ARKADAŞLIK, SEVGİ VE EVLİLİK

irfan erdogan

(por Diana y Carmen)

Hatırlar mısın ilk okul, orta ve lisedeki arkadaşlarımızı? Sabahtan akşama kadar günümüz sevdiğimiz arkadaşımızla geçerdi hep. Sabah kalkar, bazen yemeden içmeden, annemizin arkamızdan bağırışına -kulak asmadan atardık kendimizi dışarı. Arkadaşımızı bulurduk hemen. Günümüz birlikte başlar ve birlikte biterdi. Sevgilerimizi, üzüntülerimizi, kuruntularımızı onunla paylaşırdık. Birlikte olmaktan, gülmekten ve eğlenmekten zevk alırdık. Birlikte çarşıya gider, parkda gezer, dedikodu eder, hatta bazen döğüşür, küser ve barışırdık. Küstüğümüzde tedirginlik ve mutsuzluk duyardık, ta ki barışıncaya kadar. Arkadaşımız bizim günümüzü gün eden dostumuz ve yoldaşımızdı. Kimseye laf ettirmezdik arkadaşımıza. Korurduk onu, savunurduk. Düşerse kaldırırdık. El ele, omuz omuza yürürdük. Başarısında en çok sevinen ve alkışlayan biz olurduk. Üzüntüleri bizim üzüntülerimiz, sevileri bizim sevilerimizdi. Üzülürdük arkadaşımız üzülünce, sevinirdik sevinince. Birbirimizin dert ortağıydık. Hayaller kurardık beraberce: Gideceğimiz yerler, yapmak istediğimiz şeyler, korkularımız, özlemlerimiz hakkında hayaller. Yarınları bile bu hayal dünyasında paylaşırdık arkadaşımızla. Hasta olduğumuzda başımızdan ayrılmayan, oyuncaklarını getirip yanıbaşımızda oynayan oydu. El ele tutuşurduk okul yolunda. Birlikte oynar, kol kola gezerdik. Mahallenin bakkalını veya manavını birlikte kızdırırdık ve kaçardık. Meyva hırsızlığı en heyecanlı anlarımızdan biriydi. Maymunluklar yapardık, şakalaşırdık, saçma sapan şeyler söyleyip katıla katıla gülerdik. İşte sevmek bu demek: arkadaşlık.

