MARJİNAL GRUP VE BENZERİ
SÖZLER HUNHARLIK TAŞIR, İNSANLARI DIŞLAR VE
ÖTEKİLEŞTİRİR, İNSANLIĞA VE KATILIMCI DEMOKRASİYE AYKIRIDIR. AMA SANDIKTAN ÇIKAN FAŞİST YÖNETİMLER VE SİVİL DİKTATÖRLER İÇİN GEREKLİDİR. BU POLİTİKAYLA HER YER TAKSİM OLUR. Eğer Gezi Parkı hareketi dünya çapında popülerleştiğinde, Parka ve Taksim'e polis güçlerini saldırtma yerine, hiç bir baskı kullanılmasaydı; İstanbul tarihinde yaşanmamış bir yabancı turist akınına uğrardı ve esnaf büyük kazanç sağlardı.
. VURGUNCULAR VE DİKTATÖRLERİN ÖZGÜRLÜKLERİNİN
BİTTİĞİ YERDE BİZE ÖZGÜRLÜK KALMAZ.
POPÜLER UYDURULAR
A. Taksim esnafının
trilyonluk kaybı uydurusu: Gezi parkı dünyaca
popüler olduğunda, Taksim, aralarında
turistlerin de olduğu, yüzbinlerce insanla
doluydu her gün. Taksim'de bir çok
esnaf açıktı ve bazıları 24 saat açıktı ve
muhtemelen tarihlerinde yapmadıkları kadar gelir
elde ettiler. Eğer kepenklerini kapatmayan
esnaflar gibi diğer esnaflar da (ki bazıları
bunu kasıtlı ve bazıları da korkuyla yapmıştır)
kepenklerini kapatmasaydı ve polisin yaşam
çevresindeki akışı bozan davranışları olmasaydı,
onlar da çok iyi iş yaparlardı. Bu kepenk
kapatan esnaflar ben gençken kasıtlı
"yokluk/kıtlık yaratarak bizi yağ ve şeker gibi
kuyruklarda bekleten (ve karaborsa ile vurgun
vuran) esnafların yeni-ideolojik torunları
olmalı. Eğer devlet
politikasını saptayan ve devlet güçlerini yönetenler
Gezi Parkı hareketini "bir turizm promosyon
aracı" olarak kullanmayı bilselerdi/becerebilselerdi, bu yıl
İstanbul turizm patlaması yaşardı. B. Güç insana saçmalama
olanakları sağlar, güce sahip bir siyasetçinin,
vekilin, belediye başkanının, başbakanın veya
cumhurbaşkanının bu saçmalama olanaklarını,
yalanlarla da zenginleştirerek, kullanmaması
gerekir, en azından çünkü onlar artık bir
toplumu temsil etmektedirler. C. Halktan herhangi biri (ben ve sen)
hata/yanlış yapabiliriz (yaparız da), bu ancak
bireysel sonuçlara sahiptir; ama bir devlet
yöneticisi hata/yanlış yapma lüksüne ve
özellikle bile bile yalan söyleme lüksüne asla
sahip değildir, çünkü onun hatası, yanlışı veya
yalanı toplumsal sonuçlara sahiptir. Ç. Bir siyasal parti devlet değildir; bir
siyasal partinin ideolojisi devlet ideolojisinin
önüne geçemez (geçerse, bu “devleti ele geçirme”
demektir). Bir siyasal partinin yöneticisi
olmak, devlet yöneticisi olunduğu an biter ve
“bir siyasal partinin toplum yönetme programını
ve politikasını uygulayarak” devletin
belirlediği çerçeveler içinde toplumu yönetme
başlar. “Bir siyasal parti yöneticisi gibi”
devlet yönetenler, asla devlet yöneticisi
olamazlar (devletin başına geçmek, belediye
başkanı, başbakan veya cumhurbaşkanı olmak, bir
kişiyi “devlet adamı” yapmaz; “neyi nasıl
yaptığının karakteri” onu devlet adamı yapar
veya “koltuğuna yakışmayan adam” yapar.
|
MISIR`DA, SURİYE'DE VE BENZERİ YERLERDE HALK AYAKLANMASI
Tunus`dan sonra Mısır'a ve Suriye^ye ve ardından diğer bazı ülkelere sıçrayan/sıçratılan "demokrasi-yanlısı" gösteriler hakkında söylenenlere bakıldığında, yoğun bir biliş yönetimi yapıldığı görülür. Bunlardan bazılarını özlüce sunalım: 1. Mısır'daki gösterileri yapanlar "halk oluyor", yaptıkları "demokrasi gösterisi" oluyor; ama örneğin Yunanistan'dakiler "halk" olmuyor ve istedikleri de demokrasi olmuyor. Suriye'dekiler "demokrasi savaşçısı" oluyor; başka ülkelerde aynısını yapmaya kalkanlar "terörist" oluyor. Bunun anlamı: Gerçek, doğru,ve yanlış hakkında düşünceleri ve söylemleri belirleyen, güç ve çıkar ilişkileri olmaktadır. Bu nedenle biz ne yazık ki gerçeğin ve doğrunun ne olduğu hakkında gerçek ve doğru bilgi/enformasyon almaktan yoksun bırakılmaktayız. Sonuçta kendi yobazlığımıza, bağnazlığımıza, düşüncemize, inacımıza ve vicdanımıza uygun olanı doğru ve gerçek olarak kabul etmekteyiz. 2. ABD ve Avrupa yöneticilerinden, Press Tv'ye, Al Jezira'ya ve Fransız 24 kanalına kadar her medyada "karar verecek olan halktır" deniyor ve halkın karar vermesi gerektiği yüceltiliyor. Ama bunu söyleyenler çok iyi biliyor ki buna asla izin verilmez; halk sadece başkaldırmış durumda ve ulus içi ve uluslararası güçler de bu başkaldırıyı kendi çıkarları yönünde kullanma yarışındalar; sonunda, halk demokrasisi gibi, yaratılan zenginliklerin adil bir şekilde dağıtımıyla yoksunluğun ve yoksulluğun ortadan kalkması gibi bir durum oluşmayacak; onun yerine küresel pazar güçlerinin rekabetinde çıkar paylaşımının bir göstergesi olan yapı ortaya çıkacak. 