme sınırları içinde kalmamak gerekir. Örneğin serbest akıma karşı, devletin akımı/kontrolü; serbest teşebbüsün kitle iletişimini kontrolü ve sahipliğine karşı, devletin veya devlet kurumlarının kontrolü; ortak pazara karşı yönetici sınıfların gümrük duvarlarının savunulması gibi...
Ayrıca, yukarıdaki sunum, burjuva sisteminin sunduğu kontrollu karşıtlıklardan hepsini de reddederek, hiçbir alternatifle ortak tanımlamalarda bulunmama olarak anlaşılmamalıdır. Devrimleri hiç bir zaman tek bir sınıf kendi gücüyle yapmamıştır, yapamamıştır. Örneğin çevre korunması için, işkencelerin durdurulması için, insan hakları için, alışılan “burjuva girişimleri” gerektiğinde desteklenmelidir. Doğruya ve haklıya başkası sahip çıkıyor diye, doğruyu ve haklıyı yüzüstü bırakmak yanlıştır. Devrimle yoksunluk ve yoksulluk arasında doğrudan pozitif ilişki kurmak doğru değildir. Yoksunluk ve yoksullukla, devrimden çok faşizmin ve diktatörce bir yönetimin daha çok ilişkisi olmuştur. Yoksunluk ve yoksulluğun artması illa ki devrime gidileceği anlamında değildir. Devrim materyal güçsüzlüğün yaygınlaşması ve üretim araçlarının tekelleşmesiyle gelmez; üretim güçlerindeki güç kompozisyonunun değişmesi ve bunun üretim ilişkileriyle ters düşmesiyle gelir. Yoksullaştırma ve tekelleşmeyle, üretim ilişkilerinde egemen üretim güçlerinin egemen üretim ilişkileriyle ters düşmediği ilişkisel güç ve güçsüzlük yaratılır. Bu durum da ideolojik anlatımlarla meşrulaştırılır. Üretim güçlerinde değişiklik yoktur, sadece kapitalizmin karakteri olan tekelleşme vardır. Sosyal devrim, siyasal darbeden (coupe d'eta) farklı bir oluşumdur.
Modernleşme
Lerner (1957) modernleşmeyi, iletişimdeki sözlü tarzdan media sistemlerine geçiş olarak belirler. Lerner'e göre, tipik geleneksel yapıda (örneğin 1957'nin Türkiye’sinde) sözlü iletişim sistemi egemendir; sosyo-ekonomik yapı kırsaldır; siyasal yapı temsiliyetçilikten uzaktır; kültürü okuma-yazma bilmez. Bu sözlü iletişim sisteminde izleyici homojendir; kaynak, statüye dayanan hiyerarşidir; iletişimin içeriği sıkı kuralcıdır. Gelişmiş sistemde kanal medyadır; izleyici heterojen kitledir; kaynak profesyonelliktir; içerik tanımlayıcı\tasvir edicidir. Bu ayırım ve sunumla gelen D. Lerner ve benzerlerinin hem sözlü hem de medya sistemini yorumlama biçiminin bilimsellikle ilgisi, bilimi siyasal ve ırkçı yobazlığa kurban etmesidir. Geleneksel sistemde eğer kuralcılıkla (gelenekler, görenekler, görevler ve sorumluluklarla) egemenlik kurulmuş ise; “Gelişmiş sistemde” daha kötü bir şekilde, insanlar, mülkiyet ilişkilerinin yapısı nedeniyle, temel ihtiyaçlarını elde etme ve kendilerini sağlama araçları ve geliştirme olanaklarından yoksun edilmişler; ücretli\maaşlı köle durumuna düşürülmüşlerdir. Medyanın yapısı buna en açık bir örnektir (Erdoğan, 1997).
Sözlü sistem ile kitle iletişimi sistemi ayrı iki dönemin ve teknolojik düzenin ifadeleri olarak alınabilir. Fakat Lerner gibi karşılaştırma yapıp birini gelişmeye engel, ilkel ve kuralcı olarak ilan edip, diğerini ilerleme ve modernlik olarak sunmak tarihe hakarettir. Lerner, sözlünün reçeteci (önceden her şeyin reçete gibi belirlenmiş olması ve kullanılması) ve medya sisteminin tasvirci (tanımlayıcı, özelliklerini anlatıcı, açıklayıcı) olduğunu iddia etmektedir:
(1) Amerikan firma sisteminde çalışan kitleler her gün üretimin yönetimiyle ilgili sözlü iletişimlerinde sıkı kuralcılığa bağlı kalmak zorunda değiller mi? Amerikan kitleleri istedikleri zaman, özgürce, kuralcılığa uymaz ve işlerini terk mi ederler? Buna cevap vermek için illeki Amerika’da yaşamak gerekmez.