Ne yazık ki bu arkadaşlık anlayışı içine sevgililer, kardeşler, anne, baba, dede ve büyükanne çok nadiren sokulur. Kültürel pratikler buna engeldir. Baskı ve ezme temeline dayanan ilişki düzeninde aranan sevgi değil, saygı ve hürmettir. Saygı ve hürmet de büyüğün dediğinin geçerliliğinin kabulü ve ona boyunsunmadır. Veli-amcasının önünde, kazara bir büyüğe ismiyle hitap eden 13 yaşındaki kız çocuğu, amcası tarafından şiddetle azarlanır: "Sen o koca adamla askerlik mi yaptın? Saygısız!. Sende ne saygı ne de hürmet var. Bıraksam beni bile ismimle çağıracaksın! Kız çocuğu böylece sevgisiz saygıyı ve hürmeti öğrenir. Türk kültüründen, saygı ve hürmetten bahseden Veli gibiler kendi büyüklerine hürmet ve saygıyı ancak belli şartlarda gösterirler. Bu şartların başında gelen de o büyüğün ezenler mi yoksa ezemeyenler (veya ezmetyenler) mi gurubuna dahil olarak gördüğüdür. Veli bütün çocuklar gibi küçükken babasının ve agabeyisinin egemenliğine ve gaddarlığına boyunsunardı. Hürmet, sevgi ve saygıyı böyle öğrendi. Şimdi büyüdü. Babasına bile bağırabilir ve gerekirse döver. Bunun örnekleri çok. Şimdi büyüklerine, örneğin ağabeyisine, saygı ve hürmet ancak agabeyisini "ne ve nasıl olarak" gördüğüne bağlıdır. "Ne ve nasıl olarak gördüğü" ise ağabeyisinin "sosyo-ekonomik kimliğine" bağlıdır. Eğer agabeyisini "sosyo-ekonomik bakımdan başarılı" görürse, o zaman geleneksel hürmet ve saygı devam eder. Eğer ağabeyisini sosyo-ekonomik bakımdan başarılı görmezse, o zaman geleneksel kardeşlik, hürmet ve saygı ortadan kalkar. Hürmet ve saygıya gerek duymaz. Gerek duymaz, çünkü gerek duyduracak ana nedenler onun için ortadan kalkmıştır. Bu nedenler ortadan kalkınca, geleneksel saygı ve hürmet gerçek yüzünü gösterir. Gerçek yüz (1) ezilmişlerin kendilerine ve yakınlarına karşı olan öfke ve kini, ve (2) ezenlere karşı olan "saygı ve hürmet" denilen götyalamadır. Bu adi psikoloji o denli ileri gider ki bazen baba ogluna "bey" diye hitap eder. Bazen agabeyisi, annesi, babası, kız kardeşi kardeşinin adiliklerine göz yummak zorunda kalır. Aile yapısı nedeniyle, kardeşce sevgi ve arkadaşlık his ve ilişkileriyle büyümemiş kardeşlerin dışında, geleneksel sevgi, saygı ve hürmet gerçekte böyle adi ve baskıcı bir sevgi, saygı ve hürmettir. Bu tür sevgi, saygı ve hürmet kardeşler büyüyünce sosyo-ekonomik statüye göre ya kalır ya da değişikliğe uğrar. Bu kalıcılik ve değişiklik gercekte bu geleneğin çift-standartının bir ifadesidir. Yani bu gelenek çift-standart taşıyan bir gelenektir. Bu çift-standart'a örnek olarak Veli'nin yeğenine ve agabeyisine yaptığıni verebiliriz: Veli küçük yeğeninden saygı ve hürmet beklerken, aynı zamanda da doktor falan olmadığı (sosyo-ekonomik statü) için götünü yalamak ihtiyacı duymadığı ağabeyisine saygı ve hürmet gösterme ihtiyacını duymaz. Bırak saygı ve hürmet ihtiyacı duymamayı, ağabeyisi ona kazara hoşuna gitmeyen birşey söylese, davranışıyla ve sözleriyle büyük saygısızlık ve hürmetsizlik gösterisinde bulunur ve bundan da zevk duyar:

- Kardeşim, ah şu sigaraya bir bıraksan, çok iyi olur.

- Sana ne be, benim sigaramdan! Ahlayıp, pufluyorsun!

- Senin iyiliğin için söylüyorum.

- Sana ne! Sen söyleyince bir tane daha içiyorum!

