KENDİNİ VE BAŞKALARINI SEVEBİLME

irfan erdogan

 

Bir insanın başkasını sevebilmesi için herşeyden önce kendini sevmesi gerekir. Kendini sevmeyen insan başkasını asla sevemez. Kendini sevme kendini beğenmişlik anlamına gelmesin. Kendini seven bir kişi kendi öz varlığına ve vücuduna kıymet verir. Kendine iyi muamele eder. Kendini boş yere harcamaz, içkiyle, kumarla, perişanlıkla kendini talan etmez. Kendini seven insan kendine saygısı olan insandır. Kendini kendi eliyle küçük düşürmez. Kendini seven insan kendine güvenir. Kendini bayağılaştırmaz ve alçaltmaz. Kendini seven insanı ne sarhoş nara atarken görürsün, ne bağırıp çağırırken ne de sigara dumanlarıyla kaybolmuş bir meyhanede içip sızar veya sızlanırken. Kendine saygısı olan ve seven insan, kendini dış dünyaya nikotinden iğrenç bir renk almış küflü dişlerle, üstü başı kirli, pis ve darmadağınık bir şekilde sunmaz (deprasyonda değilse). Kendini seven, kendine özen ve saygı gösteren insan, başkalarının da kendine normal olarak kabul edilebilir bir davranış çerçevesi içinde yaklaşmasını bekler. Benzer şekilde, başkalarının ona nasıl davranmasını istiyorsa, başkalarına da öyle davranmayı ancak kendini seven bir insan düşünüp uygulamaya koyabilir.

Başkalarını sevmenin kaynağı sadece o başkalarının kendi-sevilme kalitelerinden değil, aynı zamanda kişinin kendini sevmesinden de kaynaklanır. Kişi başkasını sevmeyi sadece başkalarının kendine gösterdiği sevgiyle değil, aynı zamanda kendini sevilebilecek bir kişi olarak tanıyıp sevmesiyle başarır.

Her insanda belli ölçüde aşağılık duygusu vardır. Normal insan kendinin hem fiziksel hem de toplumda tuttuğu yer bakımından mükemmel olmadığının farkındadır. Bunu bilir ve kendine kabul ettirir. Böylece aşağılık duygusu tanınır, kabul edilir ve dolayısıyla üstesinden gelinir. Bu yolla kişi bu duygusunu sağlıklı bir şekilde kontrol altına alır. Yenilemeyen, kontrol edilemeyen aşağılık duygusu o kişinin duygu, düşünü ve davranış biçimini kontrolu altına alır. Kişi kendini aşağılık duygusuyla kıymetsiz, değersiz, beceriksiz, sevilmeyen olarak niteleyip utangaçlık, çekingenlik ve aşırı pasifliğe itebilir. Ya da tam tersine, üstesinden gelemediği bu duyguyu örtbas etmek için yükseklik-duygusu (kendini beğenmişlik dediğimiz) satışıyla kendi kişiliğini biçimlendirmeye yönelebilir. Ne yazık ki, bu yükseklik duygusuyla dış dünyaya tavır koyan kişiler, yükseklik duygusunun gerektirdiği ögelere (=para, şöhret gibi) sahip olmadıkları, kendilerini kendilerinden başka biri olarak satmaya çalıştıkları için, günlük ilişkilerinde gerçekte kıvranışlarla doludurlar: Kendini aldatmalarla. Kendi kendilerine yalan söyleyen bu tür insanlar, bilerek veya bilmeyerek, hem kendilerini hem de çevrelerini sürekli rahatsız, mutsuz ve tedirgin ederler. Sevgileri bile aşağılık duygusuyla bulandığı ve boğulduğu için oldukça problemlidir. Aynı zamanda, aşağılık duygusu, kendine karşı, haksızca haklı diye savunulan haksızlıklarla doludur. Aşağılık duygusu kültürel bağnazlıkların kolayca benimsenmesini ve gerektiğinde faal bir şekilde bu yobazlıkların ifade ve icra edilmesini kolaylaştırır. Böylece kendine olan sevgisizlik dışarıya döndürülür. Birkaç örnek verelim. Yer: Madison, Wisconsin, Amerika. Karlı bir kış günü. Refik bir arkadaşının evinde misafir. Arkadaşı iki Türkle kalıyor. Refik enteresan bir duyguya sahiptir: Pasif aşağılık duygusunu kendi kendiyle mücadele ederek yenmeyi başardığı, kendini kendi olduğu için kabul edip sevmeyi kendine öğrettiği, dolayısıyla bu alanda tecrübeli olduğu için aşağılık duygusuyla kıvranan insanı hemen tanırdı. İyi de geçinirdi böyleleriyle. Onları idare etmesini bilirdi. Arkadaşının evinde Ali ile tanıştı. Tanıştıktan onbeş yirmi dakka sonra, Ali'nin yükseklik duygusuna bürünmüş aşağılık duygularıyla ezilen biri olduğunu anladı. Uzun zaman döner yememişti. Gittiği Purdue Üniversitesi bir kasabadaydı. Nadiren Şikago'ya arkadaşlarıyla Türk yemeği yemeye giderdi. Neyse. Ali'yle oturup konuşuyordu. Canı döner istedi. Ali'ye sordu:

- Burda Türk lokantası varmı?

- Yok.

- Peki, döner bulabilir miyiz?

Ali cevap vermez. Refik Ali'nin anlamadığını sanır ve soruyu tekrarlar. Ali isteksiz, yüzünü buruşturarak:

- Bulursun.

 

- Nasıl yapıyorlar, iyi mi?

- Bilmiyorum.

- Niye, döneri sevmez misin?

- Severim.

- Hiç yemedin mi burda?

- Yok.

- Niye?

 

- Yapan herif Yunanlı da ondan.

 

Lise zamanlarında falan olsaydı Refik "helal olsun, lan" diye Ali'yi takdir ederdi. Fakat şimdi farklıydı. Ali'ye üzülerek baktı. Aciz ve zavallı bir insandı karşısındaki. Fakat Refik'in o zaman farkında olmadığı birşey daha vardı: Bu acizliğin altında yatan canilik psikolojisi. İnsanlık tarihinde bu aciz zavallı insanlar milli veya dini politikalarda maşa olarak kullanılıp kendileri gibi diğer aciz ve zavallıları acımasız öldürmüşlerdir ve acımasız öldürülmüşlerdir. Bu aciz insanın sapıklaşmış milli hissini incitmemeye çalışarak, Refik "Valla senelerdir yemedim, şeytan bile pişirse yerim" dedi, gülerek. Ali'nin bu pek hoşuna gitmemişti, fakat isteksizce kabul etti, Refik'i götürmeyi. Sadece götürecekti, yemeyecekti. Refik arabayı sürerken o yol gösterdi. Lokantaya birkaç cadde ötede parkettiler. Yürüdüler. Lokanta karşı caddedeydi. Ali işte orası diye işaret etti:

- Ben burda beklerim.

 

- N'olacak ki beraber geçelim karşıya?

Ali Yunanlının dükkanının olduğu sokağa geçmeyi reddetti. Refik kendi geçti, Aldı ve yedi. Ali üniversite bitirmiş, yüksek lisans yapan biriydi. Şimdi, eminim, Türkiye'de bir üniversitede gelecek nesilleri yetiştiriyor. İnşallah sapıklıktan vazgeçmiştir.

Bu sapıklığın ne denli bir hastalık olduğuna bir başka örnek verelim: Pittsburgh, Pennsylvania, Amerika. Türk öğrencisi Dündar aklını oynatmıştı, Üniversite hastahanesinde yatıyordu ve uçakla Ankara Hacettepe hastahanesine nakledilmeyi bekliyordu. İntihara kalkışmıştı. Dündar orta boylu, zayıf, kumral bir gençti. Hamdi ziyaretine gitti. İki kişi daha vardı ziyaretinde. Dördü bir masa etrafında oturmuş konuşuyorlardı. Dündar normal, hiçbirşeyi yok gibiydi. Hamdi izliyordu. Bir müddet sonra Dündar ayağını titretmeye başladı. Sonra titreme hızlandı. Ardından, tavanın köşelerini göstererek, "bak televizyon kameralarıyla bizi izliyorlar" dedi. Hamdi : "Izlesinler önemsiz" diye cevap verdi.

