EVLİLİĞİN AŞKA DÜŞMANLIĞI

irfan erdogan

Evliliğin kendisi sevginin yaşaması için asla yeterli değildir. Aksine, evlilik hissinin getirdiği yanıltıcı rahatlık, kendini koyverme ve bencilliğe dönüşüm aşkı baltalar ve farkında bile olmadan bir de bakarsın ki aşk falan kalmamış. Yerini sorumluluk ve görevlerle dolu günlük rutin işlevler almış. Bu durum tahminen mutlu evlilik dediğimiz evliliklerin çoğundaki evliliğin oturmasıyla başlayan durumdur. Oturmuş evlilik sorumluluk ve görevlerin benimsenip yürütüldüğü evliliktir. Oturan evlilikte, bundan da kötüsü, bir bakarsın ki aşkla başlattığın ev sana hapishane olmuş. Evlilik, sevgi yerine, sadece sevgisizlik değil tutsaklık getirmiş. Kapısı açık bir hapishane. Hapis sensin, gardiyan sensin. Kaçmak istersin, kaçamazsın. Bu durum özellikle kadınların çoğu için böyledir. Ayaklarında görünmeyen zincirler, kaçamazsın. Zincirlerin çözülmesini beklersin, kaçmak için. Örneğin "çocuklar büyüsün, evlensin de ondan sonra" dersin. Çocuklar evlenir gider, fakat beklenen ondan sonra da nadiren gelir. Örneğin "belki düzelir" dersin, beklersin. Düzelmez. Beklersin. Düzelmez. "Yeter" dersin bazen. Ardından zincirlerin ağırlığı. Adım bile atamazsın. Kahredersin evliliğe, kendine ve hayata. Bakarsın katledilen aşka ve için için yanarsın. Bazen neden beklediğini bilmeden bile beklersin. Sanki bir mucize olacak da evlilik öncesi ve başlangındaki o güzelim günler yeniden gelecek. Bir zamanlar hayal edilen hayaller mazide kalır ve bu hayalleri ifade edilen şiirlerse solgun, buruşuk, eskimiş kağıtlarda:

Hayallerim vardı
    ellerini tuttuğum
        ve sen benim ellerimi.
En çok sevdiğim gözlerin
     güzel yüzün
        ve sıcak gülüşünle
                    dolu hayallerim.
Hayallerim vardı
        dudaklarımızın okşayışıyla
            sessizce
                saatler geçirdiğimiz hayaller.
Hayallerim vardı
    uzun uzun konuştuğumuz
        anlaşamayıp tartıştığımız
            küsüp barıştığımız hayaller.
Hayallerim vardı
    dokunuşun ve sesinde
            sevgi ve mutuluk bulduğum hayaller.
Hayallerim vardı
    hayal
        olan
            hayaller.

 

