SAHİPLİK: SEN BENİM MALIMSIN

irfan erdogan

Türkülerimiz vardır: "Seni vermem ellere" diyen türkülerimiz. Türkülerimiz vardır, "ölürüm de vermem seni" diye güya kendini adayan türkülerimiz. Türkülerimiz vardır, "seni kimse alamaz elimden," "Eğer anan seni bana vermezse, ahtım olsun keseceğim yolunu" diyen sahip olanın (annenin) sahipliğine karşı sahiplik iddia eden azılı türküler. Bazı şarkılar da unutmayasın diye hatırlatır: "Unutmaki benimsin biricik sevgilimsin." Gazetelerde haber: Karısını elli yerinden bıçaklayarak öldürdü. Neden? sahiplik: Seni vermem ellere. "Sen kimsin ki beni vermiyorsun ellere?" diyecek gücü yok ki kadının. Kaba güç ve ekonomik ve kültürel baskı ve bağnazlıklar altında "sen kimsin ki?" diyecek durumda değil ki. Adam kızın bile haberi olmadan kızı sever. Sevgiden deli divane olur. Kıza yanaşır sonunda. Kız yüzvermeyince "sen benimsin, tek sevgilim, ben kendimi sana adadım" der çeker bıçağı doğrar kızı. Ardından ya kaçar ya da kendini de "aşk uğruna helak" eder. Veya kız nişandan veya evlenmekten vazgeçer. Gazetelerde bir başka haber: "Aşk cinneti: Evlenmekten vazgeçen nişanlısı ve annesini yol ortasında kurşunladı."

"Seni vermem ellere" romantiklik gibi, büyük sevgi gibi görünebilir. Gerçekte kadına yapılan en büyük haksızlıktan birinin ifadesidir bu: Sahiplik. Malını kaybetmek istemeyen, malının boğazına sıkı sıkıya sarılmış gözü dönmüşün sen benimsin iddiasıdır. Bu iddiayı sadece erkek değil esaretteki kadın da yapar. Kadının sahipliği erkeğinkinden farklıdır. kadınınki esirin tutsaklık düzeninde efendisine olan bağımlılığının bir neticesidir. Kadının sahipliği kölenin özgürlük korkusudur. Kölenin sahipliği efendinin sahipliğini de haklı çıkarır. Türk filmlerinde ki gibi erkeğinin ayağına kapanmış yerde sürünen kadının sahipliği hayali bir sahipliktir. Sahip olunanın diğer kölelerden sahibini kıskanmasıdır. Sahiplikteki avunmasıdır: "Katip benim ben katibin el ne karışır. Katibime kolalı da gömlek ne güzel yaraşır." Tutsağın kendini efendisiyle özdeştirerek sahiplik hayalidir. Kendinin olmayanı kendinin sanmasıdır. Sadece bu sanıyla kalmayıp gerek duyduğunda bu sahip olduğunu sandığını canla başla korumasıdır:

- Allah yoluna cenk edelim, şan alalım şan!

- Vatanı satanlara ölüm! (Sanki vatanın sahibi oymuş gibi. Veya sanki vatanı o da paylaşıyormuş gibi: Evet paylaşıyor. Ama bu paylaşma erkekle kadının paylaşmasından daha da kötü bir paylaşmadır. Hiçbirşeyi olmayanların Allahı, peygamberi, vatanı, milleti, namusu, Türklüğü, Kürtlüğü, Amerikalılığı vardır. Herşeyi olanlar ise Allahı, vatanı, milleti, namusu ve Türklüğü sadece ihtiyaçları olduğunda gaspettikleri herşeyi korumak için kullanırlar. Tekrar edeyim, kullananları ve sömürenleri suçluyor gibi görünebilirim. Gerçekte suçlamıyorum, neyse onu anlatmaya çalışıyorum. Bu kullananları suçlamadan önce, kendimize bakalım. Gasbettiğini, çaldığını, sahip olduğunu kaybetmemek için mücadele edenin, mücadele etmesi bakımından, suçu yok bence. Suç başkasına kendi arzu ve isteklerini zorla, kandırmayla, gerçek ve nitelik yerine psikolojik üçkağıtcılıkla başkalarına kabul ettirme ile başlar. Bu anlama, örneğin egemen sistemlerin egemen kurumlarının (aile dahil) insanlara yaptıkları suçtur. Benzer şekilde, başkasının mücadelesini kendi mücadelesi sanıp birbirini boğazlıyanlar da suçlu değil mi?

- Kocamı elimden alan kaltağı gördüm. Tuuu! utanmaz kaltak! Pis birşey, kılıksız karı!

"Aşkın aldı benden beni, Bana seni gerek seni" diyen Yunus kendini Tanrıya adıyor. Tanrı aşkıyla yanıyor. Yunus'un "ben'i ve ben aşkı" Tanrıda birleşen tanrısal ben ve tanrısal aşktır. Bu aşkta tatmin tanrıya hizmettir. Tabi Yunus'u hiçkimse Tanrı adına cinayet işlemeye falan gönderemezdi. Yunus böyle bir sapıklıkda asla Tanrıya hizmet bulamazdı. Yunus'un ki kendini Tanrıyla ilişkisinde Tanrıya vermekti. Yukardan aşağı doğru, Tanrı, tanrının dünyadaki işlerini yürüten temsilcileri (dini kurumlar ve onların başındakiler), koca ve kadın hiyerarşisi sıralamasında, kadının cennete gitme yolu bu hiyerarşiden geçerek olur: Bu hiyerarşide yukarı doğru baktığında, kadının ilk gördüğü kişi kocasıdır. Dolayısıyla, kadının Tanrıya hizmet yolu kendisini kocasına adayıp ona hizmetle başlar. Burda, kadın bir Tanrıya, bir dini örgüte ve bir kocaya sahiptir. Kadının kocasına sahipliğinde, kadının "ben'i ve aşkı" ancak kocasına kendini vermesiyle anlam bulur. Kadının bu sahipliği gerçekte sahip olunma yoluyla elde ettiği sahip-olunma sahipliğidir. Kadın sahip olunarak sahip olur. Kadının mutluluğu ve tatmini sahip olunma sürecinde elde ettiği mutluluk ve tatmindir. Bu gerçekte çoğunlukla mutsuzluk ve tatminsizliğin kendini bu sahip olunma sahipliği çerçevesi içinde yeniden tanımlayarak mutluluk ve tatmin olarak sunmasıdır. Bu da tabi her zaman işlemez, özellikle bu çerçevenin içinde kadın nefes alamaz hale geldiğini hissettiğinde çalışmamamaya başlar.