(2) Medya sisteminin kapitalist dünyada egemen sistem olduğunu iddia etmek toplumdaki iletişimin ne olduğunu bilmemek veya bazı iletişim türlerini göz ardı etmektir. Kapitalist düzende de, yine egemen iletişim tarzı sözlü ve çoğu kez yüz yüzedir: Kapitalist dünya günlük yönetimini, kitle iletişimi medyasıyla yapmıyor. Amerika’da her gün milyonlarca insan örgütlü üretim ilişkileri içindedir ve bu ilişkilerin çoğunluğu sözlü ve yüz yüze iletişimle yürütülür.[1] (3) Medyanın tasvirciliği veya tanımlamacılığı, eğer varsa, nesnelliğin ve yansızlığın getirdiği bir tasvircilik değil, belli ekonomik ve siyasal çıkarların belirlediği tasvirciliktir. Sözlü geleneğin reçeteciliği ilişkinin kimler arasında olduğu ve nasıl biçimlendirildiğine bağlıdır: Kapitalistle işçisi arasındaki iletişimin yapısı geleneksel kültürdeki sözlü iletişimin yapısından nitelik bakımından daha mı ileridir, gelişmiştir ve sıkı kuraldan yoksundur? Kapitalizmin sözlü iletişimde özgürlük iddiası çölde susuz sürünenin su içme özgürlüğüne sahip olmasına benzer. Kapitalist, işin koşullarını belirler ve işçi de yoksun bırakılmışlığında işe kapaklanır. Geleneksel baba oğluna ne yapacağını söyler, oğlu gık bile çıkarmadan, istemese de yapar.
(4) Sözlü yüz yüze iletişim, sözelliği ve de o anlık karşı tepkiyi anlatır. Eğer toplumsal yapısal kölelik ilişkileri yoksa, yüz yüze iletişim medya iletişimiyle karşılaştırılamayacak kadar demokratiktir.
(5) Sözlüde kaynağın hiyerarşik olması ve medyada profesyonel olması farkı da gene geçersiz bir yorumdur. Medya, yapısal özelliği nedeniyle asıl kendisi hiyerarşik ve tek yönlülüğü ve yukarıdan aşağıya doğru etki ve yönetimi anlatır.
(6) Sözlüde, örneğin toplum yönetimindeki hiyerarşik iletişim ilişkilerinde, egemenlik ilişkileri apaçıktır, gizli değildir. Medya profesyonelliğinde egemenlik ilişkileri profesyonelliğin ideolojik pratikleri içinde gizlenmiş profesyonel (bilinçli veya bilinçsiz yapılan) sahtekarlıktır.
(7) Geleneksel sözlü iletişimin homojenliğinde dayanışma vardır. Medyanın heterojenliği (kitle olması) izleyicileri atomlaştırılmış bağımsız bireyler olarak görmeye dayanır ki, bu da demokrasi ve özgür seçim iddiasının meşrulaştırılmasını getirir. Aslında medyanın içerik bakımından heterojenliği de niceliksel çokluk ve tekrardan öteye gitmez. İdeolojik heterojenlik iddiası, Amerikan moda ve popüler kültürünün “dışsal görünüm ve paketleme ayrılığı içinde” homojenliği gizler. Bunun ardında da tekelci kitle (fordist) üretim biçimi yatar.
(8) Ayrıca, 1957’de Batı'nın kitle iletişim sistemini (bugün bile) toplumun egemen iletişim biçimi olarak tanımlamak geçersizdir. O gün kadar bugün de kitle iletişimi, toplumsal iletişimde sadece (a) tüketim mallarının pazarlanması (b) kitle iletişim örgütünün kendi ticari çıkarlarını gerçekleştirmesi ve (c) ideolojik beyin yönetimi görevlerini yapar. Tekrarlayalım: Toplumsal iletişim, kitle iletişiminin kapsamının çok üstünde ve ötesindedir. Toplumsal üretim ilişkileri kitle iletişiminde değil, kitle iletişiminin de dahil olduğu, örgütlü üretim faaliyetleri ağ ve şebekeleri içinde olur. Kitle iletişimi insanların günlerinin büyük kısmını geçirdiği iş\çalışma yeri iletişimi yanında sınırlı, fakat önemli bir köşede kalır. Ekonomik birim olarak kitle iletişiminin çalıştırdığı insan sayısı ve insanların kitle iletişimiyle geçirdikleri zaman miktarı, diğer günlük örgütlü ilişkilerle karşılaştırıldığında çok azdır. İnsanlar kitle iletişiminin ürettiği haber, eğlence, düş ve umutlarla karınlarını doyurmuyor; kendine sığınacak bir yer yapmıyor; kendini giydirmiyor ve yaşamını düzenlemiyor. Kitle iletişimini ve iletişim teknolojisini bütünün bir parçası olmaktan çıkartıp, bütünün kendisi gibi göstermek, veya bütünün belirleyicisi egemen parça olarak sunmak hatalıdır.
