BİRİNİ KENDİN İÇİN SEVME

irfan erdogan

Severek evlenmişlerdi. Ancak iki sene içinde Yıldız Ömer'in "seni seviyorum" dediğinde ne demek istediğini anlamaya başladı. Yıldız'a kulak verelim:

- Ben sanki bir aracım. Sürekli beni eleştiriyor, davranışlarımı onun istediği şekilde ayarlamam gerektiği konusunda uyarıyordu. Kadında iş bitermiş. Dişi kuş yuvayı yaparmış. Herşey benim elimdeymiş. Yani bu beraberliğin yürüyüp yürümemesi bana bağlıymış. Kendisinin çok mükemmel olduğunu, hataların yüzde doksanının bende olduğunu söylüyor. Bakıyorum ilişkimize. Hep ben taviz vermişim. Evet taviz. Çünkü oyunun kuralı bu. Bu böyle olmak zorunda. Kuralına uygun oynamazsam eğer, işte sapı, işte kapı. Ondan her gün olmasa bile, iki günde bir duş yapmasını istemem suç oldu. Ayağın kokuyor demem de. Çamaşırını değiştir demem de. Gece yatarken dişlerini fırçala demem de. Onu öyle sevmeliymişim. Eleştirmemeliymişim. O benim erkeğimmiş. Ama ben koksam, hemen "kokuyorsun!" demeyi kendinde hak görüyor. Çünkü ben kadınım, benim bakımlı olmam lazım ki erkeğimi elimde tutayım. Onu eleştirdiğim için kötü bir insan oldum, dırdırcı kadın oldum. Nankör oldum. Çünkü ben onun kafasındaki kadın değilim artık.

Bu tür sevgide erkeğin "kafasındaki kadın" nasıl bir kadındır? Erkek kafasında hayal ettiği kadınla evlenmez de, hayal etmediğiyle evlenirse ne olur? erkeğin kafasındaki kadın en özlü tanımıyla "evdeki kadındır." Evdeki kadın nasıl bir kadındır? Bu kadına en güzel örnek annelerimizdir. Şakir'in de kafasında her Türk erkeğininkinde olduğu gibi genç, güzel ve annesi gibi biri yatıyordu. Fakat bu hayalin tam aksinde biriyle sevdaya düştü ve evlendi: Eşi bakire değildi, boşanmıştı, çocuğu vardı, viski ve sigara içiyordu, disko'ya gidiyordu, evde oturmayı değil gezip eğlenmesini seviyordu, giyim ve davranışlarıyla geleneksel kültÜrün kurallarına tümüyle zıt düşüyordu. Aşk bu. Şakir evlenince değiştiririm diye düşündü. Evlendikten kısa bir müddet sonra eşini "hayalindeki kadın" yapma çabasına girdi. Bu çaba bittiğinde ve kadını kendi istediği gibi yapmayı başardığında evlilikleri de bitti. Üç yıl nişanlı ve iki yıl evli kalmışlardı. En mutlu zamanlarını nişanlılık süresinde yaşamışlardı.

Erkeğin kendini ve sevdiğini bu tür algılaması ve değerlendirmesi, güç ilişkileri ve egemenliğin bir diğer yansımasıdır: Birini kendi için sevmek.

Mustafa karısına odun parçasıyla durmadan yapıştırırken bir taraftan da "ulan kaltak ben seni ne diye aldım?" diye bağırıyordu. Kadın eliyle, koluyla odun parçasının kafasına inmesini engellemeye çalışıyordu. Sol kolunun kemiğine çarpınca tek kolla kaldı, sonra sağ kolunu da kaldıramaz oldu. Tek çareyi kafasını masanın altına sokarak kendini yere atmakta buldu. Bu odun tutan el bir zamanlar kadının elini tutuyordu. Bu küfür dolu ağız, bir zaman ona onu ne denli sevdiğini söylüyordu. Bu adamın derdi neydi? Bu adam kendine öğretileni ve yapılması gerekeni yapıyordu: Bildiği en iyi yolla kadını seviyor ve yola getiriyordu.

