BİRİNİ SEVGİ OBJESİ OLARAK SEVME

irfan erdogan

Sevmek ve sevilmek herkesin arzusudur. Fakat neden gerçek anlamda birbirini seven kişilere çok nadir rastlıyoruz? Neden çoğu kez büyük umudlar umutsuzluğa, anlayışlılık anlayışsızlığa ve hoşnutluk hoşnutsuzluğa dönüşüyor? Neden gülen yüzler ve tatlı sözler silinip gidiyor? Neden konuşmaların yerini tartışmalar, hırçınlıklar ve kavgalar alıyor? Neden aranan eller itiliyor? Sayısız nedenler birkaç ana faktör etrafında toplanır: Beklenti ve arzuların karşılanmamasıyla ortaya çıkan psikolojik tatminsizlik; Bundan kaynaklanan hayal kırıklığı; Sonraki davranışların bu hayal kırıklığını ortadan kaldırma yerine desteklemesi; Hayal kırıklığının kırgınlığa, küskünlüğe ve ardından kızgınlığa yol açması; Kızgınlıkların anlayışlılığı ortadan kaldırıp karşısındakini tahrik etmek ve çileden çıkarmak için yapılan davranışları ortaya çıkarması; Neticede karşılıklı konuşma, dinleme ve cevap verme yerine tek taraflı tahriklerin, şikayetlerin, hücumların, suçlamaların başlaması ve artması. Böylece, karşılanmayan beklentiler ve hayal kırıklıkları ortaya çıktığında, eğer bunlar aile huzursuzlukları başlatmayacak, hoşnutsuzluk yaratmayacak ve hayal kırıklığını desteklemeyecek bir şekilde, karşılıklı anlayış içinde çözümlenmezse, yıkıcı birikime neden olur.

Sevginin olduğu yerde ne anlayış, ne paylaşma, ne de hoşgörü noksanlığı vardır. Eğer hoşgörü, anlayış, affetme ve hislere saygı yoksa sevgi de yoktur. Bu durumda karşı taraf sevdiğinden ve sevgiden bahsediyorsa, bu sevgi sevgiden uzak çarpık bir sevgidir: Bu tür sevgi ortak mutluluğa yönelik, diğerine olan bir sevgi değildir. Aksine kişinin kendine yönelik, kendi için olan sevgisidir. Bu sevgide kişi kendi arzularını tatmin etmek için nesneler kullanır: Bu nesneler sevdiği şeylerdir. Bu sevdiği şeylerden biri de seks objesidir (kadın veya erkek). Bu sevdiği nesneleri kullanarak kendisini tatmin etmeyi arar. Nesnenin önemi ve nesneye olan ilginin derecesi, kendini tatmin ettiği ölçüdedir. Kişinin arzularının doğrultusunda davranmayan bir nesne kıymetini kaybeder, düzeltilmeye, yola getirilmeye çalışılır. Bu nesne eğer bir diğer insan ise (örneğin seni seviyorum dediği eşiyse veya sevgilisiyse) bu çarpık sevgi ya köleliğe dönüşerek çözümlenir, ya da çatışmalar sonucu sevgisizliğin ortaya çıkmasıyla sonuçlanır. Bu tür sevgiye sevgi bile demek doğru değildir: Bu, bencilliğin kendini sevgi olarak yeniden tanımlamasından başka birşey değildir. Bu tür bencil-sevgi saygısızlığıyla, anlayışsızlığıyla, hoşgörüsüzlüğüyle, inatçılığıyla, kızgınlığıyla, kayıtsızlığıyla ve kendine dönüklüğüyle sevgiyi öldüren bir hastalıktır.