Sözlünün “cahil” ve medyanın “okumuş” oluşu, ille ki aralarında anlama ve yorum bakımından niteliksel üstünlük farkı olduğunu işaret etmez. Medyada her gün bize verilenlere bakarsak, oynadıkları rolün cehaleti besleme ötesine ender gittiğini görürüz. Yazılı veya kayıtlı gelenek, iletişimde yönetim gücünü tutma ve muhafaza etme olanağını getirir. Medyanın her gün sunduğu çöp yığınını tutmanın anlamı ne ki? Okuma-yazmayı bilmek, okul bitirmek, okuduğunu anlamak, mutlaka yazılı iletinin sözlü iletiden daha “ileri” niteliklere sahip olduğunu anlatmaz. Ayrıca, insanlar arası ilişkilerin çoğu yazılı iletişimle değil, sözlü iletişimle yürütülür.
Psikolojik Hareketlilik (psychic mobility)
En geniş anlamıyla, psikolojik yaklaşım, toplumun üyeleri arasında yeni tutum ve değerler elde edilmesi gerektiğini ileri süren görüştür. Bu modelde ana kavram Lerner'in “empathy” kavramıdır. Bu kavram Mead’in “rol alma” ve “sonuç çıkartma” kuramından çıkarılmıştır. Lerner bu kavramı psikolojik hareketlilik (psychic mobility) veya “kendini bir başkasının rolüne, yerine koyma kabiliyeti” olarak tanımlar. Bu görüşe göre, geleneksel toplumlarda kişilik yapıları “süreduran, değişmez” ve sınırlanmış olarak tutulur. Bundan dolayı, “iletişim stratejisi” yapıcı faaliyete uygun bir tutumsal çevre yaratmalıdır. Bu da, çevrenin yeni yanlarıyla yüksek dereceyle kendini bir tutma kapasitesi vererek, geçişteki insanın hayalini genişletme ile olabilir. Hareketli bir psikoloji (ruh hali) hareketli bir kişi yaratır ve bu modern endüstri toplumunun gereğidir (Lerner, 1958).
Fatalizme karşıt ilgi (empathy)
Lerner’in yaklaşımın merkezinde “empathy” kavramı vardır: Empathy, Lerner'in ve diğerlerinin kullandığı asıl anlamda, kitle tüketim mallarına arzu demektir: Tüketim için ilgi... Kapitalist kitle üretimi için kitle tüketimi yapacak pazar yaratma ve geliştirmenin psikolojik koşullarının ilgi (empathy) olduğu ve geleneksel kültürün insanının bundan yoksun olduğu ileri sürülür. İlginin yaratılması bakımından, iletişim pazarı (radyo, televizyon, gazete, dergi, müzik, film, telefon) sadece kendi endüstrisinin teşvikçisi değil, aynı zamanda bütün diğer kapitalist endüstri ve yapıların reklamcısı olarak rol oynadığı için oldukça önemlidir. Lerner ve Schramm'a göre, geleneksel toplumun insanı ilgiden yoksundur veya yeterince ilgiye sahip değildir. Bu yoksunluğun nedeni de fatalizmdir. H. Gans 1962 yılındaki incelenmesinde, Amerika'nın yoksul semtlerde yaşayanlarının ilgi ölçeğinde oldukça zayıf olduğunu buldu. Bu bulguya göre sosyal merdivende üste doğru harekete karşı olan güçlü yapısal engellerin algılanması, role ilgisini azaltır. (Gans, 1962). Daha doğrusu, ilgi azlığı veya yokluğu fatalizmin değil, engellenmiş, frastrasyonlara uğratılmış tecrübelerin, alternatif kıtlığının ve yokluğunun, olasılıkların çok uzak olmasının sonucudur.