3. Kaygılardan ve biliş yönetimi sunumlarından biri de "gösteri yapanların Mısır halkının isteğini/düşüncesini temsil edip etmediği" konusu olmaktadır ve bu da medyada tartışılmaktadır. Sayıya dayanan sahte demokrasinin en etkili biliş ve davranış yönetimi araçlarından olan bu düşünce yapısı yanlıştır: Mısır halkının yüzde 99'unun Mubarek rejimini desteklemesi bile, asla o rejimin soyguncular, katiller, baskıcılar ve despotların rejimi olmadığının kanıtı olamaz. Gerçeği belirleyen, asla çoğunluğun ne düşündüğü değildir. Mısır'da başkaldıranlar, gerçeği yaşayan ve bu gerçeğe ayak uydurma yerine, bu gerçeğe karşı direnmeyi seçen insanlardır. 4. Mısır'daki gibi bir başkaldırı ve direniş, o ülkede haksızlıkların, vurgunun, soygunun ve baskıların kalkacağı ve hakkaniyet ölçülerine göre çalışan bir demokratik rejimin geleceğini saptamaz ve saptayamaz, çünkü bu tür başkaldırı sadece doğru olmayana karşı isyandır, ama doğruyu ve iyiyi getirecek olan üretim tarzı ve ilişkilerinin ne olduğu hakkında bilgileri olan örgütlü bir başkaldırı karakterini taşımamaktadır. 5. Mısır'da olanlar "devrim/revolution" olarak sunulmaktadır. Böylece devrim kurnazca yeniden tanımlanmaktadır. Radikal gazetesinin radikalliği ne ise, Mısırdaki bu "devrim" de odur: Mısırdaki gibi halk ayaklanması devrim değildir, çünkü sadece egemen bir üretim tarzı ve ilişkilerini değiştiren bir karaktere sahip olan halk hareketi devrimdir. Mubarek'in ve adamlarının gitmesini, ordunun adamlarının yerine sivil yönetimin gelmesini istemek bir devrim değildir; yıllardır kapitalist pazarın Mısır gibi ülkelerde uyguladığı yönetim stratejilerinden biridir. 6. Dünyadaki egemenlik ve mücadele ilişkilerine baktığımızda, Mısır'da, bir tür demokrasi, özgürlük ve cumhuriyet adı altında, küresel kapitalist pazara bütünleşik bir yönetim yapısı ortaya çıkacaktır (zaten biçimsel olarak öyleydi): Bu yapı İslamcı veya laik veya ikisinin karışımı olabilir; hiç fark etmez, çünkü halk kitlelerinin maddi yaşamıyla ilgili iyiye doğru değişen bir şey olmayacaktır. Bu sırada, Türkiye'de başarıyla uygulandığı gibi, halkın başkaldırısını önlemek için, polis baskısı yanında, halkı balık vererek satın almayı Mısır yöneticileri de öğrenecektir. 7. ABD yönetimi, ne yapacağını şaşırdı: Politikasını güne göre değişti. Fakat İsrail'in iki kanadından biri olan Mısır'ın İran yanlılarının veya biraz bağımsız politika izleyeceklerin alabileceği korkusu İsrail'i sarması ve bunun ABD'ye yansıtılmasıyla, ABD politikasını her saat değiştiriyor. Ulus içi ve uluslararası bir yarış devam ediyor: Pasta üretimini kontrol etme ve pastadan alınacak payı artırma yarışı. Bu yarışta aslında en güçlü olan halk, en güçsüz durumda. 8. Mısır'daki başkaldırı, tarih boyu olan bir gerçeği somut bir şekilde göz önüne serdi: Başkaldıranlara saldıran düşman, ne yazık ki başkaldırması gerekenlerden oluşmaktadır (yoksullar sınıfının polis olarak ve beş on dolara kiralanmış ve düşünsel yoksunluk nedeniyle kendi gibilere düşman yapılan kesim). Başkaldıranlar asla düşmana ulaşıp, onunla yüz yüze mücadele verememektedir. Araya, yukarıda belirttiğim "yoksulların bilişsel, vicdansal ve parasal yönetim yoluyla satın alınmışları" girmektedir. Böylece, savaş (1) "sefilleştirilmişlerin birbirine fiziksel olarak saldırması, birbirini öldürmesi, yaralaması, bozguna uğratması biçiminde olmaktadır; (2) kitleleri yoksul ve yoksun bırakanların kendi aralarındaki Makyavellice "centilmenlik" yarışı biçiminde olmaktadır. 9. Bu sırada medya "kamu oyunun, Mubarek'in konuşmasından sonra ve ardından da göstericilere saldırı sonrasında nasıl değiştiğini" söylem/discourse gibi kavramları kullanarak açıklayan, örneğin Mısırdaki Amerikan Üniversitesi profesörlerini de kullanmaktadır. Bu akademisyenimsiler açıklama yaparken, soruyu soran veya başka biri çıkıp "affedersin ama, sen kamu oyunun salı günü göstericileri desteklerken, Mubarek'in konuşmasından sonra, göstericileri desteklemesinin azaldığını nasıl bilebilirsin ki? Temsili örneklem aldın ve ona göre mi yaptın yoksa şirdandan mı atıyorsun?" diye sormuyor. Ama göstericiler arasından Tv kanalına bağlananlara "siz birkaç milyonsunuz, 84 milyonu nasıl temsil edersiniz?" diye sormasını biliyor. Küresel pazarın bölüp ülke içinde birbirine düşürdüğü ülkelerdeki halkların başkaldırısı elbette devam edecektir. Ama, bu başkaldırılardan "herkesin katılımıyla yaratılan zenginliklerin hakkaniyet ölçülerine göre bölüşümüne dayanan bir yönetimin" çıkacağını beklemeyelim: Her ciddi kazanım, kapitalizmin örgütlü güç uygulamasıyla karşılaşacak ve halkın elinden alınacaktır; bu da mücadeleleri kızıştıracaktır. 8. şubat.2011 |
MISIR AYAKLANMASINDA MEDYANIN KAPİTALİST SİSTEMİ SAVUNUSU: AL JEZİRA ÖRNEĞİ Al Jezira televizyonu, yoğun bir şekilde olmasa da, yinelenen bir şekilde, Mısırdaki göstericiler hakkında (1) olumsuz imaj çizen ve (2) göstericilerin meşruluğunu soruşturarak gayri-meşru göstermeye çalışan haber-yorumlar vermeye başladı.