Bir kişiyi obje olarak sevme en azından iki biçim gösterir. Bu biçimler birbirinin içinde ve birbiriyle beraber, veya ayrı ayrı olarak kendini sunabilir. Birinci biçim çoğunlukla kişinin başkasını kendisi için sevmesiyle ilişkilidir. Bu tür sevgide sevilen kişinin varlığı ve kıymeti sevenin veya daha doğru bir terimle sahip olanın, ihtiyaçlarını karşılama derecesiyle ölçülür. Kocasının bir dediğini iki yapmayan, her dediğini yerine getiren, kocasına kılınan, tapınan, hiçbir hoşnutsuzluk, huzursuzluk, nankörlük göstermeyen kadın en kıymetli kadındır. Bu tür ilişkide kadın kocasının ihtiyaçlarını gideren bir fonksiyonla yüklüdür. Kadının varlığının ve kıymetinin nedeni kocasının varlığı ve isteğidir. Kadın çocuk doğurmak, büyütmek, ev işlerini görmek ve kocasını memnun etmek için yaratılmıştır. Kadın kocasına karşı isyankar olamaz. Bu tür ilişkide kocanın karısına olan sevgisi, efendinin kölesine olan sevgisinden pek farklı değildir. Kadının kocasına olan sevgisi ise kölenin efendisine olan minnettarlığı ve saygısı gibidir. İlişki tek yönlü bir ilişkidir. Görevler ve sorumluluklar önceden tayin edilmiştir. Örneğin, ev işi erkekliğe sığmaz, kadının görevidir. Yemek yapmak, çocuklara bakmak da öyle. Kadın ve erkek sokakda el falan tutuşmaz. Sokakta öpüşmek mi? Fe sübhanallah! asla yakışmaz. El tutuşma sadece ayıp ve abes olduğundan değil, aynı zamanda el tutuşma paylaşma ve eşitlik ima edebilir ve bu da erkeklik değildir. Kadın ise bunu çocuksu ve tedirgin edici bulabilir. Bu tür geleneksel anlayışta kişiler kendi rolleri içine o tür kalıplaştırılmışlardır ki, düşüncelerinde bu tür çerçeve dışında herhangibir sevgi gösterisini yadırgarlar ve oldukça rahatsız edici bulurlar. Bu sadece kadın ve erkek arasında değil, çoğu aile içi ilişkilerde de böyledir:

Ali o gün epey mutluydu. Sevgilisi ona epey sevgi göstermişti. Gezip dolaşmış ve iyi vakit geçirmişlerdi. Eve geldiğinde annesi kapıyı açtı. Ali annesine "nasılsın, gününü nasıl geçirdin?" diye sordu. Kardeşi de ordaydı. Birkaç şaka yapıldı. Ali "canım annem, gel bakıyım" diye sarıldı. Gerçi ihtiyar kadın bundan çok mutluluk duymuştu, fakat alışmadığı birşeydi. Ne diyeceğini bilemedi ve gülerek: "N'oldu oğlum, içtin mi, sarhoş musun? dedi. Oğlu içmezdi ki sarhoş olsun. Annenin yetişim tarzı katı geleneksel Orta Anadolu kültürüydü. Büyümüş çocuklar ( Ali çocuk değil koca adamdı) böyle bir sevgi gösterisi yapamazdı. Böylesini ancak kızlar ve küçük çocuklar yapardı. Herhalde bir de çocuklaşan sarhoşlar. Bu tür kültürde kadının oturduğu ve kalktığı yer bellidir. Yaptığı şeyler de. Kadın, kocası, büyükler ve başka erkekler önünde ancak ona konuşulursa konuşabilir. Erkekle kadının sohbeti yadırganır. Kadın hep ölçülü olmak zorundadır.