Dündar epey ciddi ve korkulu:

 

- Yok, önemli. Kafeteryada bir kız var, biliyormusun. Kız Yunanlı. Beni zehirleyecek. Bana soda verdi. Almadım. Israr etti. Zehirleyecekti beni. Bağırdım da korkup gitti.

Çocuk Hacettepe'ye nakledildi. Sonradan iyileştiğini duyduk ve sevindik. Bu çocuk hayatında ne bir Yunanlıyla ilişki kurmuştur ne de bir Yunanlı tanımıştır. Ne de bir Yunanlı buna bir kötülük yapmıştır. Peki bu korku, bu paranoya nerden kaynaklanıyor? Şurdan: Kendini insan olarak sevmesini öğrenemeyen ve bu tür öğrenmenin kösteklendiği çevrelerdeki insanların, yönetici gurupların sunduğu egemen ideolojilerle kendilerini özdeştirmelerinden. Kendini insan olarak sevmesini beceren insan başkalarını da öyle sevmeye yönelir. Kişinin önce kendi hayatına, ve dolayısıyla başkalarının hayatına, önem vermesi ve saygı duyması gerekir. Bu önem ve saygıyla birlikte hiçkimsenin kendi hayatını ve kendinin de hiçkimsenin hayatını yoketmek için girişimde bulunmaya hakkı olmadığı düşüncesi gelir. Buna istisna ancak kendi varlığını yoketmeye yönelik bir atağa kendini koruması için karşılık vermesi olabilir. Fakat nefsi müdafaa için karşıdakini öldürmek ancak başka engelleme yolu kalmadıysa son çare olarak haklı çıkarılabilir. Tabi Hitler'in Avrupayı ve İsrail devletinin de Filistinlileri doğraması asla nefsi müdafa olarak nitelenemez.

Kendini seven insanla kendine hayran olan insan arasında büyük bir fark vardır. Kendine hayran olan insan etrafına sadece huzursuzluk ve sinirlilik verir, çünkü kendine hayran insan kendini evrenin merkezi sanır ve herşeyin kendi etrafında dönmesini ister, arar, şiddetle arzular. Böyle bir insanın etrafında sadece mutsuzca sırıtarak dönen uyduları vardır: Çanak yalayıcıları, esirleri ve köleleri. Böyle insan merkezi kimseyle paylaşmaz. Böyle insanın başkalarına olan sevgisi ve ilgisi merkezin uydularına olan ilgi ve sevgisidir. Uydularını, sermaye insanları nasıl kullanıyorsa, o da öyle kullanır: Sermaye için insan önemsizdir, ihtiyacı olduğu sürece kullanır ve olmadığında atar veya yerine başkasını getirir. Böyle insanın sevgilisi onun en yakın uydusudur. Onu merkeze en yakın yere yerleştirir. Sonra, merkezin etrafında dönüşüne bakarak zevklenir ve mutlu olur. Uydunun da bu ilişkiden mutlu olmasını ister. Kendine hayranlık hissi, benliğin başkalarına mutsuzluk dağıtan hastalıklarından biridir.

Kendini sevmeyi, saygı duymayı ve kıymet vermeyi burnu büyüklük, kendini üstün görme ve kendinden olmayan başkalarını küçümseme olarak anlamayalım. Kendini sevme, (1) kendini bilme ve (2) başkalarını da kendini bildiğin gibi anlamaya çalışmaktır. Kendini bilme ve sevme de bazen kendi kendinle mücadele ve kontrolu gerektirir. Kadir'in başından geçen buna güzel bir örnek: "Mahmut askerlik ocağında yetişmiş ve uzun süre askeri doktorluktan sonra Amerika'ya gelip yerleşmişti. Alman bir eşi vardı. Kadir'in arkadaşı rahmetli ihtiyar Gus, Yunan şiveli Türkçesiyle, "Kadir seni bir Türk cerrahla tanıştırıyım" dedi. Uygun bir zamanda doktorun evine gittiler. Doktor yemeğe kalmalarını istedi. Güzel bir barbekü yaptılar. Sofra hazırlandı. Gus bir sandelyeyi çekip yerleşti. Kadir masanın yanında ev sahibinin ona oturacağı yeri işaret etmesini ayakta bekledi. Doktor masaya geldi ve Kadir'e bakarak, masanın bir köşesini işaret etti ve erine emir veriyormuş gibi: "otur lan!" dedi. Ağzından çıkan sözü duyar duymaz, doktor şaşırdı. Duraladı. Kadir şaşırmamıştı. Doktor binbir özür dilemeye başladı. "Eski alışkanlığı atamadık gitti" diye yakındı. Kadir "önemsiz" dedi gülümseyerek.