Gerçek sahip olan erkektir. "Katip benim, ben katibin" diyeninki ise kendine zinciri vurana vurulmadır. İran'da ve Beyrut'ta kaçırılan Amerikalıların Amerikan imperyalizmine karşı konuşması ve Ortadoğudaki durumu "başka gözle" görmeye başlaması sonucu, Amerikan ideolojisi kendini savunmak için "Stockholm Syndrome" kavramını ortaya attı. Kabaca, bu kavrama göre, tutsaklar yaşamak zorunda oldukları için belli bir müddet sonra kendilerini tutanlara karşı yakınlık hissetmeye başlıyorlar ve sonunda onları haklı görmeye kadar gidiyorlar. Bu, "Stockholm Syndrome" evlilik kurumunun tutsaklığı altında "katip benim ben katibim el ne karışır. Katibime kınalı da gömlek ne güzel yaraşır" diyen kadının durumunu çok iyi yaraşır: Çıkar yolu bırakılmayanın ve olmayanın, kendi gardiyanı üzerinde sahiplik iddia etmesi!

Birçok filimlerde şu kaba senaryoyu görmüşüzdür: Erkek ve kadın. Kadın erkeğe ait. Süs eşyası. Kullanılan mal. Kadın ilişkiden kaçmak, kurtulmak ister. Erkek hiç malından vazgeçer mi!: Ya hapseder kadını bir odaya, ya sopalar, durmadan işkence yapar, ya da bir yolunu bulup öbür dünyaya göndermeye çalışır. Örneğin, klasik "Vurun Kahpeye" filmi gibi filmler sahipliğin sosyal hastalık ve sosyal canilik biçimindeki görünümüdür. Hemen her popüler filmde, kadın herhangi bir sahiplik sapıklığının türlü şekillerde ifadesiyle kurban edilir.

Aşık olursun. Seversin. Sevgilim dersin. Benimsin. Evlenmek bu benimsin'i tapulaştırır. Aşkta karşılıklı hislere bağlı olan bu benimsin, evlilikte tapulu mal haline gelir. Benimsin'in gaddarlığı iki katlıdır: (1) Birincide, benimsin, "Rabbin bana bir nimeti varsa o da sensin" diye sana, boşanma dışında (bazen öldürür de boşanmaz), seçeneksiz bir yaşam hakkı tanır. Rabbin nimeti tek işe yarar: Kullanılır ve yenirse, yenir. Afiyet olsun! Benimsin diyen, bu iddiasıyla, senin "yok artık senin değilim" deme hakkını elinden alır, bu hakkı kaybettiğini ileri sürer: Nasıl olur da benim olan sen, bana benim olmadığını söyleyip ihanet edersin! Ben seni seveyim, herşeyimi vereyim. Sen bana hiyanet et. Nankör! Olmaz! Asla olmaz! Sen benimsin. Ölürüm de (güçsüzün, kadının, yöntemi) veya öldürürüm de (güçlünün, erkeğin, yöntemi) vermem ele. (2) İkincide, "Ne mümkün vazgeçmek eyvah ki senden. Seni terkedemem yok ihtimalim." veya "seni vermem ele" diye, karşıdakinin his ve seçim hakkını elinden alan kişi, aynı şeyi kendi istediği zaman iş tamamiyle değişir: İstemediği zaman, "Geberirim de vermem ele" dediğini sıcak patates gibi hemen elinden bırakır. Bu tür his sahiplik psikolojisinin bir özelliğidir: Sahip olunanın, bu sahip olunmadan kendi isteğiyle ayrılmaya kopmaya hakkı yoktur. Sahip olunan kendi geleceğini kendi arzusuna göre saptama hakkını aşık olarak ve evlenerek kaybeder. Sahip olan ise hem kendinin hem de diğerinin kaderini elinde tutar:" Sen beni seviyorsun, ben de seni. Sen benimsin, ben de senin" tatlı-aldatmacası ta ki "ben seni seviyorum" ortadan kalkıncaya kadar geçerlidir. Sahip olan için, "artık ben seni sevmezsem, sen benim olmak istesen bile bana ne!" gerçeği egemendir. Böylece, sahip olan "ben" kendini bağımlılıktan azad eder. Sadece kendini azad etmez, aynı zamanda sen'i de istenmeyen bir eşya gibi kapı dışarı eder. Eğer bu "ben" erkekse, kadın "sen benimsin, gidemezsin, terkedemezsin", diye ne kadar yırtınırsa yırtınsın, erkek istediğini yapar. Kadını satar bile. Eğer bu "ben" kadınsa, durum genellikle değişir ve vurun kahpeye filmleri çevrilir. Kadının "sen benimsin gidemezsin" diyen erkekten "ben seni sevmiyorum artık, ben senin falan değilim, Alla'n ayısı" deyip ayrılmaya kalkması öyle kolay kolay verilebilecek bir karar değildir. Çünkü kadın sadece erkeğin "sen benimsin" gaddarlığıyla ve kendi hissel bağımlılığıyla değil, aynı zamanda çevrenin ekonomik ve psikolojik gaddarlığıyla güreşmek zorundadır. Ekonomik bağımsızlığı olan kadınlar için bu biraz daha kolay olabilir. Geriye sadece hissel bağımlılığı yenme kalır ki bu da gözyaşlarına neden olur. Bu tür kadın için "sen benimsin" benim olman istediğin sürece geçerlidir. Fakat "sen benimsin" bağımlı kadın için tek taraflı olarak işler: Bağımlı kadın için geçerli olan, istese de istemese de, "ben seninim" olur. Sense ben'i ister tutar ister atar, bazen de ister satarsın.