İkinci çeşit sevme karşıdakini sade bir eşya görme yerine putlaştırmadır. Putlaştırmada, Hıristiyanlıkta Hz. Isa'nın ve saint'leri temsil eden büstler yapılır. Bunlar kilisede ve evlerde hürmet edilecek bir yere yerleştirilir. Evde genellikle Haç işaretinin altında yüksek bir yere konur. Dua etme arzusu duyulduğunda bu putun önünde diz çökülüp dua edilir. Put evin en kıymetli eşyası olarak evin en kıymetli köşesini kaplar. Ne zaman ona ihtiyaç duyulursa, o zaman ona başvurulur: Hastalıkta, ayrılıkta, üzüntüde, huzursuzlukta, suçluluk hissedildiğinde ve yardıma ihtiyaç duyulduğunda. Bu tür sevgi en aşırı şekliyle platonik aşktır: "Sana tapıyorum, sensiz altıma yapıyorum" diye inleyen türkü ve şarkılarda ifade edildiği gibi. Müziklerimizin çoğunda bahsedilen kadın, uğruna ağlanan, sızlanan, gözyaşı dökülen, özlenen, sitem edilen, kahredilen ve yalvarılan kadın bu putlaştırılmış kadındır. Bu kadın gerçeklerden ve kendinden kaçmaya çalışan erkeğin hayalindeki hayal kadındır. Bu kadın aranıp da bulunamayan, var sayılıp da olmayandır. Burjuva gerçekçiliği romantik çağların bu tür sevgisini yavaş yavaş silip süpürmektedir. Bu tür sevgiye genellikle ilk aşkta, ilk göz ağrısında rastlayabiliriz. Hayaldeki hayal kadın (ve erkek) bu sevgilide somutlaşır. Şahane bir histir:

"Açılır gonca gül yar

Seni sevse bülbül yar

Seni Mecnun görseydi

Düşüp ölmez miydi yar"

"Kaşların, gözlerin, sözlerin ne güzel"

Saniyelerin bile sevgilini düşünmekle geçer. Görmek ve buluşmak için can atarsın. Elini tutarsın sevgiyle, bağrına basarsın. Birkaç saat sonra da eften püften birşey için tartışmaya başlarsın. Küsersin, sitem edersin, ağlarsın, ve sarılırsın tekrar. Şahane bir histir, örneğin, nikotinin pis tadının ve kokusunun bile farkında olmazsın. Bu platonik aşk sevgililer arasında gerçek ilişkiler başlar başlamaz iğne batmış balon gibi söner gider. Putlaştırmada, onun yerini eşyalaştırılmış put alır. Sevilen, tapılan kadın, eğer hala tapılıyorsa, Hırıstiyan evlerindeki putların gördüğü göreve paralel bir görev yapar: Erkek ona bakar, süsler püsler, donatır, istediği ve arzuladığı zaman koyduğu yerden aşağı indirir, tapar ve yerine geri kor. Put orada unutulur, ta ki erkek tekrar tapma ihtiyacını duyuncaya kadar. Tapılanın kendisi gibi ihtiyaçları ve istekleri olduğu gerçeği gözaltı edilir. Kadın kutsaldır, kutsallığını zedeleyecek bir davranışta bulunursa yere çalınıp kırılır. Kutsallığını da kendi kazanmamıştır, erkek tarafından atfedilmiştir. Kutsallığın nedeni kadın değil, fakat erkeğin kadını o şekilde tanımlamasıdır. Bu kutsallık oyununda, kadın yaşanan gerçeklerden soyutlanır ve kötülüklerden arınır. Kadın kadın olmaktan çıkar. Kadınların bu tür yeniden-tanımlanması kadınlar