Yaşlı gözlerle bir kez daha baktı tek tek resimlere. Seneler ne de çabuk geçmişti. Daha dün gibiydi. Ağlıyordu, üzgün, mutsuz. Resimlerde gözleri ışıl ışıldı, dudakları arzu dolu, teni taptaze. Mutlu gülüşlerle dolu resimler. Deli gibi aşıklardı birbirlerine. Evlendiklerinde dünyanın en mutlu insanı gibi hissetmişti kendini. Gözleri dolu dolu, nişanda çekilen resimlere bakmaya başladı. O güzelim sevgiye ne olmuştu? Bir saniye bile mutsuz olacağı aklından bile geçmemişti. Şimdi bir saniyelik mutluluk bile hayaldi. Evliliğinin ilk günlerini hatırladı. Mutluydular. Fakat sonra neden en ufak şeyler bile batmaya, kavga konusu olmaya başlamıştı? O kadar sevdiğini söyleyen insan nasıl olur da önemsiz şeylere beni değişir? Ne kaybederdi ki halının üzerinde ayakkabıyla gezme yerine terlik giyseydi? İlk kavgalarından biriydi ayakkabı meselesi. Seven bir insanın böyle bayağı bir tepki gösterebileceğine şaşırmıştı. Kırmadan, incitmeden, nazikçe söylemişti "evde terlik kullansak daha iyi" diye. Hem rahat olurdu. Hem de temizlik için önemliydi. Önce "tabi" dedi, fakat sonra ayakkabılarını çıkarmak zoruna gitmeye başladı. Direndi çıkarmamakta ve ardından epey kırıcı davrandı. Sonra sabunun seçimi, herkesin kendi diş fırçasını, kendi bardağını kullanması, salatanın yağı, çorbanın tuzu, telefonun rengi, yastığın alçaklığı yüksekliği, pencerenin perdesi, oturma odasının lambası, ütünün altı, çatalın ucu, tavuğun kemiği, bifteğin yağı, komşunun hınzır sıpası, televizyonun yeri, sandalyenin gıcırtısı gibi eften püften görünen şeyler bile çatışmalar, kırgınlıklar ve küskünlükler yaratan konular olmaya başladı. Ardından kocasının davranışları haşinleşti. O mülayim herif sanki kudurmuş köpek ısırmış gibi yerinde duramaz oldu. İşten sonra direk eve gelmeyi bıraktı, arkadaşlarıyla birahaneye gitmeye başladı. Evde bekleyen sofra, soğuyan yemekler, yanlızlık gitgide arttı. Kadın gözünün önünde kaybolup giden sevgilerini ayakta tutabilmek için kendinden epey fedakarlık etti . Elinden gelen herşeyi yaptı. Fakat nafile. Hıçkırıklarını zor tutuyordu. Resimlere baktı: Kaybolan sevgiler, kaybolan gençlik, kaybolan aşk. Boğazına birşey düğümlendi. Hiçbir suçu yoktu. Yanlış birşey yapmamıştı ki. Sevmişti. Bir zamanlar onu sevdiğini söyleyeninse yıllardır ağzından en ufak bir gönül okşayıcı söz çıkmamıştı. Birzamanlar sevdiğini söyleyen şimdi sevdiğinden pişman görünüyordu.

Adam da zaman zaman düşünüyordu ne oldu aşkımıza diye. Ve kadını suçluyordu. Karı evlenince birden değişmiş kendini kraliçe sanıp onu idareye kalkmıştı. Sanki halının kiri kendinden daha önemliymiş gibi "ayakkabılarını çıkarmadın" diye surat yapıyordu. Kadının diş fırçasını kazara bir kullansa, kadın sanki veremi var da ona bulaşacak gibi davranıyordu. Öpüşürken birşey yok da bardağını kullanmaya kalksan kadın hemen basardı yaygarayı. Kadının aşırı titizliği başını ağrıtıyordu. Bıkmıştı kadının onun hayatını, davranışlarını kontrol etmeye çalışmasından: Sevdik diye başıma çık demedik ya!. Bunun gibi bir sürü hadise soğutmaya başlamıştı kendini karıdan. Sıkıntı veriyordu ev artık. İşten çıkınca canı eve gitmek istemiyordu, arkadaşlarıyla bira içmek daha çekiciydi. Böylece günün yorgunluğunu çıkarıyor, hoşnut olmadığı bir ortamdan (evden) birkaç saatlik olsa bile kaçıyordu.

Evlilikten önceki birbirini arayışın yerini birbirinden kaçış almıştı. Beraberlikten hoşlanma ortadan kalkmış, onun yerine kendi arkadaşlarıyla vakit geçirme başlamıştı. Aynı evdeydiler fiziksel olarak. Fakat sevgisel bakımdan evde yalnızdılar. Misafirleri olduğu veya misafirliğe gittikleri zaman bile sohbetlerine nadiren birbirini katıyorlardı. Bu aralarında bir düşmanlığın veya büyük kızgınlığın falan olduğundan değildi. Birbirine söyleyecek birşeyleri yoktu ki. Evde bile konuşmaları ancak gerekli olduğu için yapılıyordu. Birbirlerine küs de değildiler. Kadın kendi işinde, erkek kendi meşgalesindeydi. Kavga falan da etmiyorlardı artık. iki çocuk çoğu kez kadının sırtındaydı. Adam çocuklara kötü de davranmıyordu. Fakat pek fazla da ilgi göstermiyordu. Kabalığı da nadiren vardı. İstediği olmazsa çabukça hırçınlaşıyordu. O kadar. İlişkilerinde bir durgunluk, bir donma vardı. Günlük alışılagelen şeyler yapılıyor, televizyon seyrediliyor ve yatılıyordu. Evliliklerinde şikayetlere rağmen o kadar derin uçurumlar da yoktu. Kadının ağlaması, sızlaması kaybolan heyecan, aşk ve sevgiydi. Erkeğin şikayeti de, kadının istekleriyle hoşnutsuzluk yaratması ve titizlikleriyle başını ağrıtmasıydı. Yoksa evlilikleri fena gitmiyordu. Kadın bazen iyice romantikleşip resimlere bakıp "aşkımız öldü" diye gözyaşı döküyordu. Sonra albümü yerine yerleştirip günlük işleri yapmaya koyuluyordu. Adam sabah kalkıyor, işine gidiyor, eve para kazanıyordu. Yılda bir tatile çıkıyorlardı. Bundan en çok hoşlanan çocuklardı. Herşey yolunda görünüyordu. Evlilikleri oturmuştu. Hiçbir taraf boşanmayı falan aklından geçirmiyordu. Şikayetler, bazen tartışmalar, bazen de ufak tefek kavgalar oluyordu. alışmışlardı bunlara. Alışmışlardı. Peki aşk ve sevda? Evliydiler ya işte.