Egemen düzen içinde aşkta ve evlilikte sahiplik iki tarafın güçleriyle bağıntılıdır. Güçlü taraf hem sahiptir, hem elinden sıyrılıp gitmesine izin vermez, hem de istediği zaman kendini bu sahiplikten sorumsuz ilan edebilir. Güçsüz taraf ise kendi kendinin bile sahibi değildir: Bir kez aşık oldumu, sevdimi, veya evlendimi, güçsüzün büyük ölçüde işi bitik demektir. Güçsüzün aşkı kendinin tutsaklık zinciri olur. Evlenerek ve severek kendini aşkla zincire vurur: Üretim ilişkilerinde ezilen kadının kaderi bu. Kaderim bu deyip feleğin çarkına kendini kaptıranlar, şanslıysalar, zincirlerini buket sanarak kendilerince mutlu bir yaşam sürerler. Kadercilige inanmayanlar ise, kendilerini yüzyılların mücadelesinin ortasında bulurlar: Savaş onların savaşı. Mücadele onların. Kendi tarihlerini ve kendi geleceklerini kendileri yapmak isteyenlerin mücadelesi.

Sahiplik diğer kişi üzerinde hak iddia eden bencil edepsizliktir. Ne sevmek ne de evlilik bir insanın diğer insana sahipliğini ortaya çıkarır. Ne sevmenin ne de evliliğin böyle bir hak vermeye hakkı vardır.

"Ben seninim, sen de benimsin" romantizmi içinde sahiplik canavarı uykudadır. Hisler karşılıklı olduğu ve "ben" "biz" içinde sarhoş gezdiği sürece bu karşılıklı sahiplik derin aşkın bir ifadesi olarak kalır. Fakat "ben" "biz" içinden çıkıp, bizi ben için kullanmaya başladığı zaman romantiklik biter. Bu "ben" ile uyanan sahiplik canavarı kükremeye başlar.

Bu canavardan habersiz, sevgililer başta birbirlerine içlerini dökerler. Bu çok güzel. Bu birbirlerine olan güveni artırır. Aşkı ve sevgiyi destekler. Fakat bu iç dökmede birçokları büyük bir hata yaparlar: Geçmişindeki sevgilerini ve ilişkilerini anlatmak. Bu geçmişi anlatma sahiplik ve kıskançlık düzeninin egemen olduğu bir ortamda aşık olan birinin yapabileceği en büyük hatalardan biridir. asla anlatılmamalı. Anlatılması istenirse, başka erkek veya kadınla olan geçmişteki sevgi veya arkadaşlık ilişkisi es geçilmelidir. Yokmuş, olmamış gibi nitelenmelidir. Eğer karşı taraf böyle birşeyin olduğunu duyduysa veya duyarsa, gerçekte öyle birşeyin kıskanç millet tarafından abartıldığı ve gerçekte elinin bile eline değmediği yalan bile olsa söylenmelidir. Hele bu soruyla evlendikten sonra karşılaşırsan, kesinlikle inkar etmelisin. Doğruyu söylersen kaybedersin. Sevgilin ne denli anlayışlı ve seni ne denli çok seviyorsa sevsin, sahiplik canavarına bu yolla yem vermiş olursun. Yok "ben çok dürüstüm, bu canavarı ta baştan öldürürüm" diyor ve ta başta sevgiline içini tamamiyle açığa vuruyorsan, yandın valla. Sonradan eğer sevgilinle aranda bir anlaşmazlık falan çıkarsa, bu anlattıkların sana karşı seni değersiz düşürmek için kullanılır. Burda konu dürüstlük değil, sahiplik gibi bir namussuzluk canavarını beslememe ve uyandırmamadır. Sahtekarlık da değildir, çünkü bu namussuzu uyandırmamak için tedbir alıyorsun. Senin geçmişini bu canavarın sonradan işine geldiğinde sana karşı kullanmasını ve aşkınıza gölge düşürmesini böylece engellemiş oluyorsun. Aşkını ayakta tutabilmek ve beslemek için bunu yapmak zorundasın. Sevgiline sevgilini tanıdığın gibi severek ve seni onun tanıdığı gibi sevdirerek aşkınızı sürdürebilirsin. Bunda da dürüstlük en önde gelen birşeydir. Fakat bunu asla sevgilinle tanışmadan önceki yaşamına sevgiline geçmişini anlatarak uygulamaya kalkma. Anlat geçmişini, hatıralarını. Fakat sahiplik ve kıskançlık canavarını uyandıracak hiçbirşey söyleme. Yoksa bu sonradan başına kakılabilir, seni küçültme ve değersizleştirme silahı olarak sana karşı kullanılabilir. Gülben'in başına gelen senin de başına gelebilir: - Ben herşeyi herkese anlatan bir tipim. Hayatıma giren bütün kişilere geçmiştekileri anlattım. Bana bu dürüstlük gibi geldi. Ayrıca benim geçmişim olması çok doğaldı. Ancak başlangıçta beni anlayışla ve sevgiyle dinleyen erkekler daha sonra bütün bu hikayeleri aleyhime kullandılar. O kişi söz konusu olduğunda, veya o kişiyle paylaştığın "sevilen bir şarkı" dinlendiğinde, ya da o kişiyle evvelden gittiğimi söylediğim yerlere gidildiğinde kıskançlık yüzünden işkencelere maruz kalıyordum. Bazen de ilişkilerin ileri safhalarında, herhangibir nedenle kavga ederken bu eski hikayeler kendini haklı çıkarmada suçlama malzemesi olarak kullanılıyordu.