için bir diğer esir edici unsurdur. Bu tutsakça putlaştırma genellikle erkek ve kadın ilişkilerinde çeşitli ölçülerde vardır. Bu ölçü eşine tapmaya kadar gider. Bu putlaştırmada çok önemli bir yan daha var: Neden erkek, örneğin evlenmeden önce tanıdığı veya beraber olduğu birkaç kız arasından "vermeyeni" karısı olarak seçer? Cevat örneğini verelim. Cevat genç ve yakışıklı. İki kız bunu seviyor. Cevat ikisiyle de çıkıyor. Kızların ikisi de güzel. Biri Cevat'a daha boyunsunucu davranıyor ve Cevat'ın seks arzularının büyük bir kısmını yerine getiriyor. Fikriye ise o kadar değil. Ayrıca Fikriye'nin tutumu nedeniyle Cevat Fikriye'yi o kadar da zorlamıyor. Bir gün öbür kız Cevat'a eğer onunla evlenmeyi düşünüyorsa onunla devam edeceğini söylüyor. Soruyor gerçekte. Cevat ise kıza onunla seks için çıktığını ve Fikriye ile ciddi olduğunu söylüyor. Nasıl cesaret ediyor? Böyle kıza böyle davranılır. Cevat Fikriye ile evleniyor. Cevat neden Fikriye ile "ciddi" çıkıyordu? Onu böyle hissettiren ne? Buna en önde gelen neden yukarda açıkladığım gibi Cevat'ın kafasındaki temiz, putlaştırılmış evlenilecek kadın tipidir. Bu kadın da kızken "kolay kolay vermeyen, ancak iş ciddiye bindiğinde törelerin icabına göre veren" kadındır. Hatta iş ciddiye bindiğinde, nişanlılıkları sırasında veren kızın da kıymeti bu tür anlayıştaki erkeğin gözünde düşer. Öbür kadınla evlenmeye gerek yok, çünkü zaten elde edilmiştir veya elde edilmeye hazırdır. "Kolay" biridir. Cevat bu kadını evlenmek için putlaştıramaz, ancak Fikriye gibilerini putlaştırabilir. Peki Fikriye'ye ne olur evlendikten sonra? Arzu edildiğinde yapılarak tapılan bir putlaştırılmış eşya haline dönüşür. Evdeki tabağı ve çanağı sikemediği için, erkeğin gözünde kadın tabak ve çanaktan daha kıymetli bir mal olarak yer alır. Eğer Fikriye bu rolünü benimserse, yani istendiğinde kullanılıp ve kullanıldıktan sonra bir köşede unutulmayı normal görürse, o zaman evlilikleri çoğunlukla uyum içinde sürer gider. Fakat Fikriye "verdikten sonra" Cevattaki değişmeyi ve davranışlarını ve seksüel yaklaşım tarzını tek taraflı bulur ve bayrak kaldırırsa durum değişir. Mücadele başlar. Bu mücadele günlük ilişkilerinde ortak olarak benimsenen bir düzen kurulmasıyla sonuçlanmazsa, benlik çatışmalarıyla sürdüğü kadar sürer. Fikriye fazla sürdüremedi ve dayanamayıp terketmeyi seçti. Eşi de bunun nedeni olarak önce onu ve sonra başkasını suçladı. Put putluğunu kabul etmeyip gitmişti. Büyük çoğunlukla egemen kültürün ideolojisini taşıyan erkekler "ciddi" olarak ilan etmedikleri bir kızla yatarlarsa, yani böyle bir kız onlara "verirse," erkekler o kızlarla evlenmezler. Evlenirlerse ancak baskı altında, korku bokuna veya ciddi olarak ilan ettiklerinden evlenir.