Girişim Yoksunluğu ve Motivasyon
İndeks (ve modernleşme) yaklaşımında kapitalizmin günlük propagandasında olduğu gibi, ana tema yenilikçi bireyselciliktir: Sosyal değişimde bireysel girişim/yatırım fikri egemen rol oynar. Bu iddianın evrenselliği, dünyanın çeşitli yerlerinde yapılan incelemelerin bulgularıyla geçersizleştirilmiştir. Örneğin, birçok Batılı araştırmacı, Japonya'da insanların hiyerarşiye sıkı sıkıya bağlılıklarına rağmen hızla endüstrileşmesini tuhaf bulmuşlardır. Bu kuramsal tutarsızlık yani Japonya'daki başarı sağlamak dürtüsünün/motivasyonunun haddinden fazla gelişmesi, evrenselliğin içinde yerini almıştır. Diğer bir örnek: Tayland'ın kültürü, gevşek sosyal yapı, hareketlilik, çekirdek aile (kapitalizmin anne, baba ve küçük çocuklardan oluşan aile tipi) ve bireyselcilik özellikleri taşır. Yani modernleşme için gerekli evrensel özelliklere sahiptir, fakat yatırımcı girişim Tayland insanında azdır. Aynı şekilde, bireyselciliğin endüstrileşmeyi engellemedeki rolü Banfield'in (1958) Hindistan’da yaptığı bir incelemede bulunmuştur.
Motivasyon yokluğu, bireyselciliğin gelişmemiş olması, ilginin olmaması gibi sayısız psikolojik nedensellikler aslında, kalkınma programlarının, teknoloji ve bilgi transferinin, eğitim sistemlerinin transferinin, dış sermaye ve yatırımlarının meşrulaştırılmasıdır. Sadece az gelişmiş toplumlarda değil, aynı zamanda kapitalist toplumlarda, insanların yoksulluğu, işsizliği, devlet yardımıyla geçinmesinin nedenleri de, aynı şekilde, bu insanların tembelliğine, uyuşukluluğuna, motivasyondan yoksunluğuna bağlanmaktadır. İkinci olarak, “yenilik aramaktan yoksunluk” iddiası, sadece hakaret edilen geleneksel kültürün insanı için değil, örneğin Amerikan insanı için de, geçersizdir: Amerikan (veya geri bırakılmış ülkelerin) insanlarının ilk amacı önce aç kalmamak, başını sokacak kiralık bir ev bulmak, kısaca varlığını devam ettirmek mücadelesidir. Yeniliklerin kabulü veya reddi (örneğin doğum kontrolü) gibi kuşkular, bu insanlar için günlük yaşam mücadelesinde arkadan gelen ve onlara yukardan empoze edilmeye çalışılan politikalardan biridir. Her gün yukardan empoze edilen ve onu sayısız kıskaçlar içine almış politikalarla mücadele ederek yaşamını sürdürmeye çalışan insanları, tembellik ve uyuşuklukla suçlamak burjuva biliminin ve onu benimseyen Türkiye gibi ülkelerdeki üniversite çevrelerinin etik yoksunluğudur. Evrensel olarak öne sürülen kişisel nitelikler, elbette rekabet içindeki sermayenin egemen karakterleri olacaktır. Ezilende bu karakterler varsa ezilmişliği anlatır; eğer yoksa, gene ezilmişlikte faydasızlığı ve yok edilmişliği ifade eder. Bir insan ne denli yatırımcı ruhla dolu olursa olsun, yapısal gerçekler, örneğin sermaye gerekliliği, pazardaki geçerliliği ve başarı olasılığı, bu ruhu materyal ilişkiler gerçeğinde tuz ruhu yapıp eritir. Ama efendim, Hüsnü çorap satarak, hiç durmadan tekrar tekrar yineleyerek zenginledi. Öyle olduğunu bile kabul etsek; Hüsnü bu yapısal ilişkiler düzeninin egemen karakterini değil, ender istisnaları temsil eder ve egemen ideolojinin desteklenmesini değil, çürütülmesini anlatır. Bu satırları yazarken, benim köpeğim büyük motivasyon, zevk ve iştahla, güçlü bir arzu ve girişimle, peçete kağıdını almış, bir sanat eser yapar gibi dişleriyle küçük parçalara ayırıyordu. Gidip elinden aldım: Geçmiş olsun motivasyon, geçmiş olsun arzular, girişimler, zevkler, istekler ve yenilik arayışları...