Kadın kocasına dirlik vermiyordu, çünkü kocasının başkasına bakmaya başladığını ve kendini terkedeceğini düşünüyordu. Adamın emdiği sütü burnundan getiriyordu gece gündüz. Bazen ağlıyor, bazen yalvarıyor, bazen küfrediyor, hakaret ediyordu. Ardı arkası kesilmeyen bu çekişmelerden birinde kadın aynı şikayetini tekrarlıyordu:

- Seni seviyorum. Ben sensiz yapamam. Seni başkasına veremem. Ben seni kendim için seviyorum, başkası için değil. Beni bırakıp gidemezsin. Sen başkasının olamazsın.

Çok kızdığı zamansa, kadın adama eğer onu bırakırsa hayatını zehredeceğini, boşanmayı falan zorlaştıracağını, hayatı boyu azap çektireceğini, Allahın onu affetmeyeceğini ve er geç cezalandıracağını ve benzeri baskı yollarını kullanmaya başladı. Kadın kendini tamamiyle kaybetmiş (kazanmanın aksi anlama) hissediyordu. Tek çareyi mümkün olduğu kadar mümkün olduğu çeşitte intikam almak olarak görüyordu. Kadının kaybedeceği zincirlerinden başka birşey kalmamıştı ve zincirlerini de pahalıya satacaktı. Sattı da.

Lafa bak!, Birini kendin için sevmek! Suç mu yani birini kendin için sevme? Tabii ki kendin için seveceksin, başkasına peşkeş çekmek için değil, değil mi? Gerçek ise oldukça farklı: Kızın ve kadının mal olduğu yerde kendin için sevme etli fasulyeyi sevme gibi birşey haline kolayca dönüşür. "Nasıl olur, imkansız, bu adam beni sevdiğini söylüyordu" diye inleyen bu etli fasulye, kolayca kocası tarafından başkasına ikram edilebilir ve satılabilir. Babaları tarafından iğfal edilen ve babaları ve kocaları tarafından satılan kız ve kadınlar birkaç tane değil. Kendin için sevdiğin malı kendin için uygun gördüğün her amaç için kullanmak normal gelir. Eğer kendi için seven erkek istediği malı elde edemezse, herhangibir nedenle engellenirse, ne olur? Örneğin, mal "seni sevmiyorum, zıddırık, sevmek zorunda da değilim!" diye rest çekme gücünü kendinde bulursa n'olur? Dayak ve işkence faslından ağlayıp yalvarmaya kadar değişen davranış biçimleriyle karşılaşırız. "Beni niye sevmiyor" diye cam camekan kırılır, bağrılıp çağırılır, içip sarhoş olunur ve ağlanıp sızlanır. Kendi için sevme yobazlığında (kadın dahil) kendi sevdiğinin neden onu sevmediği bir türlü kabul edilmez, sanki sevmeye mecburmuş gibi. Sevilen kişi "ben (kendi)" için sevilir, "ben'le" özdeşmesi, "ben'in" içinde erimesi istenir. Bu da kişinin hem kendine hem de seviyorum dediği kişiye gaddarlıklar yapmasına yol açar.

"Seni seviyorum, sensiz yapamam" diyorsun. Ne için diyorsun? Kendin için elbette. "Senin için deli oluyorum, seni çok seviyorum" dediğimizde, ne demek istiyoruz gerçekte? Pek az kişi buna açık seçik cevap verebilir. Gerçekte dediğimizi mi demek istiyoruz? Ne yazık ki, istisnaların dışında, dediğimizin demek istediğimiz olmadığının farkında bile değilizdir. Bunu da bize kimse ikna ettiremez. Bunu ancak evlilik ilişkilerine girip egemen evlilik kurumunun kadınların ve kocaların görev ve sorumluluklarını uygulamaya koyduğunda görmeye başlarız. Bazıları bunu evrensel normallik olarak kabul edip, acı çekse de, sürdürür. Bazıları ise farkına varınca kendini, sevgilisini, sevgisini, sevgiyi soruşturmaya başlar; Bu tür kişiler için netice "ne yapacağım?" çıkmazıdır. Ya bu çıkmazda yerlerinde sayar dururlar veya, eğer eşleri tarafından kapı dışarı edilmedilerse, çekip giderler.