Bu örnek çok basit fakat çok güzel bir örnek. Biz babamızın ve büyüklerimizin önünde sigara içmezdik, bize sigarayı bırak diyene de hakaret etmezdik. Normal insan etmez de. Bunun gibi iyi niyetli bir soze karsi kişinin öfkeyle cevap vermesi ve bağirması demek, saygısızlıktan çok, o kişinin psikolojik bunalımda olduğu ve kendini hakaret edecek kadar kendini küçültebilecek öfkeyle dolu oldugundandır. Bu öfkeden çoğunlükla zarar gören günlük ilişkide bulunduğu ve kıymetsiz olarak gördugu kişilerdir, yani karısı, çocxukları, annesi, zengin değilse babası ve kardesleri. Bu tür kişiler, örnegin tlefona bile cevap verirken, eğer "saygı duydukları" birinden telefon beklemiyorlarsa, cevapları karsidaki kisileriyi şöyle dusündürür: "Ama da kaba," "Bir sorunu olmalı," "Derdi ne acaba, hep böyle cevap veriyor?," "herzamanki gibi gene, kendine değer veren insanlara havlayarak cevap veriyor" gibi... Eğer telefon eden sosyo-ekonomik statüsü veya o anlık çıkarı nedeniyle saygı duyması gerektiğini hissettiği biriyse, o zaman havlamanın yerini hemen kibarlık alır. Telefon konuşmasını bitirirken de aynı psikoloji ve değerlendirme hakimdir. Değersiz bulduğu kişilerle konuşmasını normal bilinen telefon iletişimi kurallarına göre bitirmez, aksine karşısındakini ezecek veya üzecek bir biçimde bitirir. Eğer değerli gördüğü biriyse o zaman kibarlıktan asla çekinmez. Neden? Gerçek anlamda, psikolojik hastalık dişından, en az iki neden vardır: (1) Arkadaşlık duygusundan yoksunluk ve karşındaki kişiyi insan olduğuna bakarak değerlendirmemek, ve (2) geleneksel ilişkilerin getirdiği saygı-hürmet düzeninin sahtekarlığı, iki-yüzlülüğü ve çift standartlığı. Bu düzenin getirdigi ilişkilerdeki saygı ve hürmeti sahtedir, zorakidir, samimiyetten ve içtenlikten uzaktır. Gerçek hislerini içinde atan, kardeşçe sevgiyi taşımıyan, kendinden güçsüz gördükerine köpek gibi havlayan, kendinden güçlülere karşı kuyruk sallayan bir insan taslağı yaratır. Bu insan taslağı da duruma göre havlayarak veya göt yalayarak gelenekleri sürdürür. Ailedeki babalık, agabeyilik, kardeşlik kurumu böyle bir insanı yaratır. Buna istisna, yukarda da belirttiğim gibi, kardeşçe sevgi ve kardeşçe ilişkiyi kuran ve sürdüren ailelerdir, ki bu ailelere de çok az rastlarız. Kardeşler arasındaki içten ve samimi dayanışma ve sevgi ancak bu tür aile çocukları arasında kurulur. Geleneksel düzende, kardeşinden ihtiyacın olup bir kuruş alsan bin gün sözü edilir. Kardeşinin yanında kazara kalmak zorunda kalsan, senin varlığın belli bir müddet sonra kardeşin için başağrısı olur. Ordaki varlığın bile kardeşini öfkelendirir, Kısa zamanda sana düşmanca davranışlarda bulunmaya başlar. Bu kültürün verdiği psikolojiyle, sen gerekli bulursan boyunsunarsın, gerekli bulmazsan karşılık verirsin ve ilişkiyi kesersin. En çok küs ve dargınlıklar kimler arasında olur? En yakınlar ve özellikle kardeşler arasında. Bu düzenin psikolojisinde GERÇEKTE kardeşine muhtaç olmak kadar korkunç birşey yoktur. fakat zorunlu hissetme, dayanacak kimse bulamama kişiyi bu geleneğe sarılmaya iter. Eminim birçok kardeş girdikleri kardeş ilişkilerinde bunu hissetmişlerdir veya hissettirilmişlerdir. Sadece kendisi değil herkes ardından ve bazen de yüzüne karşı konuşur. Geleneksel ailede agabeylik kurumu sevgiyi değil sevgisizliği, saygı ve hürmeti değil saygısızlığı besler ve büyütür. Kardeşini kardeşi olarak sevmeyi, kıymet vermeyi, küçük veya büyük olmasına bakmayıp deger vermeyi ancak bu baskıcı ve iki-yüzlü kurumdan kurtularak ve kardeşini kardeş-insan olarak görmeyle elde edebiliriz. Agabeylik kurumu, geleneksel saygı ve hürmet gerçekte kardeşine öfkeyi, hakareti içinde saklayan, "bükemediğin eli saygıyla öp, bükebildiğinin avucuna sıç" anlayışını getiren ikiyüzlülüktür, sahtekarlıktır, saygısızlıktır. Bu sahtekarlığın getirdiği "kardeşe güven ve dayan" duygusuyla, bu düzen kardeşine dayanan asalaklar da yaratır. Bu asalaklık bir gün veya seneler sürsün farketmez, kişinin kendi problemlerine kısa zamanda çare bulmayı engelleyen bir asalaklıktır. Asalak, "işte sapı işte kapı" diyen kocasının adiliğine dayanan kadın gibi, kardeşinin ve çevrenin adiliklerine dayanır. Neden? Bu kültürün psikolojisinin verdiği asalaklık nedeni ortadan kalkıncaya kadar zorunlu olduğundan dolayıdır. Bu ne kadar sürer? Asalaklığın biçimine göre bir günden ömür boyuna kadar değişir. Peki bu asalaklık ilişkilere ne getirir? Öfke, hakaret, hakaretlere boyunsunma, sevgisizlik, kötü his ve duygular gibi rahatsız edici ve kardeşliği baltalayıcı şeyler. Fakat "dedikodulara" ve bazen kardeşinin şikayetlerine kulak asmadan kardeşiyle dayanışmada kardeşinin yardımının değerini bilen ve kardeşine ona göre iyi hislerle davranan kardeşler de çoktur. Bunu örnekleri kendi ailemizde olduğu gibi birçok aile de de vardır. Tam tersi örnekler gene kendi ailemizde olduğu gibi birçok ailede de vardır. iyi ornekler aman olsun ki insanlığın yaşadığını hissedelim! Veli ile yeğenine dönelim: Velinin yeğenini saygı ve hürmet için azarlaması ve bunun getirdiği en kötü bir neticeye değinelim. Çocuğa bu baskıcı ve samimi olmayan düşünü ve davranış tarzı benimsetildiği için, çocuk ona insanca davranan bir diğer kişiyi sadece değersiz olarak algılamakla kalmaz, ona kendine yapılanı yapar: Ezme ve hakaret. Bunu da en belirli şekilde küçük kardeşi üzerinde uygular. Çocuğun bu tür egemenlik arayışının neticesi, çocuk için baskıcı düzeni pekiştirme ve ezdiği ve hakaret ettiği kişi için de hayal kırıklığıyla yıkamadığı düzene geri dönüş olur. Arkadaşlık kavramı ve ilişkisi egemen aile kurumunda ağabeylik veya ablalık kavramları ve ilişkisi içine sokulmaz, dışarda donmaya bırakılır: Kardeşlikte arkadaşlık yoktur. Arkadaş olan kardeşlere çok nadir rastlarız. Çoğunlukla az rastlanan bu arkadaslık kız kardeşler arasındadır. Oğlan kardeşler, eğer araları iyi ise, geleneksel dayanışma ilişkisi içinde birbirlerine yardım ederler. Fakat arkadaşlık yoktur. Çoğunlukla yardım eden taraf, aynı zamanda şikayet eder. Olayın çevrede dedikodusu yapılır. Bu geleneksel dayanışmanın temeli gerçekte "ihtiyacı olduğu zaman birbirini kullanmadır."