Asım Kurtuluş'a deli gibi aşıktı. İkiside daha 16 yaşında bile değildi. Yıl daha 1960ların başı. Kurtuluş ne zayıf ne de şişman: doluca, beyaz tenli, kapkara gözlü ve kara saçlı bir kızcağızdı. Bir gün Kurtuluş hasta oldu, hemen hastahaneye götürdüler. Ruhi de Kurtuluş'tan hoşlanıyordu. Asım'ın da nasıl deli divane olduğunu biliyordu. Asım Kurtuluş'un hastahaneye götürüldüğünü duyunca epey telaşlandı. Aklı yerinden oynadı. Ne olduğunu bilmek istiyordu. Ruhi'nin çeşmenin yanındaki küçük kayada oturduğunu gördü. Koştu oraya ve sordu. Ruhi güldü. Önce, önemsiz dedi. Asım israr etti:

- Olsun. Söyle nesi varmış?

Ruhi söylemek istemiyordu, çünkü kıza ne olduğunu düşündükçe içine birşeyler oluyordu. Fakat Asım'ın ısrarları karşısında söylemek zorunda kaldı. Donuk bir sesle:

- Kabız olmuş, kabız! Sıçamıyormuş.

Asım'ın gözünün önüne sevgilisinin kakasını yapmaya çalıştığı, fakat yapamadığı geldi birdenbire. Midesi bulandı, öğürdü, kusacaktı az daha. Eve koştu kendini yatağın üzerine zor attı. Ağlıyordu. İçi bulanıyordu. Anlayamadığı bir çeşit tiksinti vardı içinde. Asım ertesi gün Kurtuluş'u gördü. Sevmiyordu artık kızı. Deli divanelik birden bire yok olmuştu. Kızın kabız olması bütün sihiri bozmuştu. Yemez, içmez ve sıçmaz sevgili hayali buhar olmuş uçmuştu. Belki de bazılarının karanlıkta sevişmelerinin bir nedeni de, "çirkin gerçeği" görüp sihrin bozulmasını önleme çabasının bir neticesidir. Benzeri bir örnek daha verelim:

Necip eşiyle oturmuş televizyon seyrediyordu. Necip ansızın çanağını şöyle yana doğru çevirip uzunca bir havan topu yolladı. Sonra, gümbürtüye şaşkınlıkla gözleri faltaşı gibi açılmış Kıraz'a dönüp, sanki büyük bir marifet yapmış gibi sırıttı. Kiraz yüzünü buruşturarak:

- Ayıp, herif ayıp.

- Ben erkeğim, ne ayıp olacak.

- Ama ben yapsam küplere binersin.

- Kadınsın sen. Kadınlar naziktir, incedir, narindir, böyle şeyler yapmazlar.

Bu tür idealizmin gerçekle karşılaştığında uğradığı hayal kırıklığı ve deprasyonun bir neticesi de sadece kadını artık kendisi gibi kaba ve bayağı olarak görmek değil, aynı zamanda soğuma, kızgınlık, aşağılama, intikam hissi gibi hislere de neden olabilir. Idealleri ansızın kaybolanların ne yapacağı kestirilemez. Belki de bu nedenle bizim müziğimizde büyük çoğunlukla kadın tapınacak bir nesne olarak idealleştirilirken, gerçek hayatta erkek kültürünün bağnazlığı altında inim inim inleyerek hayat sürer. İnlemese bile, erkeğin baskısı ve baskı arayışı hep ordadır. Eşine o müziklerde söylenen, özlenen ve ifade edilene uygun bir şekilde davranan kaç kişi var acaba? Birahanede, dolmuşta, arabasında, arkadaşlarıyla beraberlikte sevda türküleri ve şarkıları dinleyip hislenen erkekler, eve gidip eşlerini karşılarında gördükleri zaman, neden birden "sevgilim, canım ciğerim, sensiz olamam, özlüyorum seni, bir an ayrılsan yanımdan deli olurum, sensiz yaşayamam, güzel gözlerine bakmaya doyamam, bir bakışınla kül oluyorum" nakaratlarının yerine bitmiş plak gibi cazırtıya başlıyorlar? Gerçeklerle özlemlerin uyuşmazlığından mı? Özlemlerin gerçekler tarafından çöpe atılmasından mı? Gerçeklerden kaçışı soyut-sanatta (=müzik, sinema gibi) aradıktan sonra, tekrar kaçılamaz gerçekle yüzyüze gelmenin verdiği hayal kırıklığı ve mutsuzluktan mı? İçinde yaşanan gerçekler karşısında özlemlerin ve hayallerin tuzla buz olmasından mı? Kendi gerçeğini kabul edip, kendiyle ve kendi gerçeğiyle barış içinde olmayı red etmekten mi? Kendinde olmayan sevgiyi sembolik ilişkilerde (=televizyon seyretme, müzik dinleme gibi) arayıp tecrübeledikten sonra hissedilen boşluk, yetersizlik, sevgisizlik ve frastrasyondan mı?