Evlilik örgütü genellikle kısa zamanda aşkın ırzına geçer. Onun yerini kalıplaşan görevler ve sorumluluklar düzeni alır. Yapılan şeylerin çoğu, seks dahil, aşk nedeniyle, sevgi nedeniyle yapılmaz. İhtiyaç olduğu, görev olduğu, sorumluluğu yerine getirme olduğu, evlilerin yaptığı şeyler olduğu için yapılır. Aşk ve sevginin yerini alışkanlık ve rutin alır. Heyecan ortadan kalkar. Birbirini mutlu etme çabası kaybolur. Evlilik oturur, yerleşir ve aşkı katleder.

Ömür boyu yaşamaya and içiyorsun evlenirken. Böylece kazanılan kazanılıyor. Sahipsin artık, kazanılacak ne kaldı ki geriye? And içtin başkasını asla sevemezsin. Başkasına bakamazsın bile. Evlilik kurumu aşkı evlilikte, "evet, siz birbirinize aşık oldunuz, sevdiniz, bunun neticesi olarak evlenmeye karar verdiniz" diyerek amacına ulaştığını ilan eder ve tabuta koyup çivilemeye başlar. Aynen egemen seks anlayışında olduğu gibi: Öpüşme öpüşmek için, kucaklaşma kucaklaşmak için, dokunmak dokunmak için ve sevişme sevişmek için yapılmaz. Bunların hepsi, eğer yapılırsa, sekste "gelme" neticesine ulaşmak için yapılır. Sekste amaç "gelme" olunca ondan önceki olan herşey gelme ekseni etrafında döner ve "gelince" herşey biter. El tutmak bile. Aşk da öyle: Aşık olursun delicesine: Evlenmek için!. Evlenirsin. El ele açarsınız evlilik kapısını ve girersiniz içeri. Kendinizi bir odada bulursunuz. Penceresiz, balkonsuz, soğuk ve sevgisiz bir oda. Binlerce bakışlar, diller ve eller doldurmuş odayı ve içinizi:

- Evlisin! Şunları yapmalısın! Bunları yapmamalısın!

- Eyvah! Pencere açalım mı?

"Yok! olmaz" diye bağırır içinizdeki ve dışınızdaki sesler. Balkon gerek" dersin. "Otur oturduğun yerde!" der bir ses. "Odamız soğuyor" diye acılı yakınırsın. "Sen hastasın, o senin kafanda!" diye karşılık gelir.

- Ellerimiz. Ellerimiz neden ayrıldı? Bakışlarımız. Bakışlarımız neden değişti? Dillerimiz. Dillerimiz tatlı şeyler söylemek için neden dönmüyor artık?

Bu sorulara kızar odayı dolduran gözler, eller ve sesler: - Evlisin artık! Parklarda el ele yürüdüğünüz, birbirinize kur yaptığınız ve seviştiğiniz sorumsuz günler geçti. Evlisin artık, görev ve sorumlulukların var!