- Ne diyordu mesela?

- Diyordu ki, "sen bunu İsmet'le de yapmıştın, ama gördün ne olduğunu, herif götüne tekmeyi vurdu." Veya "o da haklıymış seni aldatmakla" gibi sözler.

sahiplik canavarı çeşitli şekillerde ve çeşitli zamanlarda uyanır. Kadın çok seviyordu kocasını, fakat kötü ilişkileri sonucu kocası en sonunda kendini istediği gibi seven bir başkasını buldu ve karısını terketmeye karar verdi. Karısı bunu duyunca çıldıracak gibi oldu. Sevdiği birinden böyle bir alçaklığı asla ummamıştı. Kocası ise hayatını zehreden bir kişinin ilişkilerini nasıl sevgi ilişkisi içine soktuğunu bir türlü anlayamıyordu. Kadın kocasının gün ve gecesini daha da çok zehretmeye başladı. Bu kocası için yeni birşey değildi. Fakat senelerden beri ilk defa kadın sevgiden bahsetmeye başladı: Seni seviyorum. Beni bırakamazsın. Sen benimsin. Seni başkasıyla paylaşamam. Seni başkasına vermem. Bu korkunç şeyi ona nasıl yapardı. Yapamazdı. Kadın bazen yalvararak kocasının kalbini paramparça etti. Bazen de "kalpsiz, ahlaksız, utanmaz, sen bana bunu nasıl yaparsın" diye hakaretler yağdırdı. Hakaretler kocasını pek üzmedi. Katlandı. Kadının kocasını durdurması için elinde bir güç yoktu. Tek silahı gözyaşı ve hislerine hitap etmekti. Bu silahı epey kullandı, fakat iş işten geçmişti. Silah etkisiz kaldı. Bu onu daha da sinirlendirdi. İntikam peşine düştü. Ne yapacağını bilmez bir şekilde, büyük acılar içinde kıvrandı. Yalnızlıktan korkuyordu. Ne yapacaktı yalnız, nasıl yaşayacaktı. Evde tek başına yaşamaktan ürküyordu. Şimdi bile pencereler sıkı sıkıya kapalıydı. Perdeler hep çekik. Kocasına göre, kadın o denli yıkıcı bir rekabet içindeydi ki, şu ana kadar senelerdir, bazen sorduğu halde, kocasını sevdiğini söylememişti. Cevabı çoğunlukla "o benim bileceğim iş, sana ne!" biçimindeydi. Zavallı gözyaşları içinde, hatıralara bir müddet sarılarak yaşamını sürdürdü. kendini öldürmeyi düşündü. Herkes kötüydü. Hiçbir gerçek arkadaşı yoktu. Yakın arkadaş sandıkları bile hep kendi çıkarları peşindeydi. Aradığı sevgi dolu hiçbir insan yoktu etrafında. Kimseye güveni kalmamıştı. Kalbi kırıktı. Yüreği yanık. Fakat hiçbir zaman kocasının neden kendisini terketmesinin gerçek nedenini kavrayamadı: Mutlu bir evlilik kurabilmek için adam epey uğraşmıştı, fakat kadının kışkançlığı ve şikayete ve kavgaya dayanan ilişki tarzı buna müsade etmemişti. Adamı tanımaya ve anlamaya hiçbir zaman çalışmadı. Kendi bildiğini okudu. Başağrılarıyla, kavgalarla ve uykusuz gecelerle dolu bir evlilik gündemi yarattı. Adamın sonunda dayanma gücü kalmadı.

Eşler arasındaki ilişkilerin sevgiyi destekleyici olmasında veya sürtüşmeler çıkararak kötüye gitmesinde rol oynayan bir unsur da, karşıdakini kendi istek ve zevklerine uymaya zorlamadır. Her kişinin diğerinin isteklerine karşı belli bir tolerans seviyesi vardır. Zorlama bu seviyeyi aştımı çekilmez olmaya başlar ve ilişkiye yıkıcı etkide bulunur. Seni sevmeyeni sevmeye zorlama kadar haksız birşey yoktur. Terketmek acıdır. Sevgileri ölü halinde terketmek bile insana büyük acı verir. Fakat ölümüzü gömüp, gözyaşlarımızı kurulayıp, yaşama devam etmek zorundayız. Fakat ölüyle ölmek isteyene bunu anlatmak imkansızdır. Seven ve sevilmedeki sahiplikte, karşılıklı sahiplik hissi ortadan kalkarsa veya tek taraflı bir hale gelirse, intikam ve hırs yerine yaşamayı ve yaşatmayı öğretmeliyiz kendimize. "Sen benimsin, asla bırakmam seni ellere" deyip kudurmakla, hem kendi hayatını hem de diğerininkini zehredersin. Birşey kazanmazsın. Gidene ve gitmek isteyene, içimiz kanasa da, güle güle deme gücünü ve güçlülüğünü göstermeliyiz. Hayatta bir kez yaşarız. Bu yaşamda da ne kendimizi ne de başkasını bencil sahiplik iddiamızla esaret altında tutmaya hakkımız vardır. Fakat intikam hissinin mantığıyla hareket eden biri için, tek zevk karşısındakinden ne pahasına olursa olsun intikam almaktır. Bu da epey pahalıya mal olur. Örneğin, insanların acı ve kederlerini ve intikam hislerini sömürerek para yapan boşanma avukatları denen solucanlar için (elbette aralarında iyileri vardır), bu durum bulunmaz bir nimettir: Parrra!.