Yeniliğin kabul edilmemesi de geleneksel kültürün gerici ve tutucu özelliklerine atfedilmektedir. REFAH veya FAZİLET Partisi'nin gerisindeki sermaye geleneksel kültürün gerici ve tutuculuğunu mu temsil etmekte yoksa bu kültürel tabanı kullanarak sermaye birikimi sağlayan pragmatik ve fırsatçı bir yapıyı mı? Kapitalizm kendi olanı, kendinden olanı ve kendisinin üstünlüğünü ve muhteşemliğini ilan ederken; kişilerin seçme özgürlüklerinden bahsederken, başkalarına gelince aynı şeyi reddeder: Bir kültürün bir diğerini kendi değerleriyle değerlendirip aşağılamasının ve buna katılımın nedenleri nedir? Bir güçsüzleştirilmiş yapının kendi ekonomik ve kültürel çıkarlarının gerçekleşmesi için yaptığı girişimler reddedildiğinde, reddeden kültür, direnişi küçümseyerek olumsuz karşılarken, reddedilen kültür en azından kendini korumak için (veya yayılmak için) direndiğinde, rekabete girdiğinde ve “çek elini belimden, ben sevgilin değilim” dediğinde, neden “serbest ticarete, serbest enformasyon akımına, insan haklarına, özgürlüğe saldırı var!, Komünist var!, hurafeci var, gerici var!” diye bağırarak saldırılır? Çünkü, talancılar, sömürgeciler ve emperyalistler her devirde kendilerini haklı ve ileri ilan etmişler ve kendilerine karşı direnişi de hem kültürel, hem siyasal, hem de ekonomik alanda ezmek için silahlı yok etme dahil akla gelen her yola başvurmuşlardır. Emperyalizmin, koloniciliğin, feodalizmin bilim adamları da bu saldırılarda kendilerine düşen görevi yapmak için birbiriyle yarışmışlardır.[2]
Geleneksel insanın tembelliği, burjuvanın çalışkanlığı
Modernleşme teorilerinin “ertelenmiş doyum” nosyonu, Weber'in ideal tipinden alınmış ve Protestan ahlakı ile kaynaşmış, orta sınıf kişisel hareketliliğini idealleştiren bir görüşü yansıtır. (Ertelenmiş doyum, kısa dönemli kapkaççılık, köşe dönmecilik yerine uzun dönemli hesapçılık demektir). Geri bırakılmış ülkelerin halklarının tembel, aylak, uyuşuk, geri kafalı olduğunu benimseyen bu anlayış tarzına, örneğin Schramm'a göre iletişim, bu ülkelerde “insanları, kemerlerini sıkmak ve adalelerini sertleştirmek, çok çalışmak ve ödülünü beklemek için harekete geçirmelidir.” Diğer bir deyişle, geri bırakılmış ülkelerin insanları hayatı gayet hafife alan, kemerlerini sıkmaya gerek duymayan, çalışmadıkları için adaleleri cıvık et gibi olmuş kitlelerden oluşur. Bu kitleyi harekete geçirmek için Protestan çalışma ahlakını vererek, düşünce tarzlarını “dünya sınırlı şeyler verir/sunar, denemeye ne gerek var” biçiminden, “eğer yeterince sıkı çalışırsan, onları hak etmek için, dünya sınırsız zenginliklere sahiptir” biçimine değiştirmek gerekir.
Lerner'e göre (1963) iletişim, ödülü çaba ile açıkça ve sürekli olarak ilişkilendirerek, kalkınma için gerekli yaşam biçimlerinin dönüşümüne biçim verebilir. Yani iletişim geleneksel kitleleri modernleştirmek için, kişisel çaba (istekle gelen çalışma arzusu) ile kişisel ödülü (istenen şeyi, çalışmayla elde edileni) ilişkilendirerek, onları çok çalışıp çok kazanmaya teşvik edecektir. Lerner'in tek korkusu 1970'de, isteklerin elde edilenlerden (ödüllerden) fazla olmasıdır. Lerner buna çare olarak da iletişimcilerin, kitlelerin haddinden fazla isteklerini (taleplerini) kısıtlamayı öngörmektedir. Modernleşmenin gerektirdiği “çabayı (= çalışma arzusunu) teşvik etmek için medyanın dürtücü, teşvik edici ödüller çizmesi/resmetmesi gerekir. Bunun gizli ve açık anlamı şudur: Medya, Batı'nın reklamını yaptığı orta sınıf tüketimci yaşam biçiminin teşvikiyle, kapitalist ürünlerin satışı ve kapitalizmin yaygınlaşmasının teşvikini yapmalıdır. Pool (1966) bunu çok özlüce belirtmiştir: Medya elektrik, buzdolabı, otomobil gibi yeni malları kullanmak için ne tür fırsatların olduğunu sergiler. Modernleşmecilerin medyaya verdikleri bu görevi medya en iyi ve yaygın bir şekilde yapmaktadır. Fakat bunun kimin ve ne için modernleşme, ilerleme, kalkınma olduğunu sormazsak, Lerner, Pool ve benzerlerinin teorik tuzağına düşeriz.