Abilik ve ablalık anlayışı ve bu anlayışın getirdiği faşist ilişki biçimi baskıcı, anlayışsız, bencil ve gaddar bir kültürel uygulamadır. Bu uygulama sonucu kardeşler arası ilişkiler "ilişkiden kaçma, gözüne görünmeme, kırgınlık, kızgınlık ve korkuyla boyunsunma" olarak biçimlenir ve sürer. Bu durum kardeşlerin ilerdeki ilişkilerini de derinden etkiler. Küçük kardeşlerin kızgınlık ve korkularının yerini, duruma göre, genellikle ya geleneksel hürmet ve saygı ya da bu hürmet ve saygıyla karışık kin alır. Kardeşler ihtiyaçları olmadıkça birbirlerini pek aramazlar. İlişkiler bayramdan bayrama veya misafirlikten misafirliğe çerçevesi içinde sınırlanır. Kazara para ve iş ilişkisi içine girerlerse çoğu kez netice aile kırgınlığı ve kavgası olur. Genellikle kardeşler arasındaki ilişkiler geleneksel aile çekişmelerine dönüşür: Hırgür, kavgalar, çatışmalar, şikayetler, dedikodular, küsmeler, barışmalar, kardeşin kardeşi evden kovması, saç baş yolmalar, atışmalar sürer gider. Kardeşler arası yaklaşma çoğunlukla facialarda, ölümde ve hastalıkta olur. O zaman kardeşin kıymetli olduğu anlaşılır. Fakat tabi çok çabuk da unutulur. Büyüğün küçüğü ezdiği ve küçüğün de büyüdüğünde aynı yöntemi kullanarak karşılık verdiği bu kültür ortamında insanca davranış arayışı, varsa, bu arayış sürekli gırtlaklanır.