Sahiplik esaretini destekleyen sosyal ilişkiler ve baskılar altında, kadınların özgürlüklerini arayışı ve direnişi alkışlanacak bir girişimdir. Bu tür kadınların mücadelesi olmaksızın esaret zincirleri asla kolay kırılmaz.

Ailede kıza olan gerçek sevgi kızın kendine özgü bir insan olarak benimsenmesi ve bu insanın düşünce ve hislerine saygıyla başlar. Bu şekilde olmayan sevgi, sahibinin kıymetli bir malı üzerine titreyişi gibidir. Tutucu ailede kız çocuğu sahip olunan kıymetli bir mal gibi görülür. Kız çocuğuna olan titizlik ve sevgi davranışları gerçekte sahip olanın (özellikle babanın) sahiplik bağnazlığının kendini, baba sevgisi içinde, sevgi örtüsüyle sunmasıdır. Kızın evlenerek kadın oluşu, sahiplik zincirlerinin ailenin elinden ailenin tasvip ettiği kocanın eline devredilmesidir. Böylece kadın üzerindeki hakimiyet bir elden diğer ele geçer. Kıza "ne yap, ne et geçin" denir. bu köleye 'köleliğini bil, ona göre davran" demektir. erkek kendine devredilen bu sahipliği karısının ailesinin evine götürmemekle kullanır. Kadının kendi başına gitmesi zaten söz konusu değildir. Gidemez. Kocası eve geldiğinde kadının evde olması zorunludur. Kocası götürmezse kadın ailesini göremez. Huzursuz evliliklerde ve kadının baş kaldırmasında ilk yapılan şeylerden biri de kocasından izin almadan kadının kendi ailesini istediği zaman görmeye gitmesidir. Bu da, kavgalarda erkeğin kadını suçlamasıyla ve, örneğin kız kardeşinin onu "ayarttığı" iddiasıyla sonuçlanır.

Kadın kızken hazırlandığı ve özlediği bu tutsaklığı kendine yaşam tarzı edinir. Bu tutsaklığı kendisinin kaçınılmaz gerçeği olarak, gerektiğinde kadın haklarını destekleyenlere karşı bile canla başla savunmaya hazırdır: Zincirlerinden başka kaybedecek birşeyi olmayanların, kendilerine gül demeti olarak gelen zincirlerini kaybetme korkusu ve kaybetmeme çabası. Kurulu ve egemen bir sosyal düzen ve bu düzenin çeşitli kurumları kendilerini sürdürme zorundadırlar. Bunun için çaba gösterirler. Bu da, hem bu düzen ve kurumların günlük faaliyetleri sırasında, hem de bu faaliyetlerin meşruluğu ve haklılığı bu faaliyetler ve bunları destekleyen ideolojiler tarafından sağlanarak olur. Diğer bir deyimle, düzen çalışması sırasında hem kendini tasdik eder hem-de yeniden üretir. Faaliyetler (örneğin kız verme olayı) ve ideolojiler (örneğin kızın evlenmek için ailesinden izin alması gerektiği inancı) karşılıklı birbirini destekleme yönünde görev görürler.

Kadın boşanırsa ve dul kalırsa sahipliğe ne olur? Sahiplik kimin eline geçer? Bazen koca evinden geri gelen kadın sokağa atılmaya çalışılır. Boşanmış kadına olan sahiplik geriye kendi ailesine devredilir. Boşanmış kadın tekrar ailesinin namusu ve sorunu olur. Daha kötüsü utanılacak bir durum ve hatta yüzkarası olarak değerlendirilir. Peki sahiplik baskıları? Ordadır. Fakat her durumda olduğu gibi ailenin yapısına bağlı olarak ya azalır ya da çoğalır. Melahat kısa bir evlilikten sonra boşanmıştı. Bir ara bir erkekle tanıştı. Sinemaya gitmişlerdi. Sinema çıkışı yolda yürürken erkek arkadaşı Melahat'in omuzuna kolunu attı, öylece yürümeye başladılar. Melahat biraz sonra bir elin bileğini kavradığını hissetti. Bileğinden tutup çekene birden döndü. Küçük ağabeyisiydi. İçinden korkuyla "eyvah! yakalandık" dedi. Küçük ağabeyisi sadece "benimle gel" dedi. Bir taksi çağırdı. Şoföre "bunu şu adrese bırak" dedi. Melahati taksiye sokarken de "seninle sonra konuşacağız" dedi. İşe gidiyordu. Ertesi gün aile meclisi toplandı: Annesi, babası ve iki ağabeyisi. Melahati yargıladılar. Ailenin namusunu zedelediği ve asla böyle birşeye yeltenmemesini söylediler. Elalemin gözünde aileyi küçük düşürmemesi gerektiğini belirttiler. Kızdılar. Azarladılar. Sonunda Melahat'in babası çok az babanın yapacağını yaptı: "yeter bu kadar azarlama" dedi. "Karşınızdaki ne yaptığını bilmeyen biri değil. Oğullarına dönüp "N'olmuş bir arkadaşıyla sinemaya gitmiş, arkadaşı omuzuna kolunu atmış. Erkekle falan geziyormuş. Siz eve kız atarken size kimse laf söylemiyor. " dedi. Oğlanlar kendi durumlarının farklı olduğuna, kendilerinin erkek, Melahat'in kadın olduğuna, ve Melahat'in böyle birşey yapamayacağına, bunun yanlış olduğuna inanıyorlardı. Fakat ses çıkarmadılar. Melahat'in babasının davranışı milyonda bir babanın davranışı. Çoğu babalar bu durumda kızın ağzına ederler. Diğer kişiyi kendin için sevme sahiplik duygusunun ifadelerinden biridir: Seni seviyorum, sen benimsin, sen bana aitsin, başkasının olamazsın. Sahip olduğun bu malı sevdiğin için yan bakanlardan falan korursun:

- Sevgilime laf atanın ciğerini sökerim, valla!