Artan Beklentiler, başarılar ve frastrasyonlar
Jean Baudrillard (1969) modernleşme kuramcılarının sonradan, girişimlerinin başarısızlıklarını “beklentilerle” “elde edilenler” arasındaki dengesizlik ilişkisiyle açıklamalarını, oldukça ayrı bir biçimde anlamlandırmaktadır: Kişiler “umar”, çünkü umabileceklerini bilirler. Çok fazla ummazlar, çünkü toplumun özgür yükselmeye karşı koyduğu büyük engellerin farkındadırlar. Bununla beraber “azıcık çok umarlar,” çünkü hareketlilik ve büyüme ideolojisini tecrübelerler. (Her gün bu ideoloji, toplumsal hareketlilik, yani yükselme olanaklarının bolluğu ve büyüme, yani zenginleşme örnekleriyle yaygın ileti faaliyetlerinde bulunur). Dolayısıyla kişilerin beklenti/umut seviyeleri, gerçek verilerin getirdiği gerçekçilik ve kuşatan ideolojinin tuttuğu gerçek dışıcılık arasındaki uzlaşma, uyuşma ve anlaşmanın bir sonucudur. Bu uzlaşma tüm toplumun içsel çelişkisini yansıtır.
Bu uzlaşmanın, kişinin kendi kendine vardığı bir sonuçtan çok, kişinin günlük üretim faaliyetlerinde bu üretim faaliyetlerinin biçiminin zorlaması (basitçe güç ilişkileri) sonucu çaresiz bırakılmasından dolayı olduğunu belirtmek daha doğru olur. Çünkü egemenlik, mücadele, boyunsundurma ve boyunsunma, yapısallaştırılmış örgütlü faaliyetler gerçeği içinde olur, yürütülür, tutulur, sürdürülür ve geliştirilir. Değişim de aynı şekilde, bu faaliyetlere direnme ve bunlarla mücadelenin bir sonucu olarak ortaya çıkan üretimin niteliğindeki değişikliklerle gelişir. Bu değişmede fikirlerle mücadele, materyal ilişkiler üzerindeki mücadelenin verildiği bir alandan öte bağımsız bir şey değildir.
Ülkelerin kendi geçmişlerinden edilişi
Modernleşme yaklaşımları hem kendi endüstriyel tarihlerinden hem de az gelişmiş ülkelerin tarihlerinden soyutlanmış varsayımlarla gelirler: Yaklaşımları tarihsizdir. Tarihsizliğin birinci biçimi, kalkınan ülkeleri durgun izolasyondan çıkan ve “20. yüzyıla sarsıp sokacak dışsal bir uyarana ihtiyacı olan ülkeler” olarak nitelemesidir. Bu görüş, kalkınan ülkelerin gerçek tarihi tecrübelerinin verileri ışığında tümüyle geçersizdir. Hem sömürgeleştirilmiş ve geri bırakılmış ülkeler hem de resmi olarak sömürgeleşmemiş Osmanlı İmparatorluğu gibi ülkeler medeniyet götürdüklerini iddia edenler tarafından geriletilmiştir. Modernleşme araştırmacıları ve görevselci okulun temsilcileri, modern devletin ön koşullarını aramaktan hala geri durmazlar ve sistemli bir şekilde bu ayrı devletlerin bağlı olduğu uluslararası koloni sisteminin kenarından geçip giderler.
Schramm ve “modernleşmecilerin” bu görüşü, gerçekte soğuk savaşla yapışık gelen psikolojik savaşın, bu bilim adamları tarafından sürdürülmesi girişimleridir. Bu aydınlar Hristiyanlığın da yayıcılarıdır ve din propagandası yapan örgütlerle ilişkidedirler. Din tüccarlarıyla, din tüccarlarının ideolojisine inanmış kültürel tüccarlar, egemen tarihte “keşiflerin yayılması, modernleşme ve kalkınma” diye okutulan sömürgeleştirmedeki işbirliklerini hala sürdürmektedirler.