|
doğrudur; fakat Basın/medya halka karşı kullanılan dördüncü güçtür. Şöyle bir haber gördünüz mü medyada hiç:
|
VE SONRA (ÖRNEĞİN) MADALYA VER
İnsan hakları, özgürlük ve katılımcı demokrasi gibi şahane uydurularla dolu olan kapitalist üretim ilişkileri yoluyla kapitalistler yoksun, yoksul ve şiddet ve vahşetle dolu bir dünya yaratırlar; ama, aşağıda (1914) görüldüğü gibi, "gazilere madalya dağıtmayı" ve "şehit ailelerine destek" çağrısına katılmayı da asla ihmal etmezler.
|
Günümüz egemen medyasını kullanan profesyoneller, bu dünyadaki egemenliklere uygun bilişsel, duygusal ve vicdansal hastalıklar yaratma işini yaparlar. Kitle iletişimi profesyonelleri, bazı istisnalar dışında, insanların gerçeğini çalarlar ve "sermaye için fırsata" dönüştürürler; Bu tür profesyoneller öznel çıkarlar için gerçeği iğfal eden küresel bir şebekenin karnı tok sırtı pek ücretli-serbest-köleleridir. Egemen cehaletin bilgiçlik taslamasını sürekli yeniden-üreten bu tür köleler, "bulundukları yere bakıp" kendilerini efendi sanırlar ve ona köleliğini hatırlatana dişlerini göstererek hırlarlar: Aslında, her gün yarattıkları ve yaratmadıkları medya haberleri ve ürünleriyle sürekli olarak bizim gerçeğimizi, umutlarımızı ve insanlığı arayışımızı ısırırken, sürekli kendilerini de ısırırlar: Modern kölenin kendini ve kendi gibileri ezerek özgürlük taslayışı! Sahte demokrasi satışı! Medya profesyonelleri, insanları tarih boyu birbirine düşürerek güç ve çıkarını sürdürenlerin kanlı-pazarlar için kansız-biliş, vicdan ve duygu yaratanların paralı subayları ve askerleridir. işçi sınıfını işçi sınıfına kırdıranların kiraladığı "işçi sınıfının kendine düşman olan ve düşmanlığı körükleyen parçasıdırlar." |
Kitle iletişim akademisyenlerinin önemli bir kısmı da bu profesyonellerin ürettikleri işlevsel-pisliklerin ve iğfalin "derin anlamlarını" bulmaya çalışırlar. Önce asıl anlamını bulmaya çalışmak ve gerekirse derinine dürüst ve doğru yollardan birini kullanarak inmek gerekmez mi? Düşün! beyni tarihsel bir egemenliği yeniden-üreten seviyede ve basitlikte çalışan birilerinin ürettikleri ürünlerde (filmlerde, programlarda, haberlerde) "derin anlam arıyorsun"! Oradaki derinlik aslında sistem pazarlamacısının yalvanlığının derinliğidir. İZLEYİCİ HALK VE YENİ-POPÜLİST SAHTEKARLIK izleyici halk her şeyi anlayan; doğru kaynaklardan elde ettikleri doğru bilgilere dayanarak rasyonel kararlarlar veren ve böylece katılımcı demokrasiyi gerçekleştiren aktif öznelerden oluşur; medya içeriğini (örneğin kapitalistlerin amaçlarına göre) dolduranların amaçlarını gerçekleştirmesini, metin okurken (izlerken) inşalar-yıkıp kendilerine göre yeni-inşalar yaparak ortadan kaldıran demokrasinin-belirleyici temel taşlarıdır. Neyin nerede, nasıl ve ne için üretileceğine, nerede ve nasıl dağıtılacağına, yaratılan zenginliklerin nasıl bölüşüleceğine ve tüketimin karakterine işte bu halk karar verirler. (yuttunuz mu bu sahtekar anlatıyı? Yuttuysanız, beyninizi ve vicdanınızı bir sakatlık var mı diye bir kontrol edin. Bilerek kirlenmiş vicdanınızla yutuyor gibi yapıyorsanız, afiyet olsun; boğazınıza durur bir gün, inşallah!) Her şey halk içindir, çünkü her şeyi onlar tercihleriyle ve oylarıyla belirlenir. Dolayısıyla, onların tercihleriyle üretim yapan özel şirketlerin sigarayla ve zehirli ürünleriyle bizi zehirlemesine " üretmeyin!" diye karşı çıkmak, halkın isteklerine ve özgür iradesine karşı çıkmaktır. "Halkın oylarıyla halk için toplumu yönetenleri "özelleştirme gibi birçok bahanelerle ülkeyi küresel sermayeye peşkeş çektikleri için" suçlamak ve hatta en kısa zamanda yönetimden el çekmesini sağlamak için çaba göstermek de, halkın iradesine ve halkın isteklerine karşı çıkmaktır. Hadi be sen de.. Ne zamandan beri "halk" kapitalistin devletini yönetenlerin yöneticisi oldu? Ne zaman kapitalist devleti yönetenler ülkenin maddi ve manevi değerlerini küresel pazara peşkeş çekerken, "halka satalım mı, ne kadarını sen istersin" diye sordu? Halk, "kentlerimizin, kasabalarımızın ve hatta köylerimizin sokaklarındaki ve caddelerindeki işyerlerinin isimleri İngilizce olsun" dedikleri için mi, dükkan isimleri İngilizce veya melez? Ama, hep halka, "geri zekalılar, bakın sigara öldürür diye yazıyoruz, gene de içiyorsunuz; içmeyin, boğazınıza çöken yok" anlamına