Evlilik kapısının öte yanınında kalan veya bir müddet evlilikten sonra öte yana (maziye) kaçıp sığınan aşkınızı düşünürsün. Tatlı bir gülümseme belirir yüzünde ve mutluluk dolar için. Fakat hemen ardından, içinde hapsolduğun oda gülümsemeni dondurur ve mutluluk hissini boğar. Hüzünlenirsin derinden. Kapıya yönelirsin, hiç değilse açık bırakmak için, açıp çıkmak için değil. Kapıda sana karşı durur dik dik bakan gözler, "ayıp, utan, yanlış, sakın ha!, deli misin sen?, hey, nereye!?, otur oturduğun yerde!" diyen diller ve eller. Senin elin seni durduran, sevgilinin eli. Açamazsın kapıyı, dönemezsin kaybettiğin aşka ve sevgiye. Evlisin şimdi: Evlilik kurumu o denli hipokrat bir kurumdur ki, "aşık oldunuz, sevdiniz, evleniyorsunuz, mutlu yaşamlar dilerim, bir yastıkta kocayın" der ve ardından bir daha aşık olmayı bile yasaklar. Eşine bile kazara tekrar aşık olsan "kafayı üşüttü herhalde" diye dile düşersin. Bir kişiyi sevebilirsin ve şanslıysan o da seni sever.

- Birden fazlasını?

- Bir tanesini sevmeyi öğrenelim önce!

- Fazla mal göz çıkartmaz!

- Doğru. Doğru ama diğer bir insan nasıl "mal" oluyor?

- Gayet basit: Kullanılmak için.

Evlilik kurumunun düzeni var olan sosyal egemen düzenin minyatür bir kopyesi gibidir. Hem feodal kırsal hem de kapitalist kentsel alanlarda, bu düzen kadınların ezilip, erkeklerin hüküm sürdüğü bir düzendir: Erkeklerin evi. Kadın evde. Toplum düzeninde gördüğümüz günlük egemen gündem, ekonomik gücü ve kaynakları elinde tutanların diğerlerinin hayatını kontrol çabasıdır (ve bu çabada geniş ölçüde başarılı olmasıdır.) Evlilik kurumunun egemen gündemi ise, benzer şekilde, erkeklerin evde ekonomik gücü ve kaynakları tekelinde tutarak evlilik ilişkilerinde kadın üzerinde kontrol sağlama ve sürdürme çabasıdır (ve bunda da büyük ölçüde başarılı olmasıdır.) Toplum kendi düzenine karşı gelenleri baskı yöntemleriyle güç kullanarak (yasalar, polis, mahkemeler, hapis, ordu ve tüm adalet mekanizması) hizaya getirmeye çalışır. Erkek ev düzenini bozmaya çalışan kadına (ve çocuklara) bağırmaktan dövmeye, kapı dışarı etmeye ve bazen de kesmeye kadar giden baskı yöntemleri uygular. Toplum düzeninde günlük işler önceden tanımlanmış ve biçimlendirilmiş bir iş bölümü çerçevesi içinde yürütülür. İtici güç, düzenin sürdürülmesidir. Evlilik düzeninde de günlük işler halihazırda var olan görev ve sorumlulukların belirlediği işbölümü sınırları içinde yürür. İtici güç aşk ve sevgi değil, evliliğin devamı gereğidir, dolayısıyla evlilik kurumunun. Aşk biter, sevgi ölür, fakat kurulu düzene dokunmadan kaçınılır. Ev yıkmak korkunç birşeydir!