Egemen kültürün istediği "seni seviyorum," erkeğin kadını kendisi (erkek) için sevmesi ve kadının da erkeği erkeği olduğu için sevmesidir. Bu bize ta küçük yaştan beri işlenir ve biz bu egemen ideolojinin taşıyıcısı oluruz. Dolayısıyla, aşkımızı, sevgimizi ve evliliğimizi bu ideolojinin çerçevesi içinde yürütürüz. Burdaki "seni seviyorum" en basit anlamıyla "senin benim olmanı istiyorum" demektir. Eğer bu aç bir insanın sevip yemek istediği bir etle konuşması, bu ete iştahını bu şekilde ifade etmesi değilse, bunun pek fazla yanlış tarafı yok. Eğer bu "seni seviyorum" dendiğinde bu sen'in hisleriyle, duygularıyla, beklentileriyle bir insan olduğu benimseniyorsa, çok güzel. Fakat ne yazık ki, bencil benlik seni kendi için sevdiğinde, senin kıymetin sen olduğundan dolayı değil, bu bencil ben'in arzularına ve beklentilerine uyduğundan dolayı sever. Sen sen olduğun için kıymetli değilsin, fakat "ben" istediği için kıymetlisin. Aşık Veysel'i dinleyelim: Güzelliğin on para etmez, bu bendeki aşk olmasa. Bu tür türküleri söyleyenlere şu karşılık gerek: Aşkın bir boka yaramaz, bu bendeki kölelik olmasa! "Ben güzele güzel demem, güzel benim olmayınca" diyen erkek sahiplik duygusunun büyüklük hissini ifade ediyor. Bu tür türkülerin dediği "senin kadın olarak güzel olmanın hiçbir önemi yok. Seni güzel yapan sen değilsin, güzel olan sen değilsin, seni güzel yapan benim, benim aşkım, ben ve benim aşkım olmadan sen hiçbirşeysin." Zaten kadının elinden herşey alınmış, kadına çok az kalan birkaç şeylerden biri de onun güzelliğidir. Kadına "güzelliğin beş para etmez, bu bendeki aşk olmasa," dendiğinde, kadının elinden bu da alınıyor. "Ben güzele güzel demem, güzel benim olmayınca" diyenlerin bazıları da üzüme uzanamayan tilkinin hissiyle söylerler bu türküyü: Üzüme her yolu deneyip uzanamayınca, tilki "zaten koruktu (hamdı, yetmemişti) dermiş. Güzeli görünce dili beş karış dışarda kalan ve avunucun yalayan erkek de kendini "ben güzele güzel demem, güzel benim olmayınca" diyerek avutmaya çalışır. Kelekliğe bak, görünen gerçeği kabul etmemek kadar büyük bir sahtekarlık varmı? Etin biçimiyle eğitilmiş bir toplumda, güzel (veya yakışıklı) birini görüpte böyle bir türkü söylemek sahtekarlıktır, kendini ve başkalarını kandırmaya çalışmadır. Eşin güzel bir kadına (veya yakışıklı bir erkeğe) elinde olmayarak baktığında, senin en doğru olarak yapacağın tek şey bunun normal olduğunu düşünerek çaresizlikten iç çekmendir. Gerçekler acıdır bazen ve biber gibi yemek gerekir. Afiyet olsun!

"Nereden sevdim o zalim kadını, Zehretti bana hayatın tadını" diye zırlayan erkek, burda gerçekte sevip ve sevilip evlendiği veya beraber olduğu bir kadından bahsetmiyor. Evli olsaydı zaten anasını ağlatırdı o kadının. Bu şarkı gerçekte kadının söylemesi gereken bir şarkı: "Nereden sevdim bu zalim adamı..." "Ben" için seven "ben", karşısındakine dövünüp ağlama hakkını bile tanımaz: "Ne zırlıyorsun, lan!" diye çarpar ağzına, suratına. Bu şarkıda erkeğin, uğruna zırladığı kadın ben'in kendisi için sevip de elde edemediği, kaçan balık, sahip olamadığı potansiyel-köledir. Herif zırlıyor, çünkü potansiyel-köle (=evlenmemiş kız) "seni seviyorum" diye karşılık vererek herifi kendine efendi seçmemiş. Seçmeyince n'olur? Hıyarettin'e olan olur çoğunlukla: Hıyarettin Nimet'e dut gibi aşıktı. Fakat kızın bu umurunda bile değildi. Nimet Hıyarettin'den bir damla bile hoşlanmıyordu. Aksine peşinde solucan gibi sürünerek geldiğini gördükçe midesi bulanıyordu. Aslan gibi genç ve taze Hıyarettin de kızın kendine yüzvermediğini tecrübeledikçe kahroluyordu ve aşkı daha da ateşleniyordu. Kızın ardından aç köpek gibi yalanıyor, akşamları içip içip zırlıyordu: "Nereden sevdim ben bu zalim kadını". Aşkını içki sofralarında sohbete meze yapıyordu. Seviyorum diye sahiplik iddia eden ve sahip olamayanın, elinde sahiplik belgesi olmadığından yakalayıp dövemediği ve arzularını yaptıramadığı için, kabaran öfkesi ve başkasını dövemediği için kendini dövmesidir. Hıyarettin kızın umursamaması nedeniyle gün geçtikçe daha da perişan oldu. Kız olmazsa yaşayamazdı. Daha çok içmeye, daha çok ağlamaya sızlamaya, öfkelenmeye, etrafına bağırıp çağırmaya başladı. Duvarları yumrukluyordu. Yemeden içmeden de kesilmişti. Canı istemiyordu. Kafasında hep Nimet doluydu. Kara sevdaya tutulmuştu. Her kara sevdaya tutulan Hıyarettin gibi yapmaz. Bazıları daha incedir, daha kibar, daha "uyanık" ve yalvarmasını çok iyi bilir:

"Dil harab-ı aşkınım sensin sebep berbadıma.

Bir teselli ver gelip bari dil-i naşadıma.

Taşmıdır bağrınki gelmezsin benim imdadıma.

Dini ayrı kafir olsa rahmeder feryadıma."

Hıyarettin'in aşkı ne aşkı? Ne biçim bir aşk bu? Hıyarettin kız beni istemiyor diye vazgeçeceği yerde, niye durmadan derin aşka düşüyor? Bunu yarın akşamki serüvene ve sabun reklamına bırakmadan cevaplandırmaya çalışalım: Hıyarettin'in aşkı gerçekte klasik sahiplik aşkıdır: Ben'in ben'i doyurması için aradığı ve bulduğunu sandığı ben için olan aşktır. Çölde "su! su!" diye yavaş yavaş aklını oynatan gibi, kızın ona hiç bir ilgi duymaması onu gittikçe divaneye çevirir. Gerçekte artan ve derinleşen aşkı değil, arzusunun gerçekleşmemesi nedeniyle durmadan artan frastrasyonu, suya erişememesidir. Frastrasyona uğrayan ben'in objektif gerçeği, yenilgiyi, reddedilmeyi ve kabul edilmemeyi kabul edememesi, onuruna yedirememesidir. Bu ben'in ben için yarattığı durum, ki ben asla bunu kabul etmez ve zalim kadını suçlar, bazen kıza tecavüze, bazen de ben'in "sevdiği uğruna" kendini öldürmesine kadar gider. Gerçekte bu olayda kızın hiçbir suçu yoktur: Kızı seviyor diye kızın da onun sevmesini istemek, sevmediği için öfkelenmek, kendine ve etrafına zarar vermek kadar gülünç ve aynı zamanda tehlikeli birşey yoktur. Herneyse ki, çoğu kez bu bencil aşkı nedeniyle kendine ve çevresine bir süre azap ettikten sonra, acı gerçeğin karşısında yenilgiyi içine atar, kabul eder. Sonra biriyle evlenir, ve kendi kendine çektirdiğinin acısını eşinden çıkartmaya başlar: Zalim kadın hayat boyu cezaya çarptırılır. Kadınlarda da bu durum olur mu? Olur tabi, niye olmasın ki. Onlar da aynı kültürün çocukları değil mi? Kız, erkekten farklı olarak bunu içine atar, arkadaşlarına falan anlatır. Olursa olur, olmazsa elinden birşey gelmez ki zavallının, kabullenir. Deli divane olur, fakat boyunsunar gerçeğe.

En iyi şekliyle, bu "seni seviyorum" gerçekte eksik bir sevgidir. Bu en iyi şeklindeki bencil sevgiyi tamamlayan sevgi, "seni sadece kendim için değil, aynı derecede, sen olduğun için, senin için de seviyorum" sevgisidir. Böyle bir sevgiye rastlayan oldumu hiç?