Oğlan lokantada iki kızla oturuyordu. Kimdi bu kızlar? Ne bileyim ki. Belki de biri kardeşiydi, öbürü de Allah bilir kim. fakat bir süre sonra, "bu genç kızlar bu hıyarla niye oturuyorlar, niye çekiyorlar?" diye kendi kendime düşündüm. Yemek yediler. İçki içtiler. Akşamın 6'sında gelmişlerdi. Kalktıklarında gecenin yarısı olmuştu. Altı saatten fazla kaldıkları sürede toplam konuşmaların yüzde doksan beşini kendini, kardeşini, annesini ve bir arkadaşını öven, onu bunu kötüleyen oğlan yaptı. Geri kalan yüzde beşi de kızlar oğlanı tasdikle veya "he ha, olurmu ya" ile doldurdular. Oğlanın çenesi makineli tüfek gibi çalışıyordu. Kızlara fırsat bile vermiyordu. Tanıdıkları hakkında olaylar anlatıyor, ona buna atıp tutuyor, gülüyor, pişmiş kelle gibi sırıtıyor, dudak buruyor, anlatıyor ve anlatıyordu. Yan masada oturan bizim kafamızı "şey" yapıyordu. Herşeyi biliyordu oğlan. Kendine göre, hata falan yapacak biri de değildi. Başka zaman da annesiyle gelmişti. Annesiyle tartışmaları çoğunlukla hem para hem de babasının tavrını eleştiri etrafında dönüyordu. Babası zengin olmalıydı konuşmalarına göre. Babasıyla büyük çatışma içindeydi. Babası hem besliyordu bu ineği, hem de eminim dırdırını dinliyordu. On masa ötedekileri bile rahatsız edecek şekilde konuşuyordu. Hiç kimse de umurunda değildi. Oğlan kimseye birkaç cümleden fazla konuşma hakkı bile vermiyordu. Bu denli kendini sevme gerçekte kendini sevmenin ötesinde "ben, ben, ve yine ben" hayranlığından veya aşırı olarak kendini savunma hissinden kaynaklanabilir. Bu tür sevgi belki ben'i tatmin edebilir veya ben'i tatmin ediyorum diye kendini kandırmaya çalışabilir. Oğlanın yüzüne bakarsan epey de keyifli ve mutlu. Sanki seks yapıyor kerata (olurya niye olmasın ki, değil mi Freud amca?). Annesiyle olduğunda ise daha çok iddialı ve haklı. Fakat "ben" hayranlığı veya ben'in kendini savunması ve haklılığının iddiası, sesinin tonu ve jestleri, ayrı bir hikaye anlatıyor: Başkalarıyla ilişkisinde pek de verimli olmadığını.