Genç yaşta severek evlenmişlerdi. Kızın ağabeyleri ve akrabaları oğlanı dövmüşler ve hatta bıçaklamışlardı bile. Kıza da yapmadıklarını bırakmamışlardı. Bu engelleme çabalarını sevgileriyle, tutkularıyla aşmışlardı. Evlenmişlerdi. Çok mutluydular ilk zamanlar. Sonradan birbirlerinin bazı isteklerinden, arzularından, davranışlarından, zevklerinden, giyim ve yiyim tarzlarından, düşüncelerinden tedirgin olmaya başladılar. Zamanla bu tedirginlikler zıdlaşmalara, tartışmalara, küskünlüklere ve artan bir şekilde kavgalara dönüşmüştü. Epey hoşnutsuzluklar çıkmaya başladı. Cahit epey inatçıydı. Karısı birçok şeyde sesini çıkarmamak, birçok şeyi istemeye istemeye yutmak zorunda kalıyordu. Herşeye rağmen evlilikleri devam etti. Herşeye rağmen karı kocaydılar. O gün Cahit hafta sonunu dışarda geçirmedi. Evde arkadaşları da gelip maç seyredeceklerdi. Cahit oturma odasında oturmuş televizyonda müzik dinliyordu. Karısı ise evi temizliyordu. Cahit sembolsel müzik dünyasının getirdiği romantik ilişkilerin duygusallığı içinde kaybolmuştu. Eşi ise gerçek dünyanın pisliğiyle cebelleşiyordu. Cahit bazen mırıldanıyordu şarkıcıya takılıp: "Sensiz olmak zor. Aşkın beni yaktı. Ablan kurban olsun sana." Bu sırada en çok sevdiği bir parça geldi. Televizyonla birlikte söylemeye başladı şarkıyı: "Seni sen olduğun için çok, çok seviyorum. Bu sevgiyi sende bulduğum için yaşıyorum." Hislenmişti derinden. O an karısının elektrik süpürgesiyle yaptığı gürültü kulağını tırmaladı. Cahit'in kanı beynine sıçradı. Dönüp bütün gücüyle bağırdı karısına:

- Kes şu zırıltıyı!

Karısı duymadı. Daha da kızdı. Deli gibi kalktı. İki adımda ulaştı şaşkın şaşkın bakan karısına:

-Kes şu zırıltıyı dedim sana!

Karısı hemen kesti. O sırada tv'de yeni bir şarkı başlamıştı. Şarkıcı kıvırta kıvırta bağırıyordu:

- Otuzbeşe bakla. otuzbeşe bakla.

Cahit daha da bozuldu karısına:

- Bak, şarkıyı kaçırdım senin yüzünden.

Karısının yüzünden Cahit'in güzelim duyguları kaybolmuştu. Gidip oturdu koltuğa. Tekrar hislenmek için beklemeye başladı. Karısı ne yapacağını şaşırmıştı. En iyisi mutfağı temizlemek diyerek kendi kendine, mutfağa yollandı. Acıklı değil mi, sevda türküleri dilimizde, peki, sevgilimiz kim, sevgilimiz nerde? Derdimiz, aradığımız ve elde edemediğimiz ne? O müziklerdeki kadın kim?

- Cahit'in derdi ne?

- Derdi dert.

- Erkekler ve kadınlar müzikle hislendiklerinde, hayallerindeki (kadın veya erkek) kim?

- Hayallerindeki.

- Peki evdeki?

- Evdeki değil elbet. Öyle olsaydı, müzikle hislenince, ona gider sarılırdı, belki de dans ederdi. Bir çift tatlı söz söylerdi. Belki de öperdi.

- O zaman, Kim bu evdeki erkek ve kadın?

- Aşk ve sevginin öldürüldüğü evlilik kurumunun içinde hapsolmuş iki yabancı, iki düşman gerçekte.

- Neden beraberler?

- Beraber oldukları için.

- Peki dertler, kederler?

- Kader.

- Türkülerde falan özlenen ne?

- Arayıpta bulunamayan?

- Arayıpta bulunamayan ne?

- Bulunupta kaybedilen.

- Bulunupta kaybedilen ne?

- Aranıpta bulunamayan.

- Peki, bu arayıpta bulunamayanı müzik ve film gibi sembolik ilişkilerde aramak neden?

- Somut kişiyi sevmesini bilmeyenlerin, soyut hayaller ve iç çekişleriyle başbaşa kalması demektir. Duygusuzlaşmış kişinin, tatmin olmamışın, sevgisizin, ezilmişin ve özlem içindekinin situmulasyonudur. Daha açıkçası bir çeşit masturbasyon.