Ah, kişiyi sadece kendisi için sevme sadece kendisi için olsaydı, bunu düzeltme daha da kolay olurdu. Fakat kız ve kadınların kendine özgü insan olarak beş para etmedikleri kültürümüzde, bu durumu daha da kötüleştiren bu ideolojinin birbirini seven iki kişinin ilişkisine aile fertlerinin bencilliklerini de katarak kişiyi canavarlaştırmasıdır:

Ayfer ince ve fidan boylu bir esmer güzeliydi. Davud'a delicesine aşıktı. Davud'ların evine her gün uğrardı. Bazen bütün gününü orda geçirirdi. Davud'un annesi de kızı çok seviyordu. İki genç birbirlerine çok iyi yakışıyordu. Beraberliklerine epey alışmışlardı. Bir gün, Davud'un ağabeyisi Şaban köpürmüş vaziyette kardeşini yanına çağırdı. Çok kızgındı. Sanki kırmızı görmüş öküz gibi burnundan soluyordu:

- O kızla ilişkini hemen kes!

- Niye ki?

- Sana ne diyorsam onu yap! Defet gitsin!. Eğer defetmezsen, seni kardeşlikten çıkarıyorum. Sen benim kardeşim falan değilsin. Gözüme gözükme. Selamı sabahı kes. Benim için sen yoksun artık.

Şaban zavallı genç kızın ne saygısızlığını ne de orospuluğunu bıraktı. Ne olmuştu? Şaban ve arkadaşları bir düğüne mi nişana mı ne gitmişler. Ayfer de ordaymış. Ayfer onu isteyen akrabası bir oğlanın masasında fingirdeşip durmuşmuş. Şaban'ın orda olduğunu gördüğü halde, bırak masasına gelmeyi, dönüp bir kez bile bakmamışmış. Ayrıca bir başka gün, otobüste de benzeri bir hadise olmuş. Buna ilave olarak iş yerinde de edebiyle durmuyormuş. Şaban'ın bu ısrarı ve şantajı karşısında, Davud gerçeği kendisi bulma veya durumu anlamaya çalışma yerine, kardeşinin ithamlarına, suçlamalarına ve arzusuna boyunsunma yönünde harekete geçti. Bunu takip eden günlerde, Davud zavallı kıza etmediği zulmü ve hakareti bırakmadı. Dövdü bile. Kız ağlayarak Davud'un annesine gelip "şu oğluna birşey söyle, ne olur?" diye yalvardı. Davud erkekti, annesini değil, ancak götüne tekme vurabilecek güçte olan babasını dinlerdi. Ayfer kalbi kırık defedildi. Birkaç yıl sonra, Ayfer başkasıyla evlendiğinde hala Davud'u seviyordu. Bir oğlu oldu ve adını Davud koydu. Ayfer'e yapılan, kaba ve yobaz bir kültürün taşıyıcısı olan ve bu yobazlığı şeref ve namus olarak benimseyenlerin, bu bencil bağnazlık uğruna bir sevgiyi çignemesidir. Davud ve Şaban gibiler bu tür taşıyıcılığı gerçekleştirerek yobaz bir kültürün yaşatılmasına katılırlar ve bunu da hayatın değişmez ve doğru bir gerçeği olarak görürler.