Zekiye'nin nişanlısına her telefon edişinde Hatice cevap verirdi. Ve çoğu kez de nişanlısı orda olmazdı. Birbirlerine ve bu duruma o denli alışmışlardı ki, Zekiye öbür uçta Hatice'nin sesini duyar duymaz "Ah, biliyorum Kamil orda değil, değil mi?" derdi, cana yakın bir sesle. Hatçe de "evet" diye karşılık verirdi. Hatice epey merak ediyordu Zekiye'yi. Telefonda edindiği intibaya göre çok ilginç ve sevimli olduğunu düşünüyordu. Ve en sonunda tanıştılar. Epey açık sözlü ve havalı biriydi. Hatçe Zekiye'den hoşlandı. ikinci karşılaşmalarında Hatice, Hatice'nin sevgilisi, Zekiye ve zekiye'nin nişanlısı Kamil hep birlikte yemeğe çıktılar. Bu sefer, Hatice Zekiye'nin davranışlarını ve konuşma biçimini epey itici buldu. Ayrıca nişanlı olan bu iki kişinin bir kez bile birbirine sevgi göstermemesi veya sevgi dokunuşunda bulunmaması, ayrılırken bile hiçbir sevgi paylaşma ifadeleri göstermemeleri epey garibine gitmişti. Yanıldığını anlamıştı. Kamil'in Zekiye'yi övüşünden, Zekiye'nin sürekli telefon edişinden birbirlerini çok sevdiklerini sanmıştı. Bu iki kişi arasında bir küçük sevgi işaret aradı, bulamadı. Etrafdaki masalara baktı. Bir sürü kadınlı erkekli masalar. Masalardaki çiftler birbirlerine karşı kayıtsız görünüyorlardı. Hatice'nin içini "Evlilik ve sevgi bu mu? Biz de mi böyle olacağız" diye bir kuşku kapladı. Zekiye'nin nişanlısına baktı. Sonra kendi sevgilisine. Sevgilisi tamamiyle farklıydı: Sevgi doluydu. Bazen korkutucu bir sevgi. Elini tutmazsa rahat edemezdi. ille ki dokunacak. Bazen omuzuna attığı kolu onu yorardı. Arabada giderken, vitesi durmadan kullanmak zorunda kaldığı ve sevgilisinin elini tutamadığı için arabasına bozulurdu: "Bir dahaki arabam otomatik olacak kesinlikle, o zaman sürekli elini bırakmak zorunda kalmam" der ve gülerdi. Hatice düşünmesine devam etti:"Eğer bana dokunamazsa, ille ki benim ona dokunmamı isterdi. Ensesine dökülen uzun saçını kıvırır oynardım. Hoşlanırdım. Varlığını arardım yanımda, elini elimde. Herhalde sevmek buydu." Zekiye ve nişanlısına tekrar baktı. "Belki de çok çekingenler. Bu yüzden böyle sanki iki arkadaş gibi davranıyorlar birbirlerine" diye geçirdi içinden. Zekiye yokken nişanlısı onu övmüştü. Zekiye ile iftihar ediyor gibi bir durumu vardı. Zekiye haddinden fazla makyaj yapıyordu. Makyaj genç yüzünü çirkinleştiriyordu. Yanındakilerin dikkatini çekecek şekilde havalı konuşuyor ve hareket ediyordu. Hatice akşam eve giderken, sevgilisiyle Zekiye ve nişanlısı hakkında dedikodu ettiler. Sevgilisi Zekiye'nin gerçekte iyi bir insan olduğunu, fakat yükseklik duygusuyla kendini sunmasının birçok kişi tarafından batıcı ve hoş olarak karşılanmadığını belirtti. Suyundan gidersen ve onunla gerekli gereksiz rekabete girmezsen, anlaşabileceğin bir kişi olduğunu söyledi. Hatice "felsefe yapmaya başladın yine" deyince, daha fazla açıklamada bulunmayı bıraktı. Hatçe'nin bu "felsefe yapma" lafına belki kızması gerekti. Fakat saçma buldu. Hatçe'nin bunu söylemekteki amacını negatif olarak değerlendirmeye gerek yoktu. Hatçe'nin de bazen cadılık yapmaya hakkı vardı. Hatçe'nin öyle hissettiği ve düşündüğu için, ona sitem etmeye hiçbir hakkı da yoktu. İyi akşamlar dileyip öpüşüp ayrıldılar. İkisi de birbirini tanımaktan mutluydu.