- Hakaret ediyorsun gibime geliyor?

- Hiçte değil. Masturbasyon, çünkü sembolik sözler ve imajlarla hislenip kendi kendine doyum aranmakta ve bulmaktadır. Bu hissi tekrar yaşamak için, kasetler ve diskler satın alınır, aynı müzik tekrar tekrar dinlenir ve benzeri filmler aranır.

- Peki, bu sembolik iletişimin getirdiği his ne zaman masturbasyon olmaz?

- Sevdiğinle paylaşıldığı ve ona yönetildiği zaman. Cahit'in durumunu ele alalım: Herif müzikle epey hislenmişti. Hislendiğinde elektrik süpürgesiyle evi temizleyen eşine düşman gibi saldırma yerine, ona gidip dokunup, sarılıp, öpüp veya bir çift tatlı söz söyleyip bu hissini onunla paylaşma arzusunu duysaydı ve bunu yapsaydı, o zaman soyut bir his somut bir sevilen varlıkta ifadesini bulurdu. Böylece kendi kendine masturbasyon çekme olmaktan çıkardı.

- Ama, bu soyut hislenmeyle özlenen ve aranan şey kadın veya erkek değil mi?

- Evet. İçli sözlerde hayal edilen ve Playboyun sayfalarında ıslanan biri. Yani somut olmayan ve düşlenen soyutluk. Eğer erkek dinlediği türküyle hayalinde bir kadın canlandırıyor ve onu özlüyor ve hisleniyorsa (veya kadın hayalindeki erkeği) bununla gelen içsel duygu ve tatmin veya tatminsizlik, cebinde para olmayan veya sevmediği yemeği yemek zorunda olan birinin şahane sofralar düşünüp yalanmasına benzer.

- Eşine bangır bangır bağıranın, ağız dolusu küfredenin, ağlayanın, sızlayanın, feleğe kahredenin, dertleri zevk edinenin, içip nara atanın, dayağı yiyip yatanın, gece evine uğramayıp meyhanelerde ve barlarda bir tek atanın, pişmiş çorbaya tuz katanın ve hislenince eşine "kes şu zırıltıyı" diye bağıranın derdi ne?

- Demiştim ya yukarda. Aradığını bulamamak.

- Bir tane örnek verirmisin?

- Sevgisizlik.

- Sevsin o zaman?

- Sevmişti bir zamanlar.

- O, bir zamanlara ne oldu?

- Bir zamanlar oldu.

- Yani?

- Mazi.

- Peki şimdi?

- Geri kalanla yaşanıyor.

- Geri kalan ne?

- Sevgisizlik ve "kes şu zırıltıyı" gibi teraneler, alışkanlık, ve tabi ki mazi.

- Peki çözüm ne?

- İlk başta, sevgiyi başka yerde değil kendi içinde ve sevgilinde aramak.

- O mazi olmuş. Ne yapılacak?

- Girilen girdaptan çıkıp, dersini öğrenip, sevgi aramak.

- Yani düpedüz sevgisiz evlilik düzenine son vermek?

- Evet. Sevgisizlik düzeninin içinde ancak sevgisizlik bulursun: Herif "kes şu zırıltıyı, hissimin içine ettin" der. Kadın sadece orada bulunması nedeniyle, duygulanan herifin duygusunun içine eder. Çünkü o orda herif için mutsuzluğu temsil ediyordur artık. Bu ortamda, sevgi uçup gitmiş, sevgisizlik ve baş ağrıları başlamıştır.

- Peki, bu ortam özlenene dönüştürülemez mi?

- Belki, balık kavağa çıkınca.

- Katı bir cevap değil mi?

- Katı bir gerçek katı bir sonuç getirir.