Aşkın bittiği yerde ya ayrılık ya da en kötüsü aşk bitmeden önce evlilik başlar. Bu elbette acımasız bir genelleştirmedir. Bir kalemde reddedilebilir. Keşke reddedenler haklı olsaydı. Haklı olsalardı, evliliğin aşkı en üstün zirvesine çıkardığı doğru olsaydı, en azından şunu görmezdik: Aşıkken tutulan el neden evlendikten sonra nadiren tutuluyor? Belli bir müddet sonra da, neden tümüyle bırakılıyor? El tutuşma eşitliği ima eder. Evlendikten sonra el tutuşma durur ve kadının kocasının koluna girme uygulaması başlar. Kola giriş bağımlılığın bir ifadesidir. Erkek asla kadının koluna girmez, çünkü bu egemenlik ilişkisine aykırıdır. Omuza atılan kollar neden evlilikten sonra birden yana düşüyor? Okşanan saçlar neden, örneğin, yağlı görünmeye başlıyor? Ayak kokusu neden birden bire dayanılmaz oluyor? Neden birçok şey evin dört duvarı içine hapsedilip boğuluyor? Neden evlilikten sonra el tutuşma gibi sevgi ifadeleri acaip görünüyor? Tabi ki bunun her evlilik için doğru olduğunu asla iddia etmiyorum. Elbette evlilikten sonra bile ellerin birbirini aramasının devam ettiği evlilikler vardır. Bu tür evlilikler çoğunlukla aşkları çerçevesinde gelenekseli ya büyük ölçüde red ederler ya da yeniden düzenlemeler yaparlar. Evlilik kurumunun aşklarını öldürmesine fırsat vermezler. Bunu da ancak evliliği kendileri kendilerine göre yeniden tanımlayarak yapabilirler. Yeniden tanımlama gelenekselin muhakkak ki bazı belli ögelerini içermek zorundadır ve içerir. Bunun yanında, sevgilerine hizmet edecek ögeleri getirmek için egemen kurumun bazı ögeleri de çöpe atılır. Örneğin, Alican'ın her zaman mutfakta ve evde işi severek paylaşması geleneksel "ev işi ve mutfak kadına aittir" tanımını red edip paylaşmaya ve dayanışmaya dayanan bir yeni tanımlama getirmelerindendir. Eğer Alican'ın eşi kıskançlık duyduğunda, bunu suçlama, ağlama, sızlama, hakaret ve kavga gibi geleneksel yöntemlere başvurmadan ifade etme yolunu seçiyorsa, bu da yeniden düzenleme ve yeniden tanımlamanın bir örneğidir. Eğer ne kadar kızgın olursa olsun, kendini ne denli haklı ve eşini ne denli haksız olarak görürse görsün, ona konuşma fırsatı veriyorsa ve dinliyorsa, bunun anlamı geleneksel kültürdeki sözünü kesme, aynı anda konuşup susturmaya çalışma ve dinlememe yöntemini kapı dışarı etmedir. Eğer misafirlerin veya başkalarının önünde haklı veya doğru olsa bile eşiyle tartışmayı karşılıklı hürmet ve saygı ve sevgi içinde yürütebiliyorsa, bunun anlamı geleneksel, özellikle kadına karşı yöneltilen "sen ne bilirsin" davranışını geçersiz kılmadır. "Koca adam karı eli tutarmı" diye bir zamanlar tutmak için sabırsızlıkla saatleri saydığı eli tutmaktan kaçındıran geleneksel anlayış yerine, eşinin kendini arayan elini geri itmiyorsa veya elini geri çekmiyorsa, bunun anlamı sevgiyi öldürmeye çalışan kuralları hiçe saymadır.