Arkadaşlarımız vardı. Şimdiki arkadaşlıklardan biraz farklı değil miydi? Şimdi en yakın arkadaşımıza bile hislerimizi açarken daha ölçülüyüz. Bu ölçü ancak çok çok yakın bir arkadaşımız varsa o zaman ortadan kalkar. Ne oldu o arkadaşlıklara? Yaşlanmak yozlaşmak mı demek? Neden "seviyorum" diye birisi için deli oluyoruz ve ardından arkadaşlıktan uzak ve sevgiden yoksun evlilikler kuruyoruz? Arkadaşlık sevgidir ve sevgi arkadaşlık. Beni sevdiğini söyleyen kişi sevdiği birşeyi, benim isteğime rağmen, kendi bencilliği veya bağnazlığı nedeniyle, benden ayrı yapıyorsa, beni katmıyorsa, paylaşmıyorsa benimle, paylaşmayı uygun bulmuyorsa, bu tür sevgi sakat bir sevgidir. Kırgınlıklara, çatışmalara ve mutsuzluklara yol açacak bir niteliğe sahiptir. En verimli ve sağlam sevgi ve evlilik arkadaşlığın benimsendiği, hakim olduğu sevgi ve evliliktir. Sevgi arkadaşlıkla gelir, arkadaşlıkla güçlenir ve büyür. Evlilik birbirini seven iki arkadaşın yaşamlarını ömür boyu birlikte sürdürmeleri kararıdır. Evlilik toplumsal bir kurumdur. Bu kurumu oluşturan temel ögeler iki kişidir: erkek ve kadın. Örgütün kendisi mutluluğun garantisi değildir. Aksine çoğu ülkelerde örgütü yasal olarak biçimlendiren kurallar çeşitli yönlerden baskıcı ve çağdışıdır. Bu çağdışı kurum mutsuz ilişkilerin devamını nutsuzluk içinde mutluluk aramaya zorlayarak sağlamaya çalışır. Evliliğin olması mutluluğun olduğu anlamına gelmez. Bunu kanıtlamaya bile gerek yok, çünkü hepimizin önünde sayısız örnekler var. Mutluluğu garantileyen, iki kişi arasındaki ilişkinin biçimidir. Eğer bu biçim iki kişi arasında arkadaşlığa dayanmıyorsa, temeli çürük bir evliliği gösterir. Arkadaşlık ille ki baştan kurulur diye bir kural yoktur. Ayrıca arkadaşlığın olduğu bir evlilikte arkadaşlığın devam edeceği de garantili değildir. Arkadaşlığı devam ettirenler, her gün kesintisiz ilişkide bulunan eşlerdir. Garantisi eşliği oluşturan kişilerin kendileridir. Arkadaşlığın olmadığı veya öldürüldüğü bir ilişki soyut, kuru, soğuk, cansız ve yüzeyde kalan bir ilişkidir, tabi düşmanca değilse. Arkadaşlığın olmadığı evlilik ise daha da kötüdür, çünkü bu evlilik kurumu toplumsal baskı metodlarının ağırlığı altında inler. Arkadaşlığın olmadığı evlilik, eğer boşanmaya gitmiyorsa, esaret ilişkilerinin kabul edildiği bir evlilik biçimidir: Köle köleliğini, efendi de efendiliğini bilir ve egemenlik ilişkisinde iki tarafta ilişkinin biçiminden memnundur: Erkeğin üstünlüğü kabul edilir, kadın erkeği takip eder, erkek liderdir, erkeğin dövmeye hakkı vardır ve kadın hakkettiğinde dövülür. Başkaldıran kadına iyi gözle bakılmaz. Başkaldıran kadın ezildiğinden daha fazla ezilmeyle yüzyüze gelmeyi göze almalıdır.

Ankara'da Kızılay'ın arka sokaklarını düşünün: Birahaneler, eğlence yerleri ve lokantalarla dolu. Yakın veya sıradan arkadaşlar oturup içer, eğlenir, yemek yer, sohbet ederler. Bu erkek dolu yerlerde çok nadiren kadın bulursun. Çünkü kadınlar evlerindedir. Kadınlar böyle yerlere getirilmez. Yakışmaz kadınlara bu yerler. Arkadaşlığı sadece erkekle erkek, kızla kız ve kadınla kadın arasında olan bir ilişki olarak tanımlayan toplumlarda ortaya çıkan bir durumdur bu. Çoğu kez kızlar evlendikten sonra bekar kız arkadaşlarıyla yakın ilişkilerini keserler. Erkekler de bekar arkadaşlarını nadiren evlerine davet ederler. Erkekler bekar erkek arkadaşlarıyla ilişkilerini dışarda (örneğin kahvede, birahanede, meyhanede, maçta) sürdürürler. Arkadaşlığın kadınla kadın ve erkekle erkek arasında olması anlayışının en kötü ve olumsuz neticelerinden biri de, arkadaşlığın aşkta, sevgide ve evlilikte yer almaması, bu tür arkadaşlığın eşler arasında olmaması, kurulmaması ve kurulmasının bile akıldan geçmemesidir. Örneğin kaç kişi eşini arkadaşı olarak tanımlar, görür ve arkadaşlık hisleriyle ilişkisini düzenler? Çok fazla olduğunu sanmıyorum. Eşiyle huzursuz ilişkiler içinde olan bir tanıdığım, eşine "arkadaşlık olmayan evlilik çökmeye mahkumdur" dediğinde, şöyle bir karşılık aldı: Ne arkadaşlığından bahsediyorsun? Biz evliyiz, evli!