Pakize deprasyona düşmüştü. Sürekli hır gürle geçiyordu günleri. Zaten kendine o kadar bakmazdı, şimdi ise kendini iyice koyvermişti. Sürekli içtiği sigaradan dişlerini fırçalamaya fırçalamaya zift kaplamıştı. Sinirlilikten benzi hep soluktu. Canı ne giyinmek, ne saçını yaptırmak, ne de bir girişimde bulunmak istiyordu. Mecbur olmasa yataktan bile kalkmazdı. Giyinmenin önemi yoktu artık. Eline gelen herşeyi üstüne takıyordu. Dairede adını "pasaklı Pakize" koymuşlardı. Pakize şimdi anlayışsız ve rezil olarak nitelediği biriyle evlenmişti. Eşi eve bile doğru dürüst uğramıyordu artık. Pakize daha da unutkan olmuştu. Sigaranın birini bitirmeden diğerini yakıyordu. Bütün günü çoğunlukla işte, mutfakta, uyuyarak veya didişerek geçiyordu. Çocukları onu takmıyordu bile. Buna çok içerliyordu. Eskiden bu kadar bağırmazdı. Şimdi başı ağrıyıncaya kadar bağırıp azarlıyordu çocukları. Bazen o denli bıkıyordu ki kendini odada yere atıyor, "yeter artık ben sizden birşey istemiyorum, beni rahat bırakın. Kımıldamayacağım. Yatacağım burda. N'aparsanız yapın!" diye sızlanıyordu. Bazen daha da ileri giderek bağırıyordu: "Ne istiyorsunuz!, öldüreyim mi kendimi, ha!? Öldüreyim mi!?" Balkondan kendini atacağını söylüyordu. Oğlu üzgün, ağlayarak sarılıyordu annesine: "Özür dilerim, özür dilerim." Kızı "numara yapıyor" diye içinden geçirerek ve kıs kıs gülmesini saklamaya çalışarak birşey demeden annesine bakıyordu. Çok saçma buluyordu annesinin bu mantıksız şantajını. Bazen içinden "at bakalım" veya "yat geberinceye kadar, yatamazsın ki" diye alay etmek geliyordu. "Olur ya belki atar" veya "bakalım ne kadar ölü taklidi yapacak" diye alaylı alaylı seyrediyordu. Annesinin bu alaylı bakış gözünden kaçmıyordu. "Bak benimle alay ediyor. Öleyim de gör!" diye çıkışıyordu. Bazen oğlu yerde halı gibi yatan annesine "N'olur anne konuş" diye yalvarıyordu. Kadın "konuşmuyorum, konuşmayacağım, siz görürsünüz!" dedikten sonra susuyordu. Kızı bir müddet sonra gösteriden sıkılıyor, odasına çekilip heavy Metal dinlemeye başlıyordu. Küçük ise hala yalvarıyordu: "N'olur anne konuş benimle." "Konuşmam!" diyordu annesi inatla. Ölü gibi yatarken odasına çekilen büyük kızının saçlarını yolup kafasını duvara çalmak geliyordu içinden. Amma kolunu bile kıpırdatmak arzusu duymuyordu.

Kendini ve yaşadığı hayatı sevmeyen kişiyle yaşamak bu dünyada cehennem azabını tatmak gibi birşey olmalı. Bu, cehennem hayatına alışık olmayanlar için mutsuzluklarla dolu bir yaşam demektir. "Kendini birşey sanan," ve öyle satan, ve gerçekte kendisiyle bile barış ve huzur içinde olmayan biriyle yaşamak daha da korkunç olmalı. Bu kişi seni elde ettikten ve "evinde" hapsettikten sonra, sana emirler verir, senden yapmak zorunda olduğun şeyleri yapmanıister. Yapmazsan, yapamazsan, ihmal edersen veya onun istediği şekilde yerine getirmezsen, vay senin haline! Yandın demektir. Açar ağzını yumar gözünü. Sana görev ve sorumluluklarını kulağının zarı patlayacak biçimde hatırlatır. Nankörlükle suçlar. Hakaret eder.

- Peki istediklerini yaparsan ne olur?

 

- Sana sevgiyle sarılır, sevinçle öper, içtenlikle teşekkür eder, onu ne kadar mutlu ettiğini anlatacak söz bulamaz, ve sana ve yaptığına ne kadar değer verdiğini binbir ceşit yolla göstermeye çalışır.

- İrfan sen ya gırgırla tam aksini yapacağıni demek istiyorsun, ya da kafandaki teller karıştı. Aman tellere dikkat!