Tutsağın efendisine ve efendisinin sahip olduğu şeylere sahipliği olmadan da olmaz. Aksi taktirde bu tutsaklık düzeni tehlikeye girer:

- Sevgilime göz dikecek hatunun hiç bakmaz göz-zünü çıkartırrım!.

- Bizim evimiz. (Bizim evimiz kavramını kadın kullandığında, eğer o kadın "ev kadınlığı" ötesinde o eve bir katkıda bulunmamışsa, gerçekte tutsaklık düzeninin hayali ifadelerinden biridir. Bu, hapisin hücresini "benim hücrem" diye çağırmasına benzer. Ev gerçekte erkeğin evidir. Kadın ise gerçek anlamıyla bu eve bakan ve erkeğin ihtiyaçlarını gideren "evdeki dişi" köledir. Fakat egemen evlilik kurumu evlilikle belgesiyle kadını ev kölesi yaparken, aynı zamanda devletin hapse soktuğu kimseye dediği gibi " burası senin evin" der. Anahtarı da eline verir ve "eve ve eşine iyi bakman" gerektiğini söyler. kadın esaretinin anahtarına sarılır, parlatır ve korur. "Benim evim" der ve eve bakar.

- Peki evlenmeyip de erkekle beraber yaşayan kadının "erkeğin evine" "benim evim" diye erkeğin malına sahip çıkmasına ne dersin? - Üzülerek gülerim. Fakat eğer o kadın çalışıyor ve evin masraflarına ortak oluyorsa, yani evin ev olmasında "evi görmeden" öte katkıda bulunuyorsa, o zaman o ev aynı zamanda onundur. Tabi ev kadının babasının eviyse ve kadının parasıyla alınmışsa, o ev kadınındır. Kadının "ev işi" ekonomik bir değere sahip değildir. Gerçekte olması gerekir. Fakat "ev işinin" ekonomik karşılığı bu tür ilişkideki kadının "kira ödemeden ve masraflara katılmadan" o evde kalması olarak düşünülebilir. Bu nedenle, zaten "metresler" ve "kapatılan karılar" faydaları ve yararlılıkları bittiğinde, bıkıldığında, kapı dışarı edilirler. Veya kendileri bıkar giderler. Bu tür ilişkideki kadınlar erkeğe boyunsunmayıp ağızlarını açtıklarında, onu sevdiğini söyleyen erkek, kolayca ona "işte sapı, işte kapı" der. Bu anlayış bir bakıma egemen evlilik ilişkisindeki anlayışın da ta tabanında gizlenip yatan bir anlayıştır. Farkı, geleneksel kurumların evli kadını yasalarla korumasıdır. Metres hayatı yaşayan kadınlar hiçbir yerde yasalarla ekonomik anlamda korunmaz. Amerika gibi ülkelerde evlenmeden beraber yaşayan kadınlar yasalara göre hak iddia edebilirler. Bunun da nedeni, bu gibi ülkelerde hem kadının hem de erkeğin çalışmasındandır. Yoksa beraber yaşıyoruz diye evde asalak yaşayan parazit kadınların uğraşından değil. Tabi daleveracı ve işini iyi bilen bir avukat bulurlarsa, bu asalaklar da öç almak ve ekonomik kazanç sağlamak için erkekten para koparabilirler.

 

Sahiplik kendi başına o kadar rezil birşey olmayabilir. Belli bir ölçüye kadar: "Sen benimsin, ben seninim sevgilim, biz birbirimiziniz" dendiğinde, sahip olunan zaten bundan zevk duyuyor. Bunu aşkın bir parçası olarak görüyor. Buraya kadar iyi. Bu sahipliğe hemen ardından kıskançlık ve kendine ve karşısındakine güvensizlik katılınca sahiplik tutsaklığa dönüşür:

- Seni seviyorum. Sen de beni. Sen benimsin, ben de senin. Fakat gözden uzak olunca ne işler karıştırıyorsun acaba?

Bu "fakat" ile eklenen ifade sevginin burnunun ortasına indirilen okkalı bir yumruktur. Birbirimizin olmamız, böyle hissetmemiz çok güzel. Fakat bu ince bir tel üzerinde cambazlık yapmaya benzer: Sürekli dikkat etmezsen, dikkatini bir an çevirirsen, tapataklak gidersin.