Tekrar edeyim, sevginin ve evliliğin varolma ve sürmesinin ilk koşulu arkadaşlıktır. Arkadaşlık olmadan ne sağlıklı bir sevgi ne de insanca bir evlilik olur. Arkadaşlıkla değil de fiziksel cazibeyle başlayan aşk eğer arkadaşlık hislerini ortaya çıkarıp kurmaz ve güçlendirmezse, bu cazibenin kaldığı sürece kalır ki bu kalıcılık da uzun değildir. Fiziksel cazibenin üzerine kurulan aşk tek bir direk üzerine oturtulmuş bir ev gibidir. En ufak bir rüzgarda paat diye devrilir gider. Evlilik kurumunun en büyük gaddarlığı getirdiği görev ve sorumluluklar ve bağnazlıklarla eşler arasında arkadaşlığın ve dostluğun, varsa gelişmesini, yoksa filizlenmesini engellemesidir. Annenin babana (veya babanın annene) "herşeyden önce biz arkadaşız, dostuz" dediğini düşün. Sana bile epey gülünç gelir. Baban "herhalde bu karı uçurttu" diye endişelenir bunu duyunca. Hele babanın annene "arkadaşım" demesini düşünebiliyor musun? Bu sadece eski kuşağa ait bir durum değildir. Dünyanın hemen her yerinde bazı istisnalar dışında evlilik kurumunun genel karakteridir. Çoğunun dili bile dönmez eşine "arkadaşım veya dostum" demeye. Yer: Amerika. Beş yıldır evliler. Evlilikleri ta başından beri başağrılarıyla dolu. Adam eşine aralarındaki en büyük problemlerden birinin arkadaşlık ve dostluk hissinin yokluğu olduğunu söylüyor. Adam üzgün. Kadın kızgın cevap veriyor:

- Arkadaşlık? Dostluk? Ne demek istiyorsun sen? Geriye mi gidelim yani? Evliyiz biz, evli! Arkadaş değil, karı kocayız.

Bu sözle, kadın kocasının sorumsuzluğundan yakınıyor: Sen nasıl evliliği arkadaşlık olarak tanımlayabilirsin? Tanımlayamazsın. Bu tanımlama egemen evlilik ideolojisine aykırıdır. Burada, evlilik ideolojisi kocaya titreyip kendisine gelmesini, evliliği kendi çıkarına göre yeniden tanımlamaya çalışmayı bırakmasını ve evliliğin görev ve sorumluluklarına uymasını söylüyor.

Evlilik kurumunun bu engelleyici karakteri nedeniyle, evlilikte arkadaşlık ve dostluğun eşler arasında devamı ve büyümesi ancak eşlerin ortak çabalarıyla olur. Bunu evlilik kurumunun kendinden ummak, tilkiyi tavuk kümesine koyup tavuklarla iyi geçinmesini beklemek gibi birşeydir: Evlilik arkadaşlık ve dostluğu bulduğu yerde yer. Bu nedenle sevgiyi ve evliliği önce arkadaşlık ve dostluk olarak görenler, evliliği arkadaşlık ve dostluğu yaşatacak şekilde aralarında yeniden tanımlamak zorundadırlar.