gelen çoook duyarlı mesajlar verilir. Halk istemese dükkan isimleri yabancı dilde olur muydu? Asla olmazdı, çünkü katılımcı demokrasi var! Yabancı dükkanlardan mal satın almazlarsa, kimse de dükkanının adını yabancı koymazdı. Öyle mi acaba? "Solcu" denen kişiler "popülist" diye kötülendi ve "halkın çıkarı için söz söyleyen "popülist olarak suçlandı. Halkın çıkarı için savunu yapanlar kimsenin çömezi veya özel çıkarların pazarlamacısı değildi. Ama bazıları bol parayı görünce, İngiliz, Fransız, Alman ve diğer ülkelerin ajanı oldular ve medya sektöründe önemli yerlere geldiler. Dolayısıyla, popülist söylem yapma! Duygu sömürüsünü artık kimse yutmuyor! Günümüzde artık, sürekli olarak her cümlenin içine "halkın iradesi veya halkın isteği veya kamuoyu" gibi kavramları ekleyerek gelenler ne yapıyor? En aşağılık ve en sahtekar bir popülizm yapıyorlar. Bu sahtekarların popülizmi, solcu denenlerin popülizmi veya kötü-diktatörlükle suçlanan Atatürkün popülizmi gibi, halkın (genelin) çıkarından hareket eden bir popülizm değildir. Tam aksine, küresel pazarın halkların üzerinde egemenliklerini perçinleme amacını gerçekleştirme temelinden hareket eden bir popülizmdir. Bu popülist sahtekarlar sermayenin diktatörlüğünü halkın kendini yönettiği, halkın iradesinin gerçekleştiği bir sistem olarak sunmaktadırlar. Bu yeni-sahtekarlar, 1950lerde palazlanan ve miting alanlarında halkı sayısız vaatlerle ve yalanlarla kandıran demokrasi cambazı sömürgen popülistlerin uzantısıdırlar; bu yeniler, kendilerini, düşüncelerini, vicdanlarını ve çıkarlarını küresel pazara uyumlaştırmış post-modern popülistlerdir.
MEDYAYI SUSTURMAYIN:
Yukarıdaki karikatür "basının nasıl susturulduğunun" yollarından yaygın olanı göstermektedir. Dikkat edilirse, basın/medya "susturulmamaktadır"; tam aksine çok daha fazla konuşmaktadır, parayı verenin düdüğünü heyecanla ve ısrarla çalarak. Bu düdük ve sesi de halkın gözü, kulağı, sesi, vicdanı, demokrasi ve özgürlük olarak insanların bilişlerine işlenmektedir. Dikkat ederseniz, yukarıdaki gazeteci özdenetim yapmaktadır: işini korumak ve para kazanmak için profesyonelce patronunun ve patronunu besleyenlerin çıkarlarını gerçekleştirmek için özdenetimi yoğun bir şekilde kullanmaktadır. Asıl sansür bu değil mi? Özgürlük ve toplum düzeni bahaneleriyle, devleti yönetenlerin medyanın özgürce çalışmasını engellemek için (yani medyayı yukarıdaki gibi susturmak) için getirdiği evrensel yasalar ve uygulamalardı. Dili geçmiş zaman... Şimdi sansür özgürlük, serbest rekabet, ifade özgürlüğü ve öz denetim gibi kavramlarla geldiği için, en sinsi bir faaliyet olarak kendini gizlemektedir. Günümüzün sansürü, kendi çıkarını ve ona çıkar sağlayanların çıkarını bilen profesyonelin iş yapış biçimine ve ürettiği ürüne uyguladığıdır.
Kafa sayısı demokrasİlerinde referandum, yasalar ve katılım Neden “EVET” denir?
1. Kapitalist üretim tarzı ve ilişkileri,
toplumsal üretim araçlarının küçük sayıda bir grubun elinde toplandığı ve geniş
kitlelerin kendi fiziksel ve toplumsal yaşamlarını üretme olanaklarından
mahrum edildiği bir sistem getirir. Bu sistemde, üretim ve dağıtım araçlarını
kontrol edenler ve bu araçlardan yoksun bırakılmışlar olmak üzere iki grup/sınıf
vardır. Araçlardan yoksun bırakılanlar yaşam koşullarını kontrol edenlerin
yarattığı materyal ve bilişsel dünyada çeşitli şekillerde kendi sömürülerine
katılma zorunda bırakılmışlardır. Bu katılım nedeniyle “evet” veya “hayır”
derler.
2.Özellikle 1960lardaki deneyimleri sonucunda
ABD (ve Batı) şunu öğrendi: Türkiye gibi ülkelerde insanların talepleri
artmaktadır, fakat yaratılan zenginliklerin belli ellerde toplanması ve geniş
kitlelerin artan-beklentilerinin yerini artan-engellenmişliklerin/frastrasyonların
almasıyla birlikte, hoşnutsuzluklar ve başkaldırı/devrim potansiyeli de
artmıştır. Bu durum, toplumsal istikrarsızlığı artırmıştır. Bu sorun çeşitli
ülkelerde 1970 ve 1980lerde orduyu başa geçirerek veya orduya geçici olarak
müdahaleler yaptırarak çözülmeye çalışıldı. Bu sırada, anayasalar değiştirildi
ve bu anayasalar halkın büyük çoğunluğunun “evet” desteğini aldı. “Evet”
denildi, çünkü, ülkelerin anayasalarla yönetildiği ve yeni anayasanın iyi bir
şey olduğu düşüncesi işlenen kitleler için anayasa bir “kurtuluş umudunun”
ifadesi anlamına geliyordu.