Sevdiğin kişiyi ideal bir nesne olarak görme ve öyle sevme, gerçekte o kişiyi değil, o kişinin ötesinde, üstünde, o kişinin kişiliğinden soyutlanmış, hayali bir değer verilmiş birşeyi sevmedir. Acıklı bir durum. Sevilen gerçekte o kişinin o kişi olmasından değil, o kişiye atfedilen değer ve kaliteden dolayıdır. O kişi yaşayan, nefes alan, hisseden bir varlık olarak kıymetsizdir. Değeri ancak atfedilen değer ve kalitelerle uygun bir şekilde gördüğü görevle biçilir. Hayaldir. Erkeğin evinin süsüdür. Çocukken sevip oynadığı oyuncaklardan biri gibidir: Canı istediği zaman oynar, öper, sarılır. Bıkar sonra. Bazen atar bir köşeye. Bazen de ihtimamla yerleştirir aldığı yere. Kadının evdeki eşyalardan farkı, eskiyince çöpe atılıp yenisini alma olanağındaki zorluktur. Çöpe atma birçok erkek tarafından zevkle hayal edilir. Bu hayali gerçekleştirenlerse gittikçe artmaktadır.

Putlaştırıldıklarının farkına varan bazı kadınlar bunu kendi avantajlarına kullanmaya çalışır ve çoğunlukla başarılı olurlar. Bunun da bazı sınırları aşmaması gerekir: Cemil'in karısı tapılacak kadar güzeldi. Tapıyordu da. Fakat kadının talepleri bazen olabileceğin ötesindeydi. Cemil hem içiyor hem de anlatıyordu. Bir ara ağlamaya bile başladı:

- Karı azıttı valla. Şimdi de tutturdu şu son çıkan pahalı kürklerden isterim diye. Niye istiyormuş biliyor musun? Ağabeyimin karısı almış da onun için. Ulan, ağabeyimin karısı alabilir tabi. Adamın parası var. Benim alacaklılar peşimde koşmaya başladı. Karı benden kürk istiyor. Her gece başımın etini yiyor ve sonra götünü dönüp uyuyor. Kadın iki aydır düpedüz şantaj yapıyor bana: Kürk olmazsa vermem diye.

Cemil iyice sarhoş olmuştu:

- Benim halim duman bu karıdan. Karı ağabeyimin eşiyle sidik yarıştıramaz ki. Benim anam ağlıyor, karının umurunda değil.

Cemil tekrar ağlamaya başladı. Kocaman adam gözyaşları arasında:

- Valla şüpheleniyorum. Karı bizim tanıdık terziyle kırıştırıyor herhalde. Terziye bakışlarından pek hoşlanmıyorum.

Kadın kocasının ona karşı olan zaaflığının farkındaydı ve bunu kendi bencil ihtirasları için kullanıyordu. Kadın arzuladığı şeyleri satın aldığı zaman epey mutlu oluyordu. Kocası ise bunun acısını çekiyordu. Tapılan nesne konduğu yerden adamı idare ediyordu. Adam da büyülenmiş köle gibi kadının materyal ihtiyaçlarını karşılamak için yırtınıyor, çırpınıyor ve kendini parçalıyordu. Kadın mutluluklarını ve sevilerini, eşiyle değil, sahip olduğu kullanma eşyalarıyla paylaşıyordu. Arkadaşları, dostlarıyla konuşmaları hep sahip olduğu tüketim malları çerçevesinde dönüyordu. Kocası sadece onu bu mutluluğa eriştirmeyi sağlayan bir araçtı. Kadının kocasıyla olan ilişkisi anlayışın paylaşıldığı birşey değil, ustanın aracını kullanma ilişkisiydi. Unutmayalım, kadınların erkekler üzerinde egemenlik kurma ve uygulamaları nadir durumlardır. Egemenlik geniş çapta erkeklerin elindedir. Elbette egemenliği elinden kaçıran epey erkek var, fakat bu istisnaların kaideyi bozduğu iddia edilemez. Her mahallede bir zengin yaratılınca o toplumun kalkınacağını iddia eden çarpık görüş gibi. Peki mahallenin gerisi ne olacak? Mahallenin zenginini zengin etmek için karın tokluğuna çalışacak, değil mi? Sonra da bizim de zenginimiz var diye def çalıp oynayacaklar. "Benim de bir yarim var, yolunmuş tavuk gibi bir halim var" diye acı çeken Cemil gibi.