 

Gazi Lisesi'ne giderken Anafartalar kız okulunun önünden geçerdim. Mahallede birkaç kişinin bu okula giden sevdiği kızlar vardı. Okul yolunda bizim mahallenin çocukları bana yetiştiler. "Bizim Necmi'nin kızına laf atmışlar, asılıyorlarmış" dedi biri soluk soluğa: "Hadi gel kavga var." Gelmem diyemezsin ki. Takıldım onlara. Okulun önüne geldik. Kızlar çıkıyordu. Bizimkilerden biri laf atanları biliyordu (sanki bizimkiler kimseye laf atıp asılmamışlar gibi. Bu tür anlayış, ahlaksızlığın kendine gelince ahlaksızlık olmadığını tanımlayan kültürsel bağnazlıklarımızdan biridir). Cevat İki genç çocuğu işaret ederek: "İşte şu ibneler!" diye gösterdi. ilk fırlayan Necmi oldu. Eh, namus meselesi! Gitti, ne olacağından habersiz dikilen çocuğun suratına bir kafa çekti. Biz dört kişiydik, onlar iki. Ben karışmaya bile gerek duymadım. İki zavallı dayak yiyordu zaten. "Ulan sen benim kızıma nasıl laf atarsın" diyerek, Necmi yumrukluyordu burnundan kan fışkıran çocuğu. Kurtulup kaçtılar. Necmi'nin "kızı" da arkadaşlarıyla uzakta dikilmiş olayı zevkle seyrediyordu. Kıkır kıkır gülüyorlardı. Sonra kızlar önde onlar arkada mahallenin yolunu tuttular. Necmi'nin "kızı" Necmi'nin ona yanmasından hoşlanıyordu. Aralarında daha hiçbirşey yoktu. Fakat Necmi onu "benim kızım" olarak ilan etmişti. Zaten hemen hepimizin bir kızı vardı. Hiçkimse diğerinin kızına kötü gözle bakamazdı. Oyarlardı çünkü. Bazen istisnalar olurdu: Benim de bir kızım vardı. Adı Nurhan'dı. Nurhan ne zaman beni görse el sallardı. Birinde, Ayı Naci'nin beni görmeyip Nurhan'a el salladığı gibi. Herkes bu kızları laf atmaya ve asılmaya karşı korurdu. Etini koruyan kedi misali. Zeynel'in başına gelen işte bu yüzden geldi: Başka mahallenin kızına asıldı. Kız Zeynel'den hoşlanmıştı. Niye hoşlanmasın ki Zeynel'de kızların aradığı ilk vasıf vardı: Epey yakışıklıydı. Fakat kız korku içindeydi, çünkü kendine yangın olan ve onu kızı ilan etmiş biri vardı. Gizli gizli Zeynel ile buluşmaya başladılar. Birbirlerini seviyorlardı. Evlenmeye karar verdiler. Bu sırada olay duyuldu. Kıza sahiplik ilan eden Kelekçi kızın oğlan kardeşine "Kardeşine sahip olamıyor musun?" diye çıkıştı. Beraberce Zeynel'i kıstırdılar. Kelekçi'nin kızına asılmasını bırakmasını yoksa fena olacağını söylediler, tartaklayıp bıraktılar. Oğlan kardeşi kıza fırça attı. Kız sesini çıkarmadı. Sustu. Salak kız, eğer Zeynel'i sevdiğini söyleseydi belki de sonraki olaylar olamayabilirdi. Kelekçi kızını takip etmeye başladı. sonunda Zeynel ile ikisini yanyana yakaladı. Birkaç kişiydiler. Kavga başladı. Birisi Zeynel'i kolundan bıçakladı.

Dansa gitmişlerdi kız arkadaşıyla. Dansediyor ve eğleniyorlardı. Her dans yerinde olduğu gibi burda da sap erkekler ve kadınlar vardı. Masada otururken, bu sap erkeklerden biri nerden cesaret bulduysa Hamza'nın masasına yaklaştı. Hamza sap'ın niyetini anlamıştı. Hamza'nın kız arkadaşını Hamza'nın gözü önünde dansa davet etmek üzereydi. Hamza'nın içinde birden bir öfke doğdu:"Ana ben dervişmiyem, kürkümü giymişmiyem, ben sevem eller ala, niye ben ölmüşmüyem?" Hamza ölmedi daha! Hamza herife eliyle sertçe defol işareti yaptı. Herif defolup gitti. Daha sonra, Hamza tuvalete gidip geri geldiğinde, kız arkadaşını masada bulamadı. Kız bir başka sapla dans ediyordu. Hamza hiçbirşey demedi. Hesabı ödedi ve çekip gitti. Gecenin yarısı. Kendi evi yakın, fakat kızın evi çok uzak. Kız nasıl gidecekti? Hamza'nın umurunda bile değildi, çünkü çok kızgındı: Beraber geldiği kızın başka biriyle dans etmeye asla hakkı yoktu. Bu Hamza'ya hakaretti. Ne lan! Hamza boynuzlu kelek miydi ki! Kıza bak, onunla geliyor ve başkasıyla dans ediyordu. Sonra da masasına gelip oturacak, hiçbirşey olmamış gibi davranacak. Hamza'nın bu çok onuruna dokundu. Anlayışsız biri de değildi Hamza. Fakat beraber olduğu bir kızın gözünün önünde başkalarıyla dansetmesi onu boynuzlatmak gibi birşeydi. Hamza kavat değildi. Kız o heriften hoşlandıysa ve onunla dans edecekse, o zaman onunla kalsın, umurunda bile değildi. Eve döndükten yarım saat sonra telefon çaldı. Kızdı arayan. "Neden bırakıp gittin" diye şaşkın sordu. Hamza da "benimle geldin, benimle dans edersin, ben kavat değilim!" diye kızgın cevap verdi. Kız:

- Sadece bir danstı. Senin böyle birşey düşüneceğini bilsem etmezdim.

Hamza bağırarak:

- Terketmeyip de ne yapacaktım ki? Bekleyip elini mi sıkacaktım orospu çocuğunun?