Ayfer'in başına gelen gibi, Yaşar ve sevgilisinin başına gelen de hemen her gün tekrarlanmaktadır Türkiye'de. Yaşar ve sevgilisi birbirlerini hayatlarını birleştirecek kadar seviyor. Ardından bir tarafın ailesi izin vermediği için, bu sevgi balon gibi sönüp gidiyor. Yaşar ve sevgilisine bir yandan acıyorum, insanlık dışı bir arap manyaklığının bu gençlere ettiğinden dolayı. Diğer yandan acımıyorum, çünkü önlerinde ki başkaldırı seçeneğini seçmeyecek kadar yobaz arap kültürünü içlerinde taşımaktalar. Yaşar ve sevgilisinin sevgisinde, "seni seviyorum" diyen ben, ben değil, ailesel-bizdir. "Ben" "ailesel-biz" içinde erimiştir. Burda sevilen sevgilinin ailesel-biz ve biz'in çerçevesine kesinlikle uyumlu ve benzer olması şarttır. Burda sevilen "sen olduğu" için sevilmez, "bizden biri olduğu" için, "bize benzediği" için sevilir. Aksi taktirde red edilir. Nermin ve Doğu birbirlerine deli gibi aşıktılar. Fakat Nermin'in babası kızını askeriyeden birine vermeyi reddetti. Kız bu durumu kabul ederek sevgilisine "seni seviyorum, ama ailem evet demiyor, onun için seninle evlenemem" dedi. Burda gerçekte konuşan kızın kendisi değil, konuşan ailesel-bizdir. Peki, aşka ve "seni seviyorum'a" ne olur? Biz çerçevesinin içine düşmeyen aşk ve sevgi tanınmaz, yasaktır, ölüme mahkum edilir, öldürülür ve yok sayılır. Bu yok etme bazen trajik bir neticeyle sonuçlanabilir: Kız ailesi vermediği için intihar eder. Hastalanıp hastahaneye düşenler ve verem olup ölenler çok olmuştur. "Sevdiği uğruna kendine kıyma" olarak nitelenen probleme bu tür çözüm yolu insanın kendine ve ailenin kızına yapabileceği en büyük haksızlıktır. Ailesel-biz türü sevgide, egemen ideolojinin taşıyıcısı bağnaz kişi karşısındakini önce sevdiği-aile çevresi tarafından tasvip edileceği, takdirle karşılanacağı için sever. Bunun aksini yaparsa, Yaşar, Ruhi, Sevim ve sayısız kişinin başına gelen gelir: İzin verilmez. Burda daima bir istisna ortaya çıkar. Eğer "seni seviyorum" diyenler, gerçekte, hiç değilse, "seni ne ailem, ne çevrem için, fakat herşeyden önce kendim için seviyorum" diyorsa, o zaman ne aile ne çevre onların evlenmelerine engel olabilir. Tabi aile öldürme gibi bir yol seçmezse. Bu onların büyük sevgiye sahip olduğunu ve mutlu olacaklarını mı gösterir? Buna kesin bir cevap veremeyiz. Örneğin kız tarafı vermemiştir, kız kaçmıştır, malı elde eden sevgilisi malı kullandıktan sonra başkasına bile peşkeş çekebilir. Ya da "Sen zaten iyi bir kız olsaydın, kaçmazdın" diye suçlayabilir. Veya aileyi dinlemeyip evlenmişlerdir, fakat büyük sevgilerine rağmen ikisi de kendi içlerindeki Sunnilik ve Alevilik çerçevesini parçalayamaz, aksine bu çerçeveye sıkı sıkıya bağlı kalırlarsa, vay o kızın başına geleceklere! Tek çareleri, kendilerini ezen bu çerçeveyi, "Hasan, Hüseyin, Ali ve Yezid'in davaları benim davam değil" deyip, birbirlerini binlerce yıldır arkadan vuran Araplara geri postalamaktır. Ne yazık ki, 2000 yılının eşiğinde bile, şu şiir birçok gencin durumunu özetler:

 

Beni üzen ve öfkelendiren
sen değilsin
Sen
     Aradığın sevgin ve sevgilin
  sevinç ve üzüntülerinle
sadece bir insansın
Sen
 kendi mutluluğu ve sevgisini
başkaları ne der diye
gözlerine dolan yaşları bile
gizleyerek kendinden
parçalayarak kalbini
çiğneyip geçebilensin
Sen
 bu yaşta ve devirde bile
esaret zincirlerini tesbih sanıp
tasalarla dolu bir yolda
sürüklenip gidensin
Sen
Çocuk değilsin artık
Sevgiler senin sevgilerin
dertler üzüntüler senin
Bulup kaybettiğin
sevgililer de.
Bırak artık
yeter bırak
çocuk değilsin
Kendi hayatını kurman gerek
kendin için
Yaşaman gerek
Önce kır şu zincirleri
parçala
Bırak artık
 yeter
kalk
yürü.

Ve Sevim'ler, Yaşar'lar, Ruhi'ler, Ayfer'ler ve kaybolan sevgiyle o an herşeyin bittiğini hissedenler, kalkıp yürürler o "altın kalpli sevgiliyi" bulmak için. Uğraştan ve arayıştan asla vazgeçmemek gerek. Romantizmin bittiği yerde gerçekler mi başlar? yoksa romantizm de gerçeklerle bulandırılmış mıdır?. Romantizm ve gerçekler bizim ve onu kendimize göre ayarlayacak da bizleriz. Bu da istediğini elde etmede mücadeleden vazgeçmemeyi gerektirir.