Modernleşmenin, Aynının Büyümesi Olması
Modernleşme teorileri, kapitalist şirket büyümesi gibi, toplumsal geleceği şimdinin aynısının daha geniş ve büyük biçimi ve iş bölümleriyle çeşitlenmiş şekli olarak görürler (Elliott & Golding, 1974:234). Daha basit dille, büyüme, mükemmelleşme, farklılaşma, entegrasyon ve yeniden entegrasyon az gelişmiş ülkelere taşınarak evrensel geçerlilik ve kalıcılık iddia edilir. Giderek, 1990’ların sonuna gelindiğinde, Türkiye gibi ülkelerde maaşlı köleliğinin bile bilincinde olmayan bazı “aydınlar” yerel kimliklerin sınırlayıcılığına karşın “evrensel değerlerden” bahsetmeye başlarlar. Böylece 1990’ların egemen pazar yapısını meşrulaştıran düşünsel\ideolojik anlatımlar evrensel değerler yapılır.
Modernleşme teorilerini eleştiren Baran ve Hobsbawm (1961) “az gelişme” sorununu çözmek için önce bu ülkelerin neden “az gelişmiş” olduklarını anlamak gerektiğini belirtmişlerdir. Bu soruya cevap, ancak, bu ülkelerin tarihi geçmişine bakarak verilebilir. Bu da bizi her ülkenin kendi yapısal ve dışla ilişkisel geçmişini incelemeye götürür.
Goran'ın belirttiği gibi (1982:19) modernleşme teorisinde, az gelişmiş ülkeler sanki birden bire yoktan çıkıp gelmektedirler. Hiçbir tarihe sahip değildirler. Hepsi de “geleneksel toplumlar” kategorisi içine sokulurlar. En iyi biçimiyle, tarihin eski dönemlerine ait kültürlerin toplumları olarak nitelenirler.
Nicelik artışının niteliksel değişim olarak sunulması
Modernleşme arayışında dikkat edersek “geri kalmış” kafalarda yerleşmesi istenen, kitle iletişim araçlarına sahip ol, onları izle, onların istedikleri yönde mutfak eşyaları ve modern tüketim malları al, çok çocuk yapma, çocuklarına bol oyuncak ve yiyecek al, çok çalış ve harca, eskiyi at ve yeniyi al, tutma, başkaldırıyı unut, sana bizim gibi iyi niyetlilerin ve gelişmişlerin sunduklarını al yut gibi teşviklerle gelen ve kapitalizmin Batı'da egemen bir şekilde uyguladığı tüketim için hareketlilik ve nicelik artışının nitelik değişimi olarak sunumudur.
Teorinin Irkçılığı
Modernleşme indeksleri, ideal tipin kavramları, az gelişmiş ülkelerden ve insanlarından istenen ve beklenenler ve empoze edilmeye çalışılanlar, kapitalist Batı'nın ırkçı kültürel üstünlük görüş ve politikalarının kendinden olmayanlara yönelik saldırısıdır.
Teoride Gelenekselliğe Düşmanlık
Türkiye’de ve diğer ülkelerde yaptığı araştırmada ve önceki psikolojik savaşla ilgili araştırmasındaki kategorileri göz önüne alırsak, Lerner, geleneksel toplumu değişime karşı olarak nitelerken, modern veya “geçişte olanlara” (daha doğrusu propagandaya açık olana) değil, “geleneksel tip” olarak nitelediğine, yani daha evvelce faşist olarak nitelediği tipe saldırmaktadır: Geleneksel tip değişime, yani kapitalist tip olmaya, tamamiyle karşıdır. Değişme olanağı yoktur. Lerner bunun farkındadır; bu nedenle gelenekseli, karşı saldırıyla, küçümseyerek, değersizleştirerek, her türlü negatif değerle isimlendirerek, psikolojik olarak yıkma yolunu seçmiştir. 1970’lerde durum değişti ve 1980’lerde “kültürlere” ve “yerele saygı,” diğer deyişle çoğulculuk ve yerellik politikaları daha görevsel oldu. Ulus kurma ve geleneklik tartışması atıldı. Türbanlıya “türbanı bırak” politikasının verimsizliği ortaya çıktı. Onun yerine türbanın altında Levi’s, elinde Coca Cola, dudaklarında Fransız veya Amerikan ruju ve yüzünde gene Amerikan veya Avrupa boyasıyla “yerel veya geleneksel kimlik” daha verimli oldu.
Yaklaşımın örgütlü yapılardaki insan yerine sözlü ifadeye dayanışı
Modernleşme teorisiyle toplanan ve değerlendirilen veriler ve çıkartılan sonuçlar, kişilerin kendileri hakkında ne söyledikleri, ne düşündükleri ve inançları\tutumlarına dayanmaktadır. Aslında, dayanılması gereken temel, insanların somut yaşam gerçekleri ve etkinlikleridir. Sosyal bilimlerde, özellikle 1970’lerden beri, insanların kendileri, bir durum veya bir süreç hakkında söyledikleriyle (tutumlar, bilinç, inanç, görüşleriyle) gözlemlenen özellikler arasındaki uyuşmazlığı açıklamaya çalışmaktadırlar. Sorun ve çözümleri bilme, bilinç ve tutumun çok ötesine gitmektedir. 1960’ların sonuna kadar egemen olan bilinç/tutum ile davranış arasındaki belirleyici bağın günümüzde etkenliği ciddi bir şekilde soruşturulmuş ve pozitivist-ampirik okul içinde yeni açıklamalar getirilmiştir. Örneğin, De Young (1986) geri dönüşüm davranışında, dürtünün (motivasyonun) ve yapmayla ilgili psikolojik tatminin yönlendirici nedenler arasında olduğunu bulmuştur. Çevre duyarlılığı ve ilgisiyle hareket eden insanların, ekonomik çıkar değil, değerli ve yararlı bir şey yaptıklarını bilmenin verdiği tatmin duygusuyla hareket ettiklerini bulan araştırmalar, davranış değişiminde, tutum değişimine ağırlık verme yerine, önce bu duygular üzerinde durulmasını önermektedirler (Oskamp, 1991). Cottrell 1993’deki araştırmasında, kendini “sözlü onaylama” (örneğin, çevreyi gözettiğini söyleme), “çevre ilgisi” (örneğin çevreye olan ilgi derecesi), “çevre kirlenmesi hakkında bilgi”, “davranışın sonuçlarının farkında olma”, “kişisel onaylama”, “durumsal faktörler” ve “genel sorumlu çevre davranışı” ölçülerini kullanmış ve çok değişkenli regrasyon analizi sonucunda, “sözlü onaylama” ve “ekoloji bilgisinin” birlikte, genel “sorumlu çevre davranışının” sadece % 21.8’ini açıkladığını bulmuştur (R2 = 21.8). Sosyal normların (kurallar ve kültürel geleneklerin) nasıl davranışı etkilediği üzerine eğilen Schwartz’ın “alturism” modeline göre (1991), kişiyi geri dönüşüm davranışına iten zincirde, sırayla (a) sosyal normların kişisel normlar olarak benimsenmesi, (b) davranışın sonuçlarının bilincinde olma ve (c) sonuçtan kişisel sorumluluk duyma duygusu vardır. Ejder-Erdoğan ise 1997’deki incelemesinde, kişilerin kendi davranışları hakkındaki sözleriyle, kişilerin gerçek davranışları arasında önemli farklılık olduğunu bulmuştur: Değerlerde, tutumlarda ve enformasyondaki değişim ancak davranışlarda göründüğünde, sözlerden çok günlük faaliyetlerde ifade edildiğinde anlam kazanır.
Ayrıca, sosyal bilimin amacı sadece toplumlardaki inanç ve tutum farklılıkları ve bunların dağılımının frekanslar, indeksler, merkezi yönelimler ve standart sapmalarla belirlenmesi değildir. Sosyal bilim dağılımın özelliğinin neden ve sonuçlarını açıklamakla yükümlüdür.
Bu tür teori, insanın düşünce yapısından hareket ederek insanı açıklamaya yönelir. Aslında, insan ve toplumunu yapan ve değiştiren, insanın materyal yaşamını belirleyen, insanın düşüncesi değil, tam aksidir. Düşünceler insanı ancak o zamanın egemen düşüncelerinden öteye götürebilir; o kadar; düşüncelerle gidilen “öte” ancak materyal üretimdeki insanın günlük yaşanan gerçeğiyle asıl anlamını bulur. Yani, düşünce hiçbir şeyi tutamaz veya değiştiremez; Tutan ve değiştiren, materyal ilişkiler gerçeğinde bu gerçekle ilişkili düşünceler taşıyan insandır.
[1] Medya ile yapılan reklam ve ideolojik yönlendirme ve yönetimin etken olması, ancak kişiden ve kişiler arasından geçerek mümkün olabilir.
[2] Adam kavramı “erkek” değil, “insan” anlamında kullanıldı. Dilde mücadelede, kavramdan vazgeçme yerine, anlamlandırmayla sahip çıkılmalıdır. Gerekirse, elbette alternatif sunulmalıdır.