Gelenekleri gözden geçirip, revizyona tabi tutma (kendi ihtiyaçlarına göre değişiklikler yapma) öyle kolay olan bir girişim değildir. Bu girişimdekiler hem kendi içlerindeki geleneksel egemenlik kalıntılarıyla hem de çevre ve üçüncü şahıslarla mücadele etmek zorundadırlar. Her iki mücadele de epey zordur. Bir taraftan kendi kendiyle mücadele ederken, kendine daha iyi bir alternatif yol ararken, diğer taraftan baskıcı, engelleyici, köstekleytici çevreyle didişmek zorunda kalınır. Gerçekte her iki mücadele de birbiriyle iç içedir ve birbiriyle sıkı sıkıya bağıntılıdır. Bir örnek verelim: Kiraz en sonunda kendini çok seven ve kendisinin de sevdiği birini bulmuştu. Fakat büyük bir çıkmaz içindeydi: Sevdiği evlenip boşanmıştı. Bu durum onu uzun bir süre rahatsız etti. Egemen kültür anlayışına göre, dul bir erkekle kendi gibi genç bir kızın evlenmesi pek akıl karı bir iş değildi. Hoş karşılanmazdı. İçinde tuttuğu dulluk hakkındaki düşüncelerle yüzyüze bulunduğu sevgi durumu çatışıyordu. Bu tür düşüncelerle bir süre güreştikten sonra sevgisi galip geldi. Dulluk hakkında içinde yerleşmiş olan egemen kültür anlayışını atıp, ona taban tabana zıt yeni bir anlayış biçimini benimsedi: Bu biçim, eskisi gibi onun için önceden tanımlanıp verilmiş bir hap değildi. Kendi için kendi tarafından inşa edilmişti. kendinindi. İkinci büyük aşama çevresiydi: Çevresiyle uyumu sürdürme. Çevrenin tepkisiyle ilgili ilk denemeyi saygı duyduğu bir arkadaşıyla yaptı. Nilgün, çoğu üçüncü şahışların yaptığının aksine, kararı kendisinin vermesi gerektiğini ve iyi düşünmesini söyledi. Nilgün'e göre dulluk sorun bile yapılmamalıydı. Bu ona epey cesaret verdi. İkinci denemeyi çok sevdiği kız kardeşiyle yaptı. Keşke yapmaz olaydı. Dili tutulaydı. Arı soksaydı da dilini, dili şişip konuşamasaydı. Selda "kesinlikle hayır. Olmaz. Unut sen bu sevdayı" diye kesin bir tavır koydu: "Adam birkaç sene sonra senden de bıkar ve seni de bırakır." Kardeşinin böyle bir tepkisini hiç beklemiyordu. Bu onu epey üzdü. Düşündü tekrar. Kardeşi onu seviyordu. Bu nedenle böyle söylüyordu. Tabi Kiraz ideolojinin ne olduğu ve nasıl çalıştığı hakkında hiçbir bilgiye sahip değildi: Evet konuşan kardeşiydi. Kötülüğünü, mutsuzluğunu asla istemezdi. Kaygı duyuyordu. Uygun bulmuyordu. Fakat bizim kızın farkında olmadığı birşey var: Konuşan kardeşiydi. Aynı zamanda "kardeşinden geçerek konuşan" (kardeşinden ona iletilen), egemen kültürün ideolojisiydi: Kardeşi inançlarıyla bu ideolojinin taşıyıcısıydı. Bunun farkında bile değildi. Kardeşi bunu söylediğinde söylediğinin kendine ait olduğunu ve evrensel bir gerçeği ifade ettiğini sanıyor. Evet, söylediği kardeşine ait. Fakat aynı zamanda da kardeşinin ifade ettiği belli bir ideolojinin görüş tarzıdır. Bu görüş tarzı Kiraz'ın kardeşi yoluyla (onun sözü ve davranışıyla) kendini ifade eder. Kiraz "acaba yanlış mı karar verdim?" diye, dulluk hakkındaki eski ve yeni düşüncelerini yeniden gözden geçirmeye başladı. Bir yanda kalbi, hisleri, sevgisi, öte yanda kahreden bir gerçek. Bir yanda kişinin kendi somut gerçeği ve öte yanda çevreninki. Karar veremedi. Tedirgindi. Kafasında sayısız düşünceler, tasalar, kaygılar, korkular ve kuruntular birbiriyle yarış içindeydiler. Kafası çatlayacak gibiydi. Üzgündü. Bazen sanki kendini boşlukta gibi hissediyordu. Bütün bunlar sevgilisiyle birlikte olduğunda hızla eriyip gidiyordu. Buna istisna, onun da bazen "kararın ne, ne yapacaksın?" diye baskısıydı. İkisinin de kafası ağrımaya başlayınca, bırakıyorlar ve birbirlerine sarılıyorlardı. Fakat bu güreşilmesi zorunlu gerçeği ortadan kaldırmıyordu: Kardeşine anlatamamıştı, anne babasına nasıl anlatacaktı? Bir sürü senaryolar hazırlıyordu kafasında. Bir sürü kargaşalık. Kafası çalışmaz oluyor ve uykuya dalıyordu. Uyandığı zaman problem gitmemişti.

Tekrar edeyim: Görev ve sorumlulukları eşler için önceden tayin eden evlilik kurumu aşkın en büyük düşmanıdır. Genellikle aşkın bittiği yerde evlilik başlar. Aşkı ve sevgiyi sürdürmenin tek yolu da evlilik kurumunu kendin için yeniden düzenlemektir.