- Teller sağlam, tıngır mıngır çalıyor. Gerçekte her zaman yaptıklarından birini veya birkaçını yapar: Küçümser, değersiz bulur, aşağılar, "sen işte bu kadar bilirsin," "sen işte bu kadar yaparsın'" "senin elin bir işe yakışmaz," "bu da ne?" gibi gayetten de duygulu karşılıklar verir. Seni aşağılayarak mutlu etmek için seni sevdiği biriyle karşılaştırır ve ne bokten olduğunu kanıtlar. Örneğin pişirdiğin yemeği asla beğenmez. Yüzünü buruşturur. Ardından oturur masaya ve zıkkımlanır. Midesini şişirdikten sonra da, senin yaptığını annesinin veya sevdiği birinin yaptığı yemekle, hazırladığı sofrayla, temizlediği evle karşılaştırarak seni biraz daha yerin dibine sokar. Senin ne denli beceriksiz, işbilmez, mızmız, yetersiz olduğunu sana sürekli tekrarlayarak asla unutturmaz. Seni ezilmişliğinde daha çok ezer. Sen bu karşılıkları duyunca ve görünce mutluluktan dört köşe olursun. Adamın boynuna sarılıp boğasın, pardon öpesin gelir. Boğamazsın, çünkü, bir insanı hayat boyu gaddarlığa mahkum etmenin suçu ve cezası yoktur, fakat "ulan benim hayatımın içine ettin!" diyerekten bir kerecik boğmaya kalksan, yani öyle çok değil, azıcık boğmaya kalksan, erkeksen erkekliğine küfrederler, kadınsan "kaçırdı, bu cadaloz! erkeğine saldırmaya başladı" diye kınarlar. Suçlu olursun. Ne olur ki bir kez boğmaktan!? Kurtulursun. Herhalde millet kurtulmanı istemiyor. Neyse. Bu gördüğün onun en iyi halidir. Kibarlıktan ve insanlıktan bahseder. En mükemmel insan odur. Baskalarını "kırolukla," "hanzolukla" falan yerer. Fakat sana ne "günaydın" der. Ne "iyi geceler." Ne de halını hatırını sorar. Sana ne insan gibi yaklaşır ne de senin değerini bilir. Nadiren ağzından bir çift tatlı söz çıkar. Senin normal "merhaba'' veya "nasılsın?" soruna bile "ne var?!" "haa!" gibi hırlamayla karşılık verir. Bazılarının hastalığı o denli ileridir ki manyaklığı akıl almaz ölçülere ulaşır. Örneğin gazete okuyordur. Gazetenin okumadığı bölümüne bakmak istersin. Bağırır. Okutmaz. Hatta iki tane gazete vardır önünde. Birine bakmak istersin, kızar. izin vermez. Elinden çarpar alır. Seni muhakkak birşey için cezalandırıyordur. Sen bile bilemezsin ne için cezalandırdığını. Söylemez. Sen konuşmak istersin. Anlamak ve anlaşmak. Sana en iyi verdiği karşılık şudur:

- Bana ağzımı açtırma. Açarsam iyi şeyler çıkmaz. Fena olur.

Adam haklı. Ağzını kapasın daha iyi. Açtığı zaman hakkaten fena olursun. Neden fena olursun? Kokudan. Adam ağzını açtığında zaten karşısında duramıyorsun ki, bir de birşey söylerse ne yapacaksın. Bak, adam seni uyarıyor. Ne iyi değilmi!

Kısaca kendi kendiyle bile kavgada olan bu zavallı ve adi sapık insan taslağı senin hayatını zehreder. Bu zehrolan hayat, eğer sen de ona benzer biriysen veya didişmeye eğilimliysen, ortaklaşa zehir suna suna, zehir saça saça sürer gider. Ne zaman biter? Bittiği zaman: Ölünce, öldürünce, terkedince, terkedilince. Nasıl ki "gidiş" normal değilse, "bitiş" de çoğu kez benzeri şekilde olur.

Kendini ve başkalarını sevme kendine ve başkalarına yönelik sağlıklı bir anlayış ve iletişim tarzını gerektirir. Kendini sevme aynı zamanda, kendi yetersizliğini çekinmeden kendine kabul ettirmedir. Kendinin bazen yanlış, hatalı ve farkında olmadan kırıcı olabileceğini de. insan olmak o kadar kolay değil. Sevmek ve sevilmek de.