3.1980’lerde ivme kazanan küresel pazara entegrasyon ile birlikte, kitleleri yönetmede ve oy avcılığında güçlü bir yol uygulanmaya başlandı (bu yolu zaten kapitalizm “yoksun bırakma” ve “iş vererek” yapıyordu): Kitleler işsizlikle ve asgari ücretle aç bırakılır (balık tutmaktan yoksun bırakılır), balık tutması için kiralanır, tuttuğu balıkları elinden alınır ve hizmeti için bir ücret ödenir, o da bu ücretle gider bir balık alarak kendinin ve ailesinin karnını doyurmaya çalışır; böylece, insanları yaşamlarını gerçekleştirme olanaklarından mahrum bırakanlar ve yoksulluğu yaratanlar, kitleleri besleyen melek (işveren) rolünü oynarlar. Siyasal alandaki “oy avcılığında”, bu yöntem şöyle işler: Ayda veya birkaç ayda bir, yoksul ve işsiz bırakılmışlara “balık dağıtılır” ve “gebe bırakılır,” böylece ne kadar çok balık dağıtılırsa, o kadar çok “evet” oyu alınır. Düşünün: Size birileri balık veriyor, balık vereni değil de diğerini seçersen, belki de balığı kaybedeceksin. Bu düşünce, “seni besleyen ele ihanet ve hiyanet etme!” gibi kurnaz bilinç yönetimiyle de desteklenir. 4.ABD ve Batı (ve hızla küreselleşen kapitalizme Türkiye gibi ülkelerdeki yatkın yönetici sınıflar ve aydınlar) 1980lerde artan bir şekilde, ordunun ihtilal/darbe yapması yerine egemen sınıfların kendilerine hizmet eden kısımlarını kullanarak, gerektiğinde sivil darbe yapmasının daha uygun olduğunu keşfetti ve bunu da demokratikleşme olarak sunan bir biliş yapısını işlemeye başladı. 2010daki Anayasa değişikliği, demokratikleşme sloganlarıyla gelen bu sivil darbe sürecinin bütünleşik bir parçasıdır. “Evet” diyenler neden evet dedi? Bunun demokratikleşme olduğuna inandığı (demokratikleşme olduğuna inandırıldığı) için “evet” dedi. Bu insanların bir kısmı gerçeği öğrendiklerinde değişecektir. b.Tanrı tutar gibi spor takımı ve siyasal
parti tutan bir biliş ve ilişki yapısının egemen olduğu çevrelerde, “EVET” (veya
HAYIR) diyenler, evet (veya hayır) dediler çünkü, “EVET” (veya HAYIR) onların
TUTTUĞU TAKIMIN/PARTİNİN istediğiydi: Bu tür “taraftarlar” soruşturmaz; uyar. Bu
tür insanlar kendilerini soruşturmazlar, ÖTEKİNİ soruşturur ve suçlarlar. Bu tür
insanların değişmesi ancak bu tür düşünceyi ve ilişkiyi destekleyen “koşulların”
değişmesi ile olabilir (ki bu da zordur, çünkü o koşullar kendiliğinden
sürmemektedir; birileri tarafından sürdürülmektedir); Elbette, değişme olasılığı
vardır. Bu olasılığın biliş yönetimi yanı şöyle özetlenebilir: “Sizden değişim
istemiyoruz, siz düşüncelerinizle ve inançlarınızla önemlisiniz” vurgulaması
sürekli olarak yapılır ve aynı anda da, doğru bilginin üretilmesi ve yaygın bir
şekilde dolaşıma sokulması sağlanır. Bu yöntemi küresel pazar çok etkili
bir şekilde, gerektiğinde doğru ve gerektiğinde de doğrunun/iyinin/gerçeğin
yerini alan sahte bilgileri yoğun bir şekilde yayarak yapmaktadır. Örneğin: Coca
Cola iftarda iyi gelir. Türban senin seçeneğindir, bu senin özgürlüğündür; ama,
Fransız parfümü veya Amerikan ruju türbanla çok daha iyi gider. Bir zamanların
“Gavur icadı” radyo ve televizyonla şimdiki zamanda iftarını açıyorsak, zeytin
ile iftar açmanın yerini Coca Cola ile iftar açma alacak. Dikkat edilirse,
endüstriyel yapı inançları kullanarak kendi gelişmesini sağlarken, kitlelerin
geri-kalmasının da gelişmesini sağlamaktadır. Bu geliştirilen geri-kalmışlık
siyasal ve ekonomik pazar yönetimi için zorunludur.
d. Bazı eski solcular, post-Marksistler,
post-modernistler, post-pozitivistler, liberal-çoğulcular vb ise iki gruba
ayrılabilir: (1) Gerçek inananlar: Böyle birilerinin olması olasılığı azdır;
olanlar, ancak, yeni-düzenden maddi çıkar elde edemeyenler veya itilmiş,
dışarıda bırakılmış olanlar olabilir. Gerçek inananların bazıları, örneğin,
şöyle düşünebilir “evet” diyelim; yoksulluk artarsa devrimci potansiyel de
artar (Bu varsayım Huntington ve Lerner gibilerin 1960lardaki düşüncesiydi. Bu
düşüncenin Marksizmle ilgisi yoktur). Bazıları da, “kendi çıkarını
bilmeyen aptal kitleler hak ettiklerini seçmekte ve hak ettiklerini almaktadır”
diye düşünerek “evet” diyerek öfkelerini giderirler. (2) İkinci grup,
bence çoğunluğu oluşturan gruptur: Öznel maddi çıkar düzenindeki yerinin
getirdiği inançla “evet” derler. Bunların bazıları medyada bol bol boy
gösterirler; birileri tarafından bir şekilde para ve güçle ödüllendirilirler.
Bazıları özellikle kitle iletişim alanındaki örgütlerde yüksek maaşlarla
çalıştırılırlar; bazılarına da, birilerine gerekli yardımı aktarmak ve
planlanmış gelişmeyi ve geliştirmemeyi yönetmek için vakıflar ve medya örgütleri
kurdurulur (ki bunları destekleyenler özellikle dış ülkelerin istihbarat
kuruluşları ve vakıflarıdır).
Bu kişileri beslemeye son verilirse ve bu kişiler “son verilen beslenmeleri
sonrası yeniden bir beslenme kapısı bulma umutlarını yitirirlerse” işte o zaman,
bir zamanlar kendilerini besleyen eli ısırmaya başlarlar. Belki de tarih boyu
en tehlikeli ve en aşağılık insanımsılar bunlar olmuşlardır.
5. Yoruldum ve kendi varlığımı sürdürebilmemin koşulunu yeniden-üretebilmek için “işe” gitmem gerek. Diğerlerini siz düşünün.
GÜLÜNÇ KATILIMCI DEMOKRASİ OYUNU:
ANAYASA MANAYASA DEĞİŞİKLİĞİNE EVET HAYIR
Tüm çalışan ve
işsiz insanlar tek bir nedenle
"HAYIR" "KATILIMCI DEMOKRASİ" YALANI Temsili demokrasinin "temsil" yalanı, "temsil edenlerin" kimleri ve kimlerin çıkarlarını temsil ettikleriyle ilgili yalanları yutma azalmaya başlayınca, yeni bir yalan uyduruldu: katılımcı demokrasi. Birden bire "katılım uyduruları" yaratılıp işlenmeye başlandı. Katılımcı demokrasi şampiyonluğu yapanlar şu gerçeği saklamaktadır: Halkın katılımı "karar vermeye katılım" veya "karar vermeyi biçimlendiren ölçüde etki" seviyesinde olmalıdır. Aksi taktirde, bu katılım sahteyi, yalanı ve bir egemenliği haklı çıkarma ve meşrulaştırma işine katılımıdır. Örneğin, internette sayısız bloglarda ve sitelerde "düşüncelerin sunulması, tartışılması" katılımcı demokrasiyi anlatmaz, "küvette (internet ortamında, cyberspace'de) kürek sallayarak" kendini ve başkalarını kandırmayı anlatır. Şunu çok iyi anlayalım: karar mekanizmasına/süreçlerine etki etmeyen hiçbir "katılım katılım" olamaz. En sahtekar oyunlardan biri de, akademisyenleri, gençleri ve gerekli görülen gruplardan insanları bir yerde sempozyum ve konferans gibi isimlerle toplayarak, insanlara sanki karar verme mekanizmasına katılıyorlarmış hissi vererek, onları yedirip içirerek yapılan katılımcı demokrasi sahtekarlığıdır: karar verme mekanizmasına halktan, öğrencilerden, farklı görüşte olanlardan, vicdanı ve bilinic kirlenmemiş olanlardan hiç kimseyi katmazlar; bir yerde toplanıp hiç bir işe yaramayan tartışmalar ve konuşmalar yapmak katılımcı demokrasi değildir. ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİNE EVET VEYA HAYIR Anayasa değişikliği gibi kararların "halkın isteğine sunulması" ve "çoğunluğun isteğine göre kabul/red edilmesi çok gülünç bir oyundur: 1. Hem katılımcı demokrasiden bahsediliyor hem de "çoğunluğun egemenliği" ve "azınlığın bertaraf edilmesi" anlamına gelen bir sürece başvuruluyor. Çoğunluğun oyuyla gelen egemenlik, azınlığı dışarıda bıraktığı için, katılımcı demokrasi olamaz. 2. Devlet politikaları ve kararları asla "halk denenlerin" tercihine bırakılmaz, çünkü politikalar, yasalar, kararlar vb asla "halkın çıkarının ifadesi olmamıştır," "güçlüler arasındaki çıkar mücadelesinin (ve çıkar ortaklığının) ifadeleri olmuştur. 3. Grev hakkının olmadığı, insanların yoksul ve yoksun bırakılmasını sağlayan koşulları destekleyen bir anayasa halkın anayasası olamaz; halk "kendi sömürüsüne "evet" dese bile. 4. Sözleşme hakkı zaten daima vardır: Güçlüler koşulları belirler ve güçsüzler de bu sözleşmeye katılır veya katılmaz; çoğu kez katılmaz zorundandır, çünkü, örneğin, iş koşullarını kabul etmek ve çalışmak zorundadır. 5. Grev hakkının bir anayasada veya diğer bir yasada olması, ancak egemenliği meşrulaştırma ve haklı çıkarma aracı görevini görür: grev hakkını kullanma olanaklarının olması ve bu olanakları kullanabilme koşullarının sağlanması ve desteklenmesi gerekir. Böyle bir anayasa/yasa (değişikliği) var mı? 6. Hakkın verilmesi ve olanakların sağlanması da yeterli değildir: örneğin, grev olan bir yerde, yöneticiler "yeni işçiler" alıp işine devam ediyorsa, grev hakkının ve olanaklarının hiçbir anlamı kalmaz. 7. Anayasa değişikliğine "evet/hayır" diyecek insanlar, bu değişikliği hazırlayanlar veya hazırlanmasına etkide bulunanlar mı? Hayır. O zaman "yasa" bitmiş/paketlenmiş bir ürünü (yasayı) hazırlayan ve pazarlayanlara aittir; "katılım" da, "tüketim-demokrasisi" denen zincirin son halkasına sıkıştırılmış katılımdır: "Ürünü" sevme veya sevmeme, tasvip etme veya etmeme, satın alma veya almama biçimindeki katılımdır. Bunun adı asla "halkın iradesi veya halkın istediği" olamaz, çünkü o malı halk (veya halkın çıkarını ön planda tutan halkın temsilcileri) biçimlendirmez; öznel çıkarları gerçekleştirme ve vurgunu/sömürüyü yaygınlaştırma peşinde olanlar biçimlendirir. Halk veya halkın çıkarını ön planda tutanlar biçimlendirseydi, zaten referanduma gerek kalmazdı. 8. Gerçek demokrasi genelin çıkarını gerçekleştirmeye yönelik bir yasal yapı gerektirir. Çalışanların haklarının tanınmadığı ve güçlendirilmediği bir yasa/anayasa değişimi genelin değil "birilerinin çıkarının demokrasisini" ifade eder. 9. Tüketim demokrasisinin" ve "katılımcı demokrasi" iddiasının geçersizliği: Demokratik ve sağlıklı ve de doğru evet/hayır kararı, yeterli ve doğru bilgiye dayanarak verilen karardır. Değişikliklerin ne olduğunu, neden yapıldığını, değişikliğin amaçlarını ve kimlere ne getirdiği ve kimlerden ne götüreceğini yeterince bilmeyen veya yanlış bilen kitlelerin evet/hayır oyuyla verdiği karar geçersizdir, irrasyoneldir, temelsizdir. Bu nedenle bu oy, "akıl çağının" değil aklı yönlendirenler ve cehaleti bilme olarak sunanların hipokrasinin egemen olduğu ve cehaletin bilgiçlik tasladığı çağın göstergesidir. 10. Yasalar gücün ifadesidir. Yasaları
güçsüzler güçlülere karşı kullanamaz; kazara kullanırlarsa, güçsüzlerin kazanma
olasılığı çok azdır, çünkü kararı verenler "yasalar" değildir, güç ve çıkar
ilişkilerindeki insanlardır. Yasalar güçlüler için gerektiğinde kırılmak,
altından, üstünden veya etrafından geçmek için ve güçsüzler üzerinde kullanılmak
için vardır. 13. Evet/hayır oylamasında olduğu gibi, halkın yönetimsel karara katılımı geçersiz ve gülünçtür. Birileri yaptıklarını haklı çıkarmak ve meşrulaştırmak için bu yola başvurmaktadır. 14. Evet veya hayır diyerek veya katılmama yoluyla katılarak, herkes bu haklı çıkarma ve meşrulaştırmaya katılmaktadır. 15. "Katılmaksızın katılma", (oy vermeme, bu koşuldaki boykot) daha çok egemen çıkarın işine yarar, çünkü "hayır" sayısını azaltarak sonucu etkiler. 16. Evet oyu kendi-sömürüsüne farkında olmayarak katılmadır veya kişisel çıkarını gerçekleştirmek için yapılan katılmadır. 17. "Hayır" oyu çeşitli yaklaşımlar ve biçimlerde olan mücadelelerin kendini ifadesidir. Aynı zamanda, "hayır" deme nedenine bağlı olarak, "doğru bilgiye dayanmayan irrasyonel" bir karar anlamına da gelir. 19. Referandum, ender istisnalar dışında, çoğu kez sahtekarın sahtekarlığını meşrulaştırma aracı olarak kullanılır. Toplumsal üretim tarzı ve ilişkilerinin doğasını belirleyen faktör, asla "halkın düşüncesi" veya "halkın oyu" değildir. Dolayısıyla, insanların hepsinin "bu yasa/anayasa demokrasinin ifadesidir" demesi o yasanın/anayasanın demokratik bir anayasa olduğunu göstermez, yani ölçüt halkın ne düşündüğü ve oyu olamaz. Ölçüt o yasanın/içeriğinin her bir özelliğinin demokrasi denen şeyi oluşturan göstergelerle olan iliişkisinin doğasıdır. 20. "Halkın iradesi" ve "halkın isteği" sahtekarlığı: Hayali bir referandum: "Başbakan mı yoksa Cumhurbaşkanı mı halife ve padişah olsun?" referandumu yapılsa, Türkiye'de sonuç ne çıkardı dersiniz? Diyelim ki, halkın % 99.9'u "başbakan halife ve padişah" olsun diye oy verdi. Türkiye'ye halifelik ve padişahlık mı gelir? Gelmemesinin veya gelebilmesinin koşulu "halkın iradesi/isteği mi" yoksa halkın isteğiyle alakasız nedenler mi? Yönetici sınıflar içi yarışta, yönetici sınıfların kirli ve temiz işlerini yürütmek için yönetim kadrosu halkın sandığa gidip oy vermesiyle seçilmektedir. o seçilenler hangi ülkede kendilerinin ve ait oldukları güç yapısının iradesini ve çıkarını değil de, "halkın çıkarını ve iradesini" temsil etmektedir? Böyle bir ülke mutlak kölelik sistemlerinde ve serbest-kölelik sistemi olan kapitalist üretim tarzı içinde olamaz, yoktur. 21. Demokrasi şampiyonluğu yapanların ve onları destekleyenlerin sahtekarlığına/yalanına bir örnek: Demokrasi demek her insanın istediğini düşünmesi ve düşündüğünü bir başkasıyla konuşabilmesi ve düşündüğü ve biriyle bunu konuştuğu için "suçlanmaması" demektir. Buna "düşünce özgürlüğü ve "ifade özgürlüğü" denir. Bizdeki özgürlük nasıl pekiyi? Bizdeki, "egemen ortamın nitelemelerine aykırı düşünce düşünemezsin, söz söyleyemezsin ve birileriyle bunu konuşamazsın" özgürlüğü ve demokrasisidir. Bizdeki, "susarsan, demek ki karşısın ve korktuğun için sesini çıkartmıyorsun; zamanı geldiğinde senin hakkından geliriz" (bize işin düştüğünde işini bitiririz! veya biz üniversite rektörlük seçimini kazandığımızda, başınıza ne çoraplar öreriz ) özgürlüğü ve demokrasisidir. Bizdeki, "yansız/tarafsız olduğunu ifade edersen, yine bizden değilsin, bize karşısın; seni de bertaraf ederiz" özgürlüğü ve demokrasisidir. Hele bir de, bizim sevmediğimizi sevdiğinizi veya desteklediğinizi düşündüğünüzü veya konuştuğunuzu tespit edersek, halin dumandır. Bu tespiti de en son teknolojileri kullanarak seni dinleyerek yaparız ve ananı ağlatırız, ayağını denk al, ne düşüneceğine ve ne söyleyeceğine dikkat et. Bu tür bir yönetim yapısına demokrasi denmez, terör ve korku imparatorluğu denir. Yöneten güçlerin düşman olarak nitelediği kişiler hakkında insanları düşüncelerinden ve konuşmalarından dolayı suçlayan ve mahkum eden bir yönetim yapısı asla demokrasi olamaz. 