Kendi için sevme ve sahipliğin getirdiği sevilen kişinin hislerini ve düşüncelerini hiçe sayma bu gençlik davranışları ötesinde, evlilikte kadına yapılan haksızlık, baskı, gaddarlık ve anlayışsızlığı getirmede ve giderek geçimsiz evlilik düzenini yaratmada önemli rol oynar. Sadece kendi için sevmenin ve sahipliğin bencilliği, anlayışsızlığı, tek taraflılığı, hoşgörüsüzlüğü ve fiziksel ve hissel gaddarlığı, sevgilisiyle veya eşiyle her şey yolunda gittiğinde, yani eşi her arzusunu yerine getirdiğinde, su altında kalıp gider. Ne zaman ki birşeyler arzuladığı yönde gitmez, bunlar hemen su yüzüne çıkar. Bu tür sevginin kendini savunması da bunu açıkça gösterir: Emine ile eşi tartışıyordu. Emine epey kırılmıştı. Çünkü eşi açıkça haksız olduğu halde haklılığını iddia ediyordu. Emine eşini epey köşeye sıkıştırmıştı:

- Peki sen yaparsan ben niye yapamayım ki?

- Çünkü sen kadınsın, ben erkeğim.

- Ne demek yani, sen erkek olduğun için Allah sana daha mı çok hak verdi?

- Ben erkeğim, yaparım. Sen kadınsın, yapamazsın. O kadar.

Sahiplikte erkek kendi geçmişiyle övünür. Hatıralarını büyük gururla anlatır. Kız ve kadınlar ise geçmişlerini sansürden geçirmek, elemek ve saklamak zorundadırlar. Bu bazı kadınlar tarafından o denli benimsenmiştir ki, eskiden bir erkek arkadaşıyla falan resim çektirdilerse , eğer o kişi çok önemliyse o resmi gizlerler, fakat çoğunlukla yok ederler. Ben ikinci kez evlenen kadınların ilk evlilikleriyle ilgili resimleri yaktıklarını, kesip biçtiklerini duydum ve gördüm. Acıklı bir durum: O senin geçmişin. O senin yaşamın. Geçmişini nasıl yok etmeye çalışabilirsin ki? Mecbursun. Gaddar toplumlar bunu yaptırır. Kendi geçmişleriyle övünen erkekler sevgililerinin geçmişini duymaktan hoşlanmazlar. Sema neden sevgilisi Zühtü'nün Sema'nın eskiden çektirdiği erkek kız karışık resimlerini gördüğünde hoşnut olmadığını anlayamamıştı. O erkekler sadece arkadaştı, o kadar. Öte yandan, Zühtü kendi eski flörtlerinin resimlerini ona gururla göstermişti. Üstelik kızların çıplak resimlerini de. Daha sonraları, Zühtü Sema'nın resimleri için "bu tarz resimlerden hoşlanmıyorum!" diye kesip atmıştı. Sema ona, niçin hala kendi eski kız arkadaşlarının fotograflarını saklama gereğini duyduğunu sorduğunda, verdiği cevap özlüydü: Hatıra. Peki onunkiler hatıra değil miydi? Hayır, olamazdı. O kadındı.

Kimsenin başkasının geçmişini silmeye hakkı yoktur. Sahiplik ve baskının getirdiği geçmişi silme çabası da insanlık dışı bir davranıştır. Sevdiğinin geçmişine saygı duymayan kişinin sevginin ne olduğundan haberi yok demektir.

 

Kerime'nin ilk evliliğinden iki kızı vardı. Kocasıyla geçimsizlikleri neticesi ayrıldılar. İki kız babada kaldı. Kerime yeniden evlendi. İkinci kocası evlenirken şu şartı koştu:

- Çocuklarımız olduktan sonra, onlara kendi iki kızından asla bahsetmeyeceksin.

Kerime bu gaddarlığı zorunlu olarak kabul etti. Beş çocukları oldu. Çocuklar gerçeği ancak sonradan diğer kişilerden öğrendiler. Annelerinin buna yıllarca nasıl dayandığına hayret ettiler. Çocuklardan biri annesinin bazı geceler neden ağladığını şimdi anlamıştı. Babaları hala çocuklarının gerçeği bildiğinin farkında bile değil.

Başkalarını sadece kendisi için sevenler ve sahiplik duygusuyla dolu olanların bir diğer ahlaksızlığı da, kendileri herşeyi bildiği ve haklı ve doğru olduklarına inandıkları için, eşlerine kendilerini savunma, kendilerini anlatma, hislerini ve düşüncelerini ifade etme fırsatı tanımazlar, ifade hakkını vermezler. Erkeğin savunması: Niye versinler ki? Boş dırdır dinlemeye ne gerek var? Çünkü ne söyleyeceğini bile biliyordur. Konuşturmaz. Dinlemez. Azarlar. Kıskanç kadınların ki de: Kendini kandırdığı yetmiyormuş gibi bir de herifin yalanınımı dinleyecek!. Kadınlar makineli tüfek gibi aralıksız konuşarak karşısındakine fırsat vermezler. Nefes almak için durduğunda, karşısındaki ağzını açar açmaz, o da başlar. Dinlemez, çünkü gerek duymaz. Dinlemez,

çünkü dinlemeye değmez. Dinlemez, çünkü amacı dinlemek değil söylemek veya suçlamaktır. Bu tür davranış, ne kadar haklı olursan ol karşındakine yapabileceğin en büyük adiliklerden biridir. Bunu yapan kişi, üzerinde uyuşmazlık olan konuda haklı olsa bile, sadece sevginin değil insanlığın da içine eden biridir. Böyle kişiyle yaşayanlara yazık. Fakat öfke öfkeli için baldan tatlıdır. Peki hazmetme ve çıkarma, yani sonrası?

Aşk ve sevgide sahiplik gerçekte sakat bir duygudur ve üstesinden gelinmesi gerekir. Bu da tabi geleneklerin ve işbölumünü ve egemen ilişkilerin değişmesini beklemekle elde edilemez. Eşlerin sahipliği anlayıp ona göre ilişkilerini düzenlemeleri en pratik çaredir. Bu da tabi gene tek taraflı ve ortak çabalarla olur.