Ruhi Hatçe ile tanıştıklarında, Hatçe'yi seveceğini aklından bile geçirmemişti. Hatçe de öyle. Tesadüfen tanışmışlardı. Zaman zaman ordan burdan konuşuyorlardı. Birbirlerini görmekten ve konuşmaktan zevk almaya başladılar. Bazen işten sonra saatlerce konuşuyorlardı. Sonra öğle yemeğine birlikte çıkmaya başladılar. Ardından Ruhi Hatçe'yi eve arabasıyla götürür oldu. Aralarında beklenmedik bir arkadaşlık doğmuştu. Birbirlerine geçmişlerini, sevdikleri ve sevmediklerini, arzularını, üzüntü ve mutluluklarını anlatıyorlardı. Akşamları işten sonra hemen eve gitme yerine parka gidip el ele dolaşmaya başladılar. İlk el tutuşmaya çalışmaları epey gülünçtü: Nasıl tutacaklarını bile bilemediler. Elleri buluştu ve acemice tutuştu ve hemen bıraktılar. Sonra Ruhi Hatçe'yi sevdiğini anladı. Hatçe de kendine n'olduğunu anlayamıyordu. Ruhi'yle olmak büyük zevk ve doyum veriyordu ona. Ruhi'yi görmediği gün varlığını hemen özlüyordu. Bir bakıma bu onu tedirgin ediyordu. Çünkü bağlanmaktan korkuyordu. Önce Ruhi açtı hislerini, sonra Hatçe. Ruhi şiiri severdi ve birkaç şiir yazdı Hatçe'ye. Hatçe çok sevdi şiirleri. Hep çantasında taşımaya başladı. Bu şiirlerden biri Ruhi'nin sevgi anlayışını ve sevgiden beklentisini dile getiriyordu. Bence bu şiir arkadaşlık, sevgi ve evlilik arasındaki ilişkiyi ve bu ilişkinin nasıl olması gerektiğini çok iyi özetliyor: (not: bana dostluk kavramı farklı bir ilişkiyi anlattığı için, dostluk kavramını kullanmadım. 2005de  hala da yadırgıyorum. Ayrıca nedense herkes  kendinde olmayan ve özledikleri şeyleri arar. Ve yakaladım sandığında yakalanır!)

Herşeyden Önce

Herşeyden önce biz
en yakın arkadaşız sevgilim
Günümüzün birlikte başlayıp
birlikte bitmesini isteriz
Ayrıldığımız an
hemen birbirimizi özleriz
Kalbimizi açarız
isteyerek
paylaşırız üzüntü
sevgi ve arzularımızı
Birlikte gülüp
 birlikte eğlenmeyi severiz
Gevezelik eder
şakalaşıp güleriz
Özlemle arayıp bulur
birbirini ellerimiz
Tatlı bir sözle
şevkatli bir dokunuş
küçük bir öpüşle
perçinleriz sevgimizi
İncitmek aklımızdan bile geçmez
kırmak birbirimizi
  hele kötü bir söz
                        asla
Üzülürüz üzersek istemeden
özür dileriz
sarılır öperiz
affeder
affediliriz
Sınırsız hoşgörümüz
birbirimize karşı
Kıskançlık elbette var sevgilim
tut elimi daha sıkı
o zaman
daha da yakınlaş
sarıl bana
Herşeyden önce biz
 en yakın arkadaşız sevgilim.