22. Güneydoğuda, kürtleri temsil ettiğini iddia eden ve "demokrasi, özgürlük" gibi sloganlarla gelen partinin bir yetkilisi "eğer bu kentten yüzde atmış boykot oyu çıkmazsa, istifa ederim" gibi sözle kürt halkına şantaj yapıyor. Hem "halkın partisi" olduğunu iddia ediyorsun ve "demokrasi ve özgürlükten" bahsediyorsun, hem de senin dediğini ve istediğini yapmayanları şimdi "istifa ile" cezalandırıyorsun; bir de yöneten bir parti durumunda olsaydın, acaba ne yapardın? Demokrasi ve özgürlük şampiyonluğunu lafla yapmak kolay; ama Türkiye'deki partilerde yönetici seviyede olanların bazı sözlerinden bile "kendilerinin doğru gördükleri" dışında özgürlüğe izin vermeyecekleri kolayca görülmektedir."Ananı al git" diyen bir zihniyet ancak "kendisi için özgürlüğü ve "ötekiler" üzerine baskıyı getirir.
GAÇILIN
DİNAZOR PROFLAR!
- Bu da ne demek? - Katılımcı demokrasi yok demek; yardımcı doçentler eziliyor demek; yardımcı doçentler bir kenara itiliyor demek; yardımcı doçent "yardım eden ev kadını" veya "yardım eden ev erkeği" durumuna düşürülmüş demek; yardımcı doçent ezilen işçi sınıfı demek belki de. Kendi maaşlarının belirlenmesine bile en küçük bir etkide bulunamayan Proflar da yönetici sınıf demek herhalde.
BOL RESİMLİ AYRINTI İÇİN BURAYA TIKLAYIN
Sosyal medyası, özel
Avrupa'nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve medenileşmesine karşılık,
Türkiye
tam tersine gerilemiş ve düşüş vadisine yuvarlanadurmuştur. Artık vaziyeti
düzeltmek için, mutlaka Avrupa'dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa'nın
emellerine göre uygun yapmak, yürümek, bütün dersleri Avrupa'dan almak gibi bir
takım zihniyetler belirdi. Halbuki, hangi istiklal vardır ki ecnebilerin nasihatiyle, ecnebilerin planlarıyla yükseltilebilsin? Tarih böyle bir hadiseyi
kaydetmemiştir. (Mustafa Kemal , 6 Mart 1922).
Atatürk ve benzerleri küresel pazarın ve bu pazardan bol bol
nasiplenenlerin çıkarlarına aykırı düşüncelere
sahip oldukları için kesinlikle kötülenmeli, geçersiz sayılmalı, yaptıkları
elitist olarak nitelenerek değersizleştirilmeli, en sonunda da yeni nesillerin
bilişlerinin dışında bırakılmalıdır. Düşünün, karşılıklı bağımlılığın olduğu ve
kitlelerin demokrasi ve özgürlük için ayaklandığı yirmibirinci yüzyılda, Atatürk
veya birileri çıkıp "yabancıların planlarıyla gelişen bir ülke olamaz ve tarihte
olmamıştır" diyor ve insanlar da buna inanıyor. Bu tür sözler söyleyenlerin
anti-demokratik, çağ dışı, kötü ve elitist gibi karakterde kişiler olduğu,
halkın, dinin, imanın, demokrasinin ve özgürlüğün düşmanı olduğu yayılmalı ve
böylece bu tür kişilere itibar eden kimse kalmamalı, olmamalı. Türkiye'de bu çok yoğun bir
şekilde yapılıyor. kendilerini ilerici, solcu, insan ve hatta Marksist sananlar,
bu yaygınlaştırılan biliş yönetiminin parçası olmaktadırlar. Bir insanın
"Kurtuluş savaşı ile gelen devrimin "halktan çıkıp gelmediği, halkın iradesini
taşımadığı, üstten empoze edildiği, dolayısıyla anti-demokratik olduğu" gibi
kurnaz biliş yönetimine inanması için kurnaz tilkinin peşinde "dolgun ücret
vererek ye beni ye beni" diye koşan tilkinin aptal tavuğu olması
gerekir. Bu aptal tavuk, şunu bile düşünemiyor: tarihin hangi döneminde
halk denen kitleler kendileri için devrim yapıp kendileri için bir sistem
kurmuşlardır ki? Mısırda, Suriyede, Libyada ve benzeri ülkelerde halk
ayaklanmaları halk için halk tarafından yönetilen bir sistem mi getirecek?
kapitalizm özellikle ondokuzuncu yüzyılın ortalarından başlayarak, kitlelerin
demokrasi, insan hakları ve özgürlük taleplerini hunharca ve kanlı şekillerde
bastırmamış mı? Halkı demokrasiye ve özgürlüğe tehlike olarak niteleyip,
onları yönetimden uzak tutmamış mıdır? Kamusal alanda özgür ifade ve bunun
Internet gibi alanlarda gerçekleşmesini sanki katılımcı demokrasi varmış
uydurusuyla destekleyip yaymakta ve böylece halka soyut doyumlar vererek hala
demokratik süreçler dışında kalmasını sağlamamakta mıdır?
|