Seversin ve evlenirsin. Bu kadar basit. Sevdiğin için gerisi kolay görünür. Gerçek pek de öyle değildir. Evlenmenin çeşitli nedenleri vardır ve evlilikle gelen sorunların da. Görücü usulüyle olan evlilikte sevgi, aşk genellikle son plandadır, sonraya bırakılır. Evlilik oğlan ve kız ailesi arasında bir çeşit alışveriştir. Ya da belli gelenekleri ve çıkarları korumadır. Bir diğer çeşit evlilik nedeni de kızın erkeği sevme yerine, onu "iyi birisi olduğu," "iyi aileden olduğu" veya "zengin olduğu" için evlenmesidir. Kız kendini bu şekilde hazırladığı ve evliliğini bu şekilde tanımladığı için kendince bir mutluluk çerçevesi çizer ve hayatını buna göre düzenler. Fakat bu tür mutluluk çerçevesinin de mutluluk getireceği kesin değildir. Paralı bir koca arayanlar, çoğu kez yanlış dala basanlardır: Para mal-alış gücüne sahiptir. Kadın da mal olarak nitelendiği için kadını da satın alır. Bazı kızların hayalinde hep zengin koca yatması bu durumu kolaylaştırır. Paranın mal-alış gücü, kişiye tüketim mallarını elde etmesi olanağı vererek rahatlık sağlar. Zengin koca aramada, kadın ava çıkıp da avlanandır: Erkek için kadın, bu rahatlık içinde bir yer tutan diğer mallardan biridir. Diğer mallardan farkı? Erkek kadından hizmet ederek kendisini rahat ettirmesini bekler. Kadın herkes gibi normal olarak rahatlık arar. Rahatlıkta mutluluk bulacağına inanır. Eğer mutluluğu lüks içinde yaşamak olarak tarif edersen, o zaman para mutluluk getirir. Eğer mutluluğu tüketim mallarına sahiplik olarak değil de, ev düzenindeki ilişkilerdeki nitelikte arıyorsan, o zaman rahatlık mutluluğu belirlemez, mutluluğu getirmez. Mutluluğu getiren eşler arasındaki ilişkilerin niteliğidir. Mutluluk, örneğin bir müzik çaldığında hislenirsen, bu hisle soyut hayallerle başbaşa sevgisizliği yaşama yerine, sevgiline sarılma arzusu duymandır. Yani hislenince bunun ifadesini sevgilinde bulmak, bu hissini sevgilinle paylaşmak, onu kollarıma alıp dansetmek veya sarılıp öpmek arzusu duymaktır. Aksi taktirde, yüzbin dolarlık bir müzik setin olabilir, bu yüzbin dolarlık setinden en güzel ve hisli müzikleri dinleyebilirsin. Hatta bu müziği özel yatında dinliyor olabilirsin. Müzikler büyük zevk ve derin hisler verebilir. İçin buruk buruk olur. İçlenirsin. Var oluşu hissedersin. Var olmak. Hayallerle var olmak. Veya birkaç orospuyla. Fakat orospular o müzikteki özlenen sevgi ve arayışı asla temsil edemezler. Hislerinle sevgisizlik içinde yapayalnız hissedersin kendini. Belki de karın (veya kocan) vardır iki adım ötede. Eğer eşin de o hislenişte aklına gelen kişi olmazsa, fiziksel bakımdan iki adım ötende, fakat hissel bakımdan milyonlarca mil uzaktaysa, gene kendi varlığınla başbaşasın. Peki, mutluluğun? Yüzbin dolarlık müziğinle sevgisizlik içindeki yatındaki rahatlığından öte gidemez.

Aşık olunduğu zaman evlilikle büyüyecek olan birçok şeye göz yumulur, görmemezlikten gelinir ve birçok şey daha suyun altındadır. Her iki taraf da evlenmeye sevgiyle, hiçbir psikolojik baskı altında olmaksızın karar verirler. Çünkü birbirlerini yeterince sevmektedirler, birlikte mutlu olacaklarına ve birbirini mutlu edeceklerine inanırlar. Fakat birbirlerini mutlu etmek için sürekli çabanın gerekliliğini açıkça birbirlerine ifade edip nadiren tartışırlar. Bunun kendiliğinden olacağını sanırlar. Çoğu kez evlilikte karşılaşacakları birçok şey çok nadiren önceden tartışılır. Evlilikle gelen bu şeyler, evliliği aşka ya dost veya düşman yapar. Epey üzerinde durduk, fakat bunları yeniden özetlemekte fayda var:

........

Bütün bunlar egemen evlilik kurumunun yoksun olduğu özelliklerdir, çünkü bu kurum arkadaşlığın ve dostluğun ve giderek aşkın düşmanıdır. Evlilik dışı yaşam beraberliğini egemen kültür ve toplum çeşitli yollarla engellediği için, birbirini sevenler bu düşman kurumu yaşamlarını birleştirmek için seçmek zorundadırlar. Bu düşman kurum gücünü senin kafanda yerleştirdiği yobazlıklardan alır. Bu gücü aynı zamanda onun en büyük zayıflığıdır, çünkü bu yobazlıkları ve bağnazlıkları kendi elinle kafandan söküp atmana engel olamaz. Yani bu düşman kurumu kendi sevgi ve evlilik anlayışınız yönünde kendiniz için yeniden düzenleyebilirsiniz. Bu da sürekli kişisel çabayı gerektirir. Çabanın sürekli olması da bu çabanın gerekliliğine inanan bir sevgi anlayışının olmasına bağlıdır.

.............

Fakat ezilmişin ve tutsağın psikolojisi öyle değil ki: Bağlanmak ve çile çekmek! Neyse, burada demek istediğim, evlilik kurumu aşkı öldürdükten sonra, evlilik oturmaz ve fırtınalı bir yaşam getirir, ve bu da boşanmayla neticelenirse, evliliğin ölümüyle bazen evlilikte ortadan kalkan arkadaşlık ve insanca sevgi geri gelir. Bu da bazen bazı kişilerin yeniden